10-) Avusturya
Bırak başkaları savaşsın, sen ey şen Avusturya, evlen!
26.01.2019 - 27.01.2019
Merhabalar! Schengen vizemi sömürmeye, bu kez Avusturya'da devam ediyorum. Ancak bu kez kadro biraz kalabalık. Yoğun tempoda süregiden seyahatlerime fırsat buldukça katılan babam bu kez annemi de koluna takarak eşlik ediyor bana. Hatta birlikte benim mütevazı Avusturya planımı geliştirme cüretini bile göstermişlerdi...
Viyana
Sabiha Gökçen’den kalkan uçağımızla sorunsuzca Viyana’ya vardık. Bu ukala şehir bizleri puslu ve serin bir hava ile karşılamıştı. O güne kadar ne Avusturya ne de Viyana öyle çok merakımı celbeden yerler değillerdi. Aksine, Avusturya’nın sıkıcı ve sıradan bir ülke olduğu izlenimine sahipken Viyana’yı da kasıntı ve abartılmış bir şehir olarak etiketlemiştim. Elbette bu bir önyargı değildi. Sadece okuduğum, izlediğim ve dinlediğim şeyler sonucunda zihnimde oluşan imge bu yöndeydi, o kadar
Ancak yine de hem Avusturya’nın hem de Viyana’nın tarihsel rolünün farkındaydım. İlginçtir ki Avusturya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun 1 numaralı düşmanı ya da daha doğru ifadeyle rakibi olduğunu çoğu kişi bilmez. Ortada bir nevi “nemesis” durumları olmasına rağmen Avusturya milletimizce eziklenip, Almanya’nın yeğeni muamelesine maruz kalır. Oysa Avrupa’nın son imparatorluğu Habsburglar’ın merkezi burasıdır ve nedense Habsburg ismine bizim ders kitaplarında neredeyse hiç yer verilmez.
Gücünü ve kudretini Osmanlı gibi savaş meydanlarından ziyade diplomasi masalarına borçlu olan Habsburglar ittifak ve evlilik yoluyla tüm Avrupa monarşilerini kendisine bağlayarak, bunların hepsini içine alan bir şemsiyeye benzetilebilir. Bu da onları Osmanlı’nın en ciddi rakibi kılmış ve “prime” çağları kesişen iki siyasi gücü uzun yıllar karşı karşıya getirmiştir. Belki de Habsburglar hakkındaki cehaletimiz bir kafa karışıklığı ile ilgilidir. Neticede Habsburg hanedanı, az önce değindiğim son derece özgün koşullar altında hüküm sürmüştür. Bu yüzden de hem bugünün hem de kendi tarihimizin prensipleri ile olaya yaklaştığımızdan Habsburgları belirgin bir pozisyona yerleştirememekteyiz.
Öte yandan günümüz Türk insanının “yaramazlar” listesinde zirveyi paylaşan milletlerden olan Fransızlar, Osmanlı’nın en sağlam müttefikleri olmuşlardır. Coğrafi koşullar hasebiyle çok uzun süre doğrudan karşı karşıya gelinmemesinin de bu ittifakta etkisi olmuştur muhakkak. Elbette zamanında dosttuk kardeştik diye hiçbir şey değişmeyecek demiyorum. Aksini iddia etmek dünyaya tozpembe gözlüklerle bakmaktan başka şey değildir.
Tozlu sayfalardan fırlayan girizgâhı burada noktalayıp esas meseleye geri dönüyorum. Viyana Uluslararası Havaalanı’ndan servisle şehir merkezine geçip kısa bir yürüyüşle otelimize varıyoruz. Yanlış okumadınız evet, otelimize… Bu kez hostelde değil otelde kalıyorum. Ebeveynlerle seyahat etmenin avantajları işte.
Eşyaları bırakıp yeniden dışarı çıktık. Hava biraz daha soğumuş gibiydi. Soğuk hava çoğu kişi için istenmeyen bir durumken ben pek buna katılmıyorum. Bir kere, eğer gezilerinizi “tatil” olarak değil de seyahat olarak görüyorsanız negatif koşullara kendinizi alıştırmanız gerek. Her şey her zaman güllük gülistanlık olamaz. Aksilikler bu işin bir parçası ve kötü hava da bu aksiliklerden bir tanesi. Fazla dert edinmeden “Bu sefer de böyle olsun.” demekten başka çare yok. Hele hele 10-15 günlük yıllık izinlerle yetinmeyip kış aylarında da yollara düşmeye kararlıysanız.
Şehir turuna hep olduğu gibi belirli bir hedef ya da rota gözetmeksizin başladık. Bizi şehir merkezine ulaştıracak bir rota belirleyip yola koyulduk. Pek de hevesli olmadığım şehr-i Viyana’da mutlaka görmem gereken bir nokta seçmemiş kendimi şehrin davetkâr ellerine teslim etmiştim.
Renkli stiliyle Aziz Stephen Katedrali...
Şehrin hareketli taraflarına varır varmaz Viyana’nın özgün mimarisi ve bohem tarzı kendini göstermeye başladı. Ben de yavaş yavaş şehre ısınmaya başladım. Kim ne derse desin böyle şehirlere her zaman hayranlık duymuşumdur. Belirli bir destinasyon ya da spesifik bir noktadan bağımsız olarak caddeleri, sokakları ve binalarıyla estetik değer ihtiva eden şehirler hep çok hoşuma gitmiştir. Bazı kimseler TripAdvisor ya da benzeri uygulamalar üzerinden kısa bir araştırma yapıp Kolezyum, Eyfel Kulesi gibi belirli mekânlar ararlar ve tüm zamanlarını buralara ayırırlar. Kabul, bazı yerler gerçekten de böyledir. Albenisi bir iki ikonik noktaya dayanır. Oysa bazı şehirler vardır ki, o şehrin yollarında yürümek bile büyük keyif verir, kendiliğinden estetik duygu uyandırır. Anlaşılan o ki Viyana da bu tarz şehirlerden birisi.
Gelişigüzel şehir turumuz bizi Viyana'nın en ünlü noktasına ulaştırdı, Stephansplatz. Burası, şehrin kollarının buluştuğu dairesel bir meydan. Adını da, meydan içinde yükselen Aziz Stephen Katedrali'nden almakta. Bu katedral oldukça büyük ve heybetli. Dışarıdan bakıldığında en ilgi çekici özelliği ise çatısı. Çatıda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu izleri taşıyan renklendirmeler görülmekte ki benzer yapıda bir katedral de Macaristan'ın başkenti Budapeşte’te bulunmakta. Rengârenk çatısıyla beraber yüksek kuleleri ve rölyefleriyle de dikkat çeken bina Viyana'daki en büyük dini yapı aynı zamanda. Haliyle iç tarafı da oldukça büyük ve şatafatlı. Heykellerle dolu duvarlar ve sütunlar herkesin ilgisini çekmekte. Turistler içeride oldukça uzun zaman geçiriyorlar. Ayrıca, pek çok yüksek binada olduğu gibi burada da ücreti mukabilinde kilisenin kulelerine tırmanma ve şehir manzarasının tadını çıkarma imkânı mevcut.
Katedralin kendisi kadar çanı da meşhur. Pummerin Çanı, ilk olarak 1700’lerin başında yapılmış. Yapımında ise Viyana Kuşatması sonrası Osmanlı ordusunun geride bıraktığı teçhizatlar kullanılmış. Çana bu nedenle Türk Çanı da denirmiş. Daha sonra bu çan düşerek parçalanmış ve yerine yenisi yapılmış. Hatta şehrin en yüksek yerlerinden biri olan katedralde, Osmanlı akıncılarının ufukta belirmesine karşı çan çalma marifetiyle şehri uyarma görevi verilen bir memur dahi bulundurulurmuş. Bu memuriyet 1956 senesinde lağvedilmiş. Anlaşılan Viyanalılar Osmanlı tehlikesinin kesin olarak ortadan kalktığına ikna olmaları epey vakit almış.
Stephansplatz...
Katedralin bulunduğu Stephansplatz ise şehrin tam anlamıyla göbeği konumunda. Lüks mağazalar, hediyelikçiler, çikolatacılar ve kafeler gırla. Haliyle kalabalık da oldukça yoğun burada.
Stephansplatz'dan ayrılan kollar üzerinden en hareketli görüneni göz kararı seçip turumuza devam ettik. Epeyce geniş ve hareketli caddelerdi bunlar. Genişlik olarak İstiklal Caddesi’nin üç katı kadar olduğunu söyleyebilirim. Araç giriş çıkışı da olmadığı için rahatça yürüyüş yapılabilecek bir bölge.
Yaklaşık 5 dakikalık yürüyüşün ardından caddeye çıktık. Sağa dönüp ilerledik. Metreler sonra Viyana Opera Binası'nın önünde bulduk kendimizi. Belki de tüm Avrupa'nın en sanatsever şehri olan Viyana'nın opera binası da pek gösterişli haliyle. Burada el yakacak kadar pahalı gösteriler düzenlendiği gibi uygun fiyata olanlar da mevcut. Ayrıca turistler için ayaküstü ücretsiz bir tur ve gösteri bile yapılıyor. Fakat ne yazık ki biz bunun o anda farkına varamadık, daha sonra öğrendik.
Opera binasının hemen karşısındaki Aida isimli kafeye daldık. Epeydir yürüyorduk ve kısa bir molayı hak etmiştik. Burada birer sıcak içecek ile birlikte esas niyetimiz Avusturya'nın en ünlü tatlısını denemekti. Bu ünlü tatlı yani sachertorte aslında bir tür pasta. Kelime anlamı olarak da şekerli pasta ya da şekerli turta gibi bir karşılığı var. Standart tarife göre pastanın içerisinde kayısılı bir jöle ve üst katmanında çikolata bulunmakta. Anlayacağınız, kayısı jöleli çikolatalı pasta işin aslı. Dilimlerin üzerine, yapıldığı pastanenin imzasını taşıyan ufak bir çikolata plakası kondurulması geleneği de söz konusu. Tadına geldiğimizde ise lezzetli bir tatlı olduğunu söyleyebilirim. Öyle çok çok tatlı değil ve kayısının verdiği hafif buruk tat hoşuma gitmedi değil. Aslında her turist bu tatlıyı, Stephansplatz'ın bizim de tercih ettiğimiz kolu üzerinde bulunan meşhur bir pastanede denemek istiyor. Eğer sizin de niyetiniz buysa sizlere kötü bir haberim olacak. O pastanede sachertorte yemek neredeyse imkânsız. Dükkan o kadar ünlü ki önünde metrelerce uzayan bir kuyruk var. Bu nedenle, bizim de ilk tercihimiz olmasına karşın orayı pas geçip başka bir yerde denemek zorunda kaldık.
Soluklanıp, sachertorte keyfimizi tamamladıktan sonra şehir turumuza kaldığımız yerden devam ettik. Adımlarımız bizi Burggarten’e çıkardı. Girişinde Mozart heykeli ile karşılandığımız bu bölge geniş bir mesire alanı. Tahminim, özellikle yaz aylarında bu yeşil alanın tıka basa dolu olduğu yönünde. Burggarten’in çevresini saran irili ufaklı binalar arasında gözümüze Kelebek Evi çarptı. Nedendir bilinmez, elin Viyana’sında kelebek merakımız depreşti ve içeri attık kendimizi. Bilet ile girilen binanın içerisine adeta minyatür bir orman kurulmuş. Yürüyüş yollarından dolanan ağaç dallar, tabandan geçen bir nehir, ferahlatıcı bir hava ve bu ekosistemde serbestçe uçuşan kelebekler… Yani esasında interaktif bir tur bekliyor burada ziyaretçiler. Elbette fanuslar içerisinde sergilenen türler ve kozalar da mevcut.
Mideler iyiden iyiye alarm vermeye başlarken, Viyana seyahatimizin gastronomik cazibe merkezini oluşturan schnitzel avına başlamaya karar verdik. Sachertorte ile birlikte Viyana turlarının gözde iki yiyeceğinden biri olan schnitzel, sachertorte ile kıyaslanınca dünya starı gibi kalıyor. Kendisi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bilinen ve yapılan bir yemek. Kaba tarifle, panelenen büyük et parçalarının kızartılmasıyla yapılmakta. Anlayacağınız ne kullanılan malzemeler ne de pişirme teknikleri bakımından öyle çok ilgi uyandıran bir yemek değil. Açık biçimde bir Avusturya yemeği olarak bilinse de schnitzel ile ilgili bazı enteresan rivayetler de mevcut. Bunlar arasında en bilineni bu kalender et yemeğinin İtalya, hatta daha da spesifik lokasyon vermek gerekirse Milano kökenli olduğu iddiası. Söylenceye göre 2. Dünya Savaşı esnasında bir Avusturyalı subay bu yemeği Milano şehrinde keşfeder ve çok beğenir. Diğer askerlere de yedirdiği gibi emrindeki aşçıları aracılığıyla schnitzel yemeğini kendi ülkesine kadar getirir. Zaman içerisinde de Viyana’da öylesine sevilip yaygınlaşır ki asıl vatanı unutulup gider. Elbette Avusturya lobisini karşıma almamak adına bunun yalnızca bir iddia olduğunu son bir kez daha vurgulamadan geçmeyeyim.
Şehirdeki en ünlü schnitzel restoranı aynı zamanda şehrin en ünlü lokantası da. Figlmüller adlı lokanta schnitzel haricinde pek seçenek barındırmıyor menüsünde. Zaten buraya schnitzel harici bir şey yemeye gelen de pek yok. İşlev olarak bizdeki iskenderciler gibi anlayacağınız. Figlmüller öyle bir yere konumlanmış ki mekânın içi bir labirenti andırıyor. Sanki koca bir sokağı kapatmış adamlar. Birden fazla giriş mevcut ve bu girişler farklı taraflardan, farklı sokaklardan yapılıyor. İçine girdiğinizde de geniş bir alandan ziyade küçük ölçekli pek çok salon ve bu salonları birbirine bağlayan koridorlar karşılıyor. Mimari açıdan görüp görebileceğiniz en tuhaf restoranlardan biri kesinlikle.
Mekanın ana girişinden girmeye niyetlendik ama gel gör ki girişte sıralanmış kuyruk biraz gözümüzü korkuttu. Yine de sachertorte için göstermediğimiz fedakarlığı gösterip bu kez sıraya dahil olduk. Yaklaşık yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bize geldi ve bizi içeri alan garsonun peşine takıldık. Bir takım koridor ve odalardan geçtikten sonra rehberimiz bizi bir de üst kata çıkarttı ve nihayet boş bir masaya yerleştirdi. Çabucak önümüze birer menü bıraktı ama menüye pek de hacet yok esasında. Zaten kısıtlı olan ürün gamı içerisinde tercihlerimiz klasik; schnitzel, patates salatası ve su. Yaklaşık 15 dakika içinde siparişlerimiz geldi. Schnitzel, uluslararası standartlar baz alındığında tam da olması gerektiği gibi. Eti kaplayan kabuk etin üzerine tutunmuş durumda değil. Arada bulunan hava boşlukları kabarık bir görünüm yaratıyor. Lezzeti ise gayet yerinde. Et lezzetli, çıtır ve sulu. Öte yandan schnitzel pilav ise patates salatası da kuru fasulyedir. Bu ikisi geleneksel bir kombin oluşturmaktalar ki soslu patates salatası da gayet lezzetliydi. Sözün özü genel olarak beğendiğimiz ve memnun ayrıldığımız bir mekân oldu Figlmüller. Sırada harcadığımız dakikaları boşa çıkartmadı.
Schnitzel ya da şnitzel...
Yemek sonrası havayı iyice karartmıştık. Yorgunluk ve soğuk da bastırınca günü tamamlamaya, otele dönmeye karar verdik. Ertesi sabah 10 gibi otelden ayrıldık. Otelin, Tuna Nehri yakınındaki coğrafi konumundan faydalanarak nehri bir köprü vasıtasıyla aşıp karşı kıyıya geçiş yaptık. Elbette köprü üzerinde kısa molalar verip Avrupa kıtasına hayat veren bu ulu nehri bir müddet seyre de daldık. Ancak gel gelelim Tuna'nın diğer tarafında turistik anlamda görülecek bir şey pek yoktu. Tuna belli ki şehrin civcivli kısmı ile banliyösünü birbirinden ayırmaktaydı. Yine de bizi karşılayan cadde boyunca bir tur atmayı ihmal etmedik. Bu tarafta hayat haliyle sakindi.
İkinci günümüzde hava mis gibiydi ama bu kez de zaman kısıtımız vardı. Hızlıca, önceki gün uğrayamadığımız yerlere doğru kırdık rotayı. Yollar bizi yeniden Stephansplatz'a çıkardı. Meydanda sıralanan çikolata dükkânlarından biraz çikolata biraz da hediyelik eşya aldık. Amaçsızca dolanmaya başlayıp Viyana'yı görüp bitirdik gafletine düşmek üzereydik. Ne büyük cehalet! Belli ki içimizde Viyana'yı gerçekten de merak eden kimse yoktu. Kimse şehir hakkında doğru düzgün araştırma yapmamıştı. Şehrin önemli bir bölümünü neredeyse ıskalıyor oluşumuzun başka açıklaması olamazdı.
Neleri mi ıskalıyorduk? Sayıyorum; Viyana Belediye Binası, Hofburg İmparatorluk Sarayı, Karl Kilisesi ve Viyana Sanat Tarihi Müzesi. Ne yazık ki vaktimiz dar olduğu için bunları sadece dışarıdan seyretmekle yetinmek durumunda kaldık. Viyana Sanat Tarihi Müzesi ve İmparatorluk Sarayı’nı ziyaret etmek isterdim. Başka sefere artık.
Saydığım tüm bu yerler, dışarıdan bile birer mimari harika. Uzaktan bakmak bile keyifliyken Viyana gibi bir tarih ve sanat şehrinde bu merkezleri daha detaylı gezememek talihsizlik oldu. Diğer taraftan, belediye binasının hemen önünde kurulan açık hava buz pisti çevreye hoş bir hareketlilik katmayı başarıyordu.
Elimizden geldiğince, yeni keşfettiğimiz bu yerlerin tadını çıkardıktan sonra ayrılık saati gelip çattı. Ayrılık diyorum çünkü dönüşte yollarımız ayrılıyordu. Ben İstanbul’a geri dönmek üzere metroya geçerken annemler sıradaki durakları olan Macaristan yollarına düşeceklerdi. Benim peşime takılıp Avusturya’ya geldikten sonra benim planımı genişletip beni memlekete yolcu ederken kendi seyahatlerine devam etmelerinin ne kadar yakışıksız kaçtığını takdirinize bırakıyorum.
Viyana ne yazık ki hakkını veremediğimiz bir şehir oldu. Önceden pek ilgi duymadığım bu şehir beni hazırlıksız yakalamıştı. Beklediğimden fazlasını buldum ki daha da fazlası için ciddi bir potansiyel barındırdığını hissediyorum. Hayat beni bir daha bu şehre düşürür mü bilemem. Açıkçası Avusturya’nın Hallstatt ve Salzburg gibi daha küçük şehirleri ilgimi biraz daha çekiyor. O nedenle bir Avusturya çıkartması daha yaparım ve o çıkartmaya da başkenti bir şekilde eklerim gibime geliyor.