11-) İsviçre
16.02.2019 - 17.02.2019
Merhabalar! Bu seferki hafta sonu kaçamağımın adresi İsviçre'nin en gözde kentlerinden biri olan Zürih. Lakin ola ki, Zürih seyahatimden bir gün öncesinde dahi bana "Oğuzhan, Avrupa'da en az ilgini çeken ülkeler hangileri?" diye soran olsaydı alacağı cevaplardan biri de yüksek olasılıkla İsviçre olurdu. Nedense bu ülkeye dair en ufak bir çekim hissetmiyordum. Beni kendine hayran bırakan ülkelerde olduğu gibi tarihi bir dokusu, kültürel bir mirası ve zengin bir mutfağı yoktu. Gereğinden fazla bohem, hatta biraz züppe geliyordu bana. O halde neden bu ülkeye gittim? Cevap aslında çok basit; ucuz bilet buldum.
Pegasus'un bir başka kampanyası aracılığıyla gidiş geliş 400 Lira civarında bilet kestirmiştim gözüme. Daha iyi bir alternatif de gözüme çarpmadığından alıverdim biletleri. Allah ömür verirse -maddiyat da tabi ki- eninde sonunda yolum Avrupa’nın göbeğindeki bu ülkeye düşecekti nasıl olsa. Bugün ya da on yıl sonra olmasının bir farkı yoktu.
Zürih
Havaalanından şehir merkezine giden trenlerden birine atlayıp şehre ulaştım. Şehrin göbeğinde büyük bir tren garı vasıtasıyla şehre resmi girişimi yaptım. Bu tren garı aynı zamanda otobüs ve tramvaylar için de merkezi istasyon niteliğinde. Hemen kendime kabataslak bir rota çizip yollara düştüm. Hava tek kelimeyle mis gibiydi. Oysa ben, ebeveynlerimin İsviçre'nin çok ama çok soğuk olduğuna dair ardı arkası gelmeyen tacizlerinden etkilenip bot, mont, bere gibi parçalardan bir kombin oluşturmuştum. Sözün özü, parıl parıl Zürih güneşinin altında kavrulur vaziyetteydim.
Zürih'in geniş ve hareketli caddelerinde yürümeye koyuldum. Caddeler derli toplu, kaldırımlar temizdi. Bazı yolların göbeğinde tramvay yolları vardı ve ara ara tramvaylar salınarak geçip gidiyordu.
Selam Zürih...
Zürih ile ilgili en akılda kalıcı şeyden peşin peşin söz edeceğim. Zürih'te hiçbir yerde görmediğim çeşitlilikte lüks araçlar gördüm. Ortalama bir otomobil bile yoktu yollarda. Lüks markalar, cillop gibi arabalar, jipler vs. Yok arkadaş yok! Türkiye'de kısmen kabul edilir bir paraya alabileceğiniz standart aile araçlarından bir tanesine bile rastlamanın mümkünatı yoktu. İsviçre'nin sahip olduğu refah ve şatafat, bakımlı yollar üzerinde vücut bularak turistlerin gözüne gözüne sokulmaktaydı.
Zürih'in, lüks mağazalarla dolu fiyakalı Bahnhofstrasse caddesindeki yürüyüşüm beni şehir merkezinin içine kadar sokulan Zürih Gölü'ne getirdi. Zürih Gölü gerçekten de büyük bir göldü. Üzerinde tekne turları yapılmaktaydı ve ufukta belirgin biçimde seçilebilen, zirvesi karla kaplı dağların eteklerine kadar uzanmaktaydı. Dahası, şehre muhteşem bir ferahlık ve karizma katmaktaydı. Belli ki, gölün çevresindeki mesire alanı güzel havalarda Zürihlilerin favori lokasyonuydu. Göl kıyısı ile şehir merkezinin kesişim yerini oluşturan yeşil alan kitap okuyan, yürüyüş yapan, kestiren pek çok insan ile dolup taşmaktaydı.
Göl, daralarak şehrin içlerine de sokulmakta ve Zürih'i ortadan ikiye ayırmakta. Gölün, bir haliç misali şehirle buluştuğu bu bölüme Limmat deniyor. Limmat, üzerinde pek çok köprü ve bir klasik olarak bu köprülere asılmış asma kilitler barındıran hoş bir bölge.
Epey fotojenik manzaralar da sunan göl kenarında turuma devam ettim. Daha önce karşılaşmadığım bir enstrüman eşliğinde sokak müzisyenliği yapan bir adama rast geldim. Daha sonradan, adının “alphorn” olduğunu öğrendiğim bu enstrüman neredeyse bir insan boyundaydı. Upuzun bir boru biçimindeki enstrümanın ucu müzisyenin ağzındaydı. Ağızdan boşalan nefes, uçtan uca genişleyen boru boyunca hareket edip, borunun yere değdiği noktada eğim kazanarak ileri doğru başını uzatan ve iyice genişleyen açık ucundan ses formunda dışarı çıkıyordu. Oldukça heybetli bir ekipmandı.
Dünyanın en heybetli enstrümanı Alphorn...
Kıyı boyunca yürüyüşüme devam ettim. Güzel havanın etkisiyle sokaklar cıvıl cıvıldı. Gölün şehre kattığı müthiş ferahlıktan kopmadan epeyce yürüdüm. Şehrin tramvay hatlarının kesiştiği istasyondan, opera binasından ve bol bol yeşil alandan geçtim. Kıyı boyunca takip ettiğim hattan, ortalık sakinleşmeye başlayınca sapıp üst tarafında kalan paralel caddeden gerisin geri yürüdüm. İlk etapta tenha olan bu cadde beni Old Town'a kadar sürükledi. Old Town, çoğunuzun tahmin edebileceği üzere, araç trafiğine kapalı bir bölge. Bol bol restoran ve kafe bulunmakta. Nispeten daralan sokaklar tarihi binalarla dolu. Kalabalık da bu noktada pik yapmış vaziyette haliyle.
Old Town'ın caddeye bakan tarafında Bizim Leydi Kilisesi bulunmakta. Heybetli olmaktan uzak bu orta boy kilise turistler için şehir manzarası temin eden bir kuleye de sahip. Bu kuleye çıkmak mümkün ama ben çıkmadım. Kilisenin alt katındaki zindan bölümünde bulunan Charlemagne heykeli benim daha çok ilgimi çekti.
Old Town'dan sonra, avane gezmeyi bırakıp Zürih'in kendi adıma esas cazibe noktasına doğru rota çizdim. Burası FIFA World Football Museum'du. Gelmeden evvel bir numaralı yer olarak seçmiştim. Ufak bir şehir turundan evvel doğruca müzeye devam ettim.
Cüzi bir giriş ücreti ile müzeye daldım. Sırt çantamı ve montumu bırakmak için vestiyere yöneldim. Tabi buraya vestiyer demek pek mümkün değil. Soyunma odası gibi bir yer yapmış adamlar. Burada onlarca dolap bulunmakta. Dolapların kapakları, efsane futbolcuların isimleri ile etiketlenerek futbolcuların milliyetlerini temsil eden renklere boyanmış. Shevchenko, Baggio, Drogba ve diğerleri. Bir tanesine eşyalarınızı bırakıp üzerlerindeki anahtarlarla dolabı kitleyerek turunuza başlıyorsunuz.
Müzede neler var? İlk olarak FIFA'ya bağlı tüm ülkelerin milli takım formalarının dizildiği dairesel bir platformdan geçiyorsunuz. Sonrasında çeşitli oyunların bulunduğu bir eğlence alanı var. Bu bölgede, topu belirli yerlere atmak gibi oyunların yanı sıra langırt ve çocuklar için kaydırak gibi şeyler de bulunmakta. Sonrasında, mini bir sinema salonunda Dünya Kupası tarihine dair kısa bir belgesel gösterimi var. Sergi bölümünde her bir Dünya Kupası'nı kazanan takıma ait forma, krampon, flama, fotoğraf gibi eşyaların yer aldığı camekanlar sıralanmış. Bu bölüme dokunmatik ekranlar da yerleştirilmiş. Bunlar vasıtasıyla herhangi bir Dünya Kupası maçının özetini ya da golleri seyredilebilmekte. Sonrasında bir fotoğraf bölümü var. Koca bir kabinin içerisinde, arka planınızı belirleyip fotoğraf çekilebiliyor, bunu da mail adresinize yollayabiliyorsunuz. En sonunda da kupanın kendisi ziyaret edilebiliyor. Bir camekan içerisinde sergilenen kupa gerçek mi yoksa replika mı bilmiyorum. Hangisi olursa olsun, çoğu erkek gibi benim de tüylerimi diken diken eden bir çift büyülü sözcüğün işaret ettiği o kutsal nesne karşımdaydı; Dünya Kupası. Replika dahi olsa bire bir yapılmıştı ve bu bile benim için yeterliydi. Sadece İsviçre seyahatimin değil, tüm seyahat geçmişimdeki en favori anlarımdan biriydi artık bu.
Müzeden ayrıldığımda yavaş yavaş hava kararmaya yüz tutmuştu. Şehrin daha önce geçmediğim bölümlerinde dolandım. Yazının başında da belirttiğim üzere burada tarihi ya da kültürel ciddi bir değer bulunmamakta. Şehrin en büyük zenginliği düzenli caddeleri belki de.
Malum, İsviçre'nin çikolatası meşhur. Ben de gözüme kestirdiğim bir butik çikolatacıdan bir paket çikolata aldım. İçinde çeşit çeşit çikolataların bulunduğu yumruk büyüklüğündeki şeffaf pakete tam tamına 26 Euro ödedim. Evet arkadaşlar, İsviçre pahalı!
İsviçre'nin maddi koşulları gözümü korkutmuştu. Karnımı doyurmak için hesaplı bir yer ararken eski dost Subway'e rastladım. Güzel bir sandviç ve Sprite ile karnımı doyurdum. Yemekten sonra da uzun süre dükkan içinde bekleyip dinlendim. Gün boyu durmadan yürümüştüm ve vücudum teslim bayrağını çekmek üzereydi.
Zürih'te, konaklama problemini Couchsurfing üzerinden çözmüştüm. Stephane isminde, otuzlarının ortasındaki bekâr bir İsviçrelinin evinde kalacaktım. Ancak ev sahibim o gün kayağa gidiyordu ve eve geçmem için saat sekize kadar beklemek zorundaydım. Çaresiz yeniden şehir turuna başladım. Karanlık çökmüş, ayaklarım sızlamaya başlamıştı. Şehrin her tarafına nüfuz eden tramvay istasyonlarından birinde bir tramvaya atladım. Tramvaylar ücretsizdi anladığım kadarıyla. Bilet alınacak bir yer yoktu ve bilet gösterilecek bir aygıt da bulunmuyordu. Ben de hiç numarasına ya da istikametine bakmadan bir tramvaya vurdum kendimi. Tramvayların en arka tarafında bulunan yarım daire şeklindeki kanepelere bir başıma yayıldım. Son durağa kadar gidip gerisin geri döndüm.
Dingin bir Zürih sabahı...
Tramvaylarla eriştiğim ücretsiz şehir turu sayesinde akşamı ettim. Haritadaki konumdan faydalanıp Stephane'ın evine en yakın tramvay durağında inip beş dakikalık bir yürüyüşle beraber evi kolayca buldum. Stephane'ın evi geniş ve derli topluydu. Bana içecek ikram etti. Bir saat kadar sohbet ettik. O da ciddi bir gezgindi. Hatta son olarak Brezilya'ya gitmiş, bu ülkede başına sıkıntılı olaylar bile gelmişti. Bir grup halinde Rio şehrindeki meşhur Kurtarıcı İsa Heykeli'ne gerçekleştirdikleri ziyaretin dönüşünde soyguna uğramışlardı.
Couchsurfing gibi bir servisi kullanmanın ve yerli insanlar ile konaklayıp, onlarla sohbet etmenin en büyük artısı hiç şüphesiz gidilen ülke ve şehirle ilgili başka bir yerde kolay kolay bulunamayacak detay ve tüyolara erişebilme imkânı. Stephane'dan şehirle ilgili pek çok bilgi edindim. En ilginci ise hiç şüphesiz dil mevzusu hakkındaydı. İsviçre'nin birden fazla ana dili olduğunu bilirdim ama bunun gerçek hayattaki yansımaları üzerine hiç kafa patlatmamıştım. Stephane ülkenin ana dili Fransızca olan bölümündenmiş ve bir diğer ana dil Almancayı bilmiyormuş. Haliyle ana dili Almanca olan vatandaşlarıyla konuşmak için İngilizceyi kullanıyorlarmış. Bu konu oldukça şaşırttı beni. Düşünsenize kendi ülkenizdeki bir başka hemşerinizle farklı diller konuşuyorsunuz, anlaşmak için başka bir ortak dile ihtiyaç duyuyorsunuz. Millet bilincini epeyce baltalayan bir durum olsa gerek.
Keyifli bir sohbetin ardından fazla oyalanmadan Stephane'ın yatağa dönüştürdüğü kanepede deliksiz bir uyku çektim. Sabah erkenden kalkıp yola koyuldum. Stephane beni uğurladı.
Önceki gece harita üzerinden bakınıp, Setaphane'ın evinin aslında şehir merkezine çok yakın olduğunu görmüştüm. Bu yüzden tramvaya binmeye hiç tenezzül etmeden tabanları yağladım. On dakika bile geçmeden merkezi istasyon civarına varmıştım. Saat 9 civarıydı ve daha şehir canlanmamıştı. Gerçi günlerden pazar olmasının da etkisi olabilirdi.
Şehrin merkezi bölümünde biraz dolandım. Uçağım öğlene doğru hareket edecekti. Ne yazık ki Zürih'te ancak 24 saat kadar zaman geçirebilecektim. Bu yüzden erkenden trene atlayıp havaalanına döndüm. Tren istasyonundaki dükkanlardan birinden bir iki magnet de alarak questleri tamamlamış oldum.
Zürich Gölü, cömert güneş, ufukta karlı tepeler... Zürih'e dair en güzel manzara!
Sonuç olarak, İsviçre ile ilgili fikirlerimde değişiklik olmamıştı. Bir daha bu ülkeye kolay kolay gitmem. Zaten İsviçre'nin turizm potansiyeli daha ziyade kayak turizminde yatmakta. Her ne kadar ilgi duyuyor olsam da kayak turizmi oldukça pahalı ve zahmetli bir uğraş. Dolayısıyla İsviçre'yi kolay kolay herkese tavsiye etmem. Oldukça pahalı ve tarihi dokudan yoksun bir ülke burası. Sadece Zürih’e gittim biliyorum ama diğer şehirlerin de az çok benzer olduğundan haberdarım. Ancak elbette düzenli caddeleri, şık binaları ve lüks arabaları takdire şayan. Tercih sizin...