12-) Macaristan
16.03.2019 - 17.03.2019
Macaristan seyahatimin çıkış noktasına bakacak olursak evvela Viyana semalarına uzanmamız gerekecek. Önceki yazılarımdan Viyana gezisini okumuş olanlar –varsa öyle birileri- hatırlayacaktır ki Avusturya’ya çekirdek ailemle birlikte gitmiştim. Benim hafta sonu kaçamağı Viyana sınırları dışına taşamamışken yoldaşlarım, benim planıma çöktükleri yetmezmiş gibi bir de kendilerince üzerine ekleme yapma cüretini göstermiş ve Budapeşte’yi de rotalarına eklemişlerdi. Hal böyle olunca onlar Macaristan yollarına koyulmuşlarken benim payıma Viyana metrosunda başı bükük halde memlekete geri dönmek düşmüştü.
Budapeşte de bir hafta sonu kaçamağı olacaktı. Uçak biletini aldıktan sonra kalacak yer arayışlarına koyulmuştum. Ben hostel bakınadurayım, her seyahat öncesi bıkmadan usanmadan hosteller ile ilgili yersiz endişelerini tekrarlayıp daha nitelikli konaklama seçeneklerini güzelleyen peder yeniden işe koyulmuş, bana otel bakmaya başlamıştı. Bu ısrarında, rezervasyonumdan Booking üzerinden yüzde alacak olmasının da payı büyüktü şüphesiz. Bu sefer ben de çok direnmeyip Ibis Hotel’de yer ayırtma fikrine razı geldim.
Budapeşte
Havaalanı dışına çıktığım gibi şehir merkezine giden otobüse yetişmek için kioskların birinden hızlıca bilet aldım. Kuyruğa girip sıram geldiğinde otobüse binmeye yeltendim. Daha kapıda beni karşılayan muavin, biletimi kontrol edip beni kapı dışarı etti. Dediklerinden en ufak bir şey anlamamıştım ki çevremizdeki abilerden biri İngilizce olarak biletimin yanlış olduğunu söyledi. Teşekkür edip tekrar kioska yöneldim. Doğru bileti tespit etmek biraz zahmetli olsa da nihayetinde yeni bir bilet alıp henüz hareket etmemiş otobüse geçtim. Huysuz muavin biletimi tekrar kontrol edip bu kez geçiş izni verdi. Cam kenarı bir koltuğa kurulup hareketi beklemeye koyuldum.
Şehir merkezine henüz yaklaşmışken hemen ilk durakta iniş yaptım. Fazla hesap kitaba girişmeden turuma koyuldum. İlk durağım Macar Milli Müzesi oldu. Durağım dediysem içine girip saatlerce müze gezdim anlamı çıkmasın. Uzaktan fotoğraflarını çekinmekle yetindim.
Başıboş şekilde şehir turuma devam ederken Viyana ve Prag'dakine benzer bir mimarinin hakim olduğunu fark ettim. Birbirlerine yaslanmış, renkli binalar sıralanıyordu sokaklar boyunca. Sonra şehrin en büyük sinagoguna denk geldim. Şöyle bir göz atma niyetiyle ufaktan yanaşıverdim ama içeride tören gibi bir şey yapılıyordu. O yüzden de içine girmeye pek fırsatım olmadı.
Budapeşte’nin dış hatlarında başlayan turum yavaş yavaş şehir merkezine doğru kaymıştı. Şehrin hareketli caddelerine varmıştım artık. Uzaktan gözüme çarpan bir dönme dolaba doğru rota çizdim. Yaklaşınca gördüm ki bu dönme dolap, Singapur ve Londra'daki gibi şehir seyri yaşattırma amacı gütmekteydi.
Anladığım kadarıyla yakınlarda bir yerde tarihi bir etkinlik vardı. Kuvvetle ihtimal sergi benzeri bir şey olmalıydı. Sözünü ettiğim dönme dolabın çevresindeki yeşil alanın duvarlarına tarihi şahsiyetlerin resimleri asılmıştı. İmparator ve hükümdarlardan mütevellit bu resimlerden birinde şu an hangisi olduğunu tam anımsayamadığım bir Osmanlı padişahı da bulunmaktaydı.
Dönme dolabı teğet geçip şehrin kalbi diyebileceğim sokaklara gelmiştim. Fazla geçmeden de Budapeşte'nin en ünlü dini yapısı Sveti Stefan ya da Saint Stephen ya da Aziz Stefan Bazilikası'na çıkardı yollar beni. Elbette bu kez uzaktan bakmakla yetinmeyip içeri girdim. Geleneksel olarak yüksek tavanı kubbe biçiminde yükselirken, duvarları da Hz. İsa ikonaları süslemekteydi. Şehrin bazı ünlü yapılarının maketleri de camekânlar içerisinde sergilenmekteydi. Budapeşte’nin ve hatta tüm Macaristan’ın dini sembolü olan bazilika devasa büyüklükte olmasa da özellikle ışıl ışıl iç dizaynıyla akılda yer ediyordu.
Bazilikanın içinden...
St. Stephen Bazilikası birbirine paralel, trafiğe kapalı ara sokakların ortasında yükselmekteydi. Bu nedenle, konumu itibariyle bir kavşak noktası ya da bir meydan oluşturuyordu. Buradan uzanan kollarda pek çok restoran ve kafe bulunmaktaydı. Bazilikanın ana kapısı, paralel caddeleri keserek ilerleyen ve hepsinden daha geniş olan bir başka caddeye açılmaktaydı. Ben de bu cadde üzerinden ilerleyip çok geçmeden Tuna Nehri kıyısına çıktım.
Doğu Avrupa’nın can damarı Tuna Nehri’nin heybetine hayran olmamak gerçekten elde değil. Macaristan ile beraber bu nehrin kıyısında, yeri geldiğinde de üzerinde dolaştığım ülke sayısı beşe yükseliyordu. Macaristan’da ise Tuna, başkenti ikiye ayırmakta ve bu vesileyle şehri ismine de ilham olmaktaydı. Nehrin doğu tarafında kalan bölümü Peşte adıyla bilinirken batı yakası Buda ya da Budin olarak geçmekte. Budin ismini ortaokul ve lisedeki tarih derslerinden anımsayanlar olacaktır. Osmanlı’nın bölgede egemen olmasından önce Macaristan Krallığı’nın başkenti olarak geçen Budin, Osmanlı kontrolü altına geçince eyalet statüsü kazanmış ve uzun yıllar bu isimle Osmanlı kontrolünde kalmıştı.
Hali hazırda şehrin batı yakasında yani Peşte üzerindeydim. Peşte karşı kıyıya nazaran daha turistik ve daha hareketli. Haliyle daha kalabalık. Şehirde ilgi çeken pek çok lokasyon bu tarafta bulunuyor ki bunlardan biri olan St. Stephen’dan zaten söz etmiştim.
Nehir kıyısında yürüyüşüme devam ederken nehir üzerine yapılmış köprülerden birini kullanarak karşı kıyıya geçtim. Kullandığım Chain Bridge ya da Türkçe mealiyle Zincir Köprüsü veya Zincirli Köprü, diğerlerine kıyasla en ünlü köprüydü. İki geniş ayak tarafından tutulan bu asma köprü, her iki yakasında bulunan aslan büstleri nedeniyle Aslanlı Köprü olarak da bilinir. 1800’lü yılların ortasında yapılan bu köprü, şehirde Tuna üzerine yapılan ilk köprü de aynı zamanda. Bunun öncesinde dubalar yardımıyla iki yaka arasında gidip gelinir ya da sert kış aylarında buz tutan nehir yürüyerek arşınlanırmış. İngiliz mühendisler tarafından yapılan köprünün açılmasıyla Budin ve Peşte nihai olarak birleştirilmiş. II. Dünya Savaşı’nda Alman bombardımanına maruz kalarak yıkılsa da savaş sonrasında orijinaline uygun olarak yeniden yapılmış.
Chain Bridge aynı zamanda şehrin en popüler turistik yerlerinden. Köprüyü yayan olarak geçip manzaranın keyfini sürmek Budapeşte’de yapılabilecek en zevkli aktivitelerden. Şehrin, nehir kıyısına dizilmiş ünlü yapıları köprü üzerinden rahatlıkla izlenebildiği gibi hemen aşağıda akıp giden Tuna’yı seyretmek de ayrı bir keyif.
Budin tarafına geçenleri hareketli bir kavşak ve onun da ötesinde neredeyse doksan derecelik bir açıyla tepeye tırmanan teleferik karşılıyor. Bu teleferik ziyaretçileri zahmetsizce Budin Kalesi’ne ulaştırıyor. Bu kolaylığa karşın pek çok aklı başında turistin faydalandığı teleferiğe burun kıvırarak şahsi enerjimle kaleye tırmanmayı tercih ettim.
Tırmanmak dediysem öyle çok meşakkatli bir şey canlanmasın gözünüzde. Tatlı bir eğim eşliğinde kısa sürede kale sınırlarına ulaşmak mümkün. Zaten kalenin kurulu olduğu tepe şehrin en hakim konumunu teşkil etse de ciddi bir yükseklikten söz etmek mümkün değil.
1200’lerin başından 1700’lerin ortalarına değin uzanan inşa süreci boyunca kale ve çevresi devamlı olarak büyütülüp genişletilmiş, bugünkü şeklini almış. Aslında günümüzdeki vaziyeti bilindik kalelerden ziyade yaşam alanını andırmakta. Surlarla çevrili bölge içerisinde tek katlı binalar, kafeler, hediyelikçiler ve hatta Houdini Müzesi bulunmakta. Kalenin kalbinde ise Matthias Church ya da Matthias Kilisesi yükselmekte. Kilisenin çevresi de kale sınırları dahilindeki en hareketli alan. Banklarda oturan pek çok insan olduğu gibi fotoğraf meraklılarının da en rağbet ettiği bölgelerden biri burası.
Kale avlusundan Matthias Church...
Bu alanın kale surlarıyla buluştuğu bölge de Fisherman’s Bastion, Türkçesiyle Balıkçı Tabyası olarak bilinmekte. İlk nesil TikToker jenerasyonuna mensup 10-12 kişilik bir grup velet yüksek sesle açtıkları şarkılar eşliğinde dans ederken daha nezih tavırdaki turistler tabya önündeki surlara çıkarak şehir manzarasının tadını çıkarmakla meşgullerdi. Ben de manzarayı kayıt altına alırken kalenin bu bölümünün aynı zamanda mimari açıdan da en estetik öğesi olduğuna kanaat getirdim.
Tabyanın bulunduğu alan aynı zamanda kale girişi görevi de görmekteydi. Paralel olarak ilerleyen merdivenler vasıtasıyla yeniden yer seviyesine inip nispeten dar bir sokağın başına vardım. Bu noktada ufak bir tavsiye düşeyim. Kalenin bu bölümü yani Balıkçı Tabya’sına bağlı merdivenler nefis bir kale manzarası sunmakta. Girişi buradan yapıyorsanız zaten fark edeceksiniz ama benim gibi burayı kaleden ayrılırken kullanırsanız manzarayı ıskalamanız olası. Arkanızı dönüp bakmayı unutmayın!
Tabya tarafından kaleyi terk ediyoruz...
Yeniden Tuna kıyılarındaydım. Güneş gün boyunca kendini Budapeşte semalarından gizlediği için kasvetli bir hava vardı. Neyse ki yağmur yağmamıştı ama saatin de iyice geçmesiyle beraber hava soğumaya yüz tuttu.
Nehir üzerindeki köprülerden bir diğerini kullanarak yeniden Peşte tarafına attım kendimi. Bu seferki durağım Parlamento Binası olacaktı. Hiç kuşkusuz bu bina yalnız Budapeşte’nin değil tüm ülkenin sembolü niteliğinde. Nehrin hemen kenarında yükselen bu bina oldukça şatafatlı ve heybetli. Hemen önünde genişçe de bir avlu bulunmakta. Bu avlu havuzlar ve banklar ile dolu. Binanın ana kapısı önüne iki taraflı yerleştirilmiş aslan heykelleri de bulunmakta. Gezip tozma ile uzaktan bile olsa alakası bulunan herhangi bir Instagram sayfasında resmine mutlaka rastlayacağınız bu binayı, ne yalan söyleyeyim, pek de detaylandırmaya mahal yok.
Avlunun bir köşesinde Macar tarihinin önemli figürlerinden Lajos Kossuth’un bir heykeli bulunmakta. “Koşut” olarak okunan ismiyle bu beyefendi 1800’lü yıllarda yaşamış olup Macaristan’ın bağımsızlığında kilit figürlerden biri olarak anılmakta. Habsburg egemenliğinden kurtulmak adına ayaklanan Macar halkına liderlik edenlerden biri olmuş. Ancak bu ayaklanmanın, kendisinin cumhurbaşkanlığı görevini yürüttüğü kısa süreli kısmi özerklik haricinde başarısızlığa uğramasıyla Anadolu’ya sürgüne gönderilmiş. İki yıl kadar süren sürgün hayatını Kütahya’da geçiren Kossuth’un burada kaldığı ev daha sonradan müzeye dönüştürülmüş.
Kossuth, sürgün yıllarında hem Macaristan’ın bağımsızlığı hem de Macarca ile Türkçe arasındaki ilişkiler üzerine kafa yormuş. Tibor Beder, “Türkiye’ye Yaya Seyahat” isimli kitabında hem Kossuth’un bu çalışmaları hem de iki dil arasındaki ilişkiler üzerine pek çok örnek verir. Bunlar arasından bir tanesi “Cebimde çok elma var.” cümlesidir. Beder, bu cümlenin Macarca karşılığını “Zsebemben sok alma van.” olarak verir ve Türkçe bilmeyen herhangi bir Macar’ın bu cümlenin anlamını anlayabileceğini öne sürer. Yazar bu örnekte iki dil arasındaki fonetik benzerlikler kadar iyelik eki kullanımının da ortaklığını açıklar.
Yazar tam bu noktada dil meselesini Fin-Ugor Teorisi ile de bağdaştırmaktan geri durmaz. Bu teori Avrupa’nın kuzeydoğusunda yaşayan halkları aynı kökene bağladığı gibi Macar milletini de bu gruba dahil etmekte. Fin-Ugor Teorisi dil ve lehçe temelli bir sınıflandırma olduğundan ötürü kültürel ve genetik gibi bazı özellikleri geri plana atmakta. Zaten teorinin eleştiriye açık noktası da burası. Buna karşılık Hun hükümdarı Attila’yı “ortak ata” alarak Macarları Türklere bağlayan karşıt bir görüş de mevcuttur ki bu tez de aynı şekilde dilbilimsel açıdan desteklenmektedir. Akademik camia her iki savı da ciddiye alıyor ve üzerinde tartışıyor olsa da bunların arka planında siyasi bir köşe kapmaca olduğu şüphesiz. Fin-Ugor, Macarları Avrupa saflarına katma amacı güderken aksi iddia Macar ulusunu Türk dünyasına dahil etmekte ki bizim ülkemizde değer gören görüş de doğal olarak bu. Macar milletinin kanaati ise ağırlıklı olarak bizden yana olsa da kendilerinin şüphesiz Schengen bölgesinde olmaktan ve Avrupalı muamelesi görmenin keyfini sürmekten pek geri kaldıkları söylenemez.
Gece çökerken Parlamento Binası ışıl ışıl...
Parlamento Binası ziyaretiyle beraber yavaştan günü tamamlama noktasına gelmiştim. Hava kararmış ve soğuk etkisini iyice arttırmıştı. Hareketli caddelere gire çıka otel doğru yola koyulmuştum. Budapeşte haritasını önünüze açıp bir ucu Parlamento Binası, bir ucu St. Stephen Bazilikası, bir ucu da Central Market Hall’a denk gelen bir üçgen oluşturursanız şehrin en hareketli bölgesini ortaya çıkarmış olursunuz ki parlamento sonrası tam olarak bu alanda bulmuştum kendimi.
Hafif yağmur atıştırmasına karşın ortalık pek canlıydı. Sağlı sollu lüks mağazaların kapladığı caddelerde kalabalık had safhadaydı. Derken, git gide yakınlaşan bir müzik sesi çalındı kulağıma. Çok geçmeden iyice belirginleşti. Hemen ötede yaklaşık 15-20 kişilik bir güruhun, ellerindeki basit müzik aletleriyle hem çalıp hem oynadığına şahit oldum. Bu şekilde caddeyi bir ucundan ötekine kat ediyorlardı. Çevredekilerden bazısı danslarına eşlik ederken bazısı da video ya da fotoğraflarını çekmekle yetiniyordu. Çaldıkları şarkı sanki bir ilahiyi andırıyordu ama pek bir şey anlamadım. İnsanların tek tip giyim kuşamından çıkardığım kadarıyla etnik bir gruba ait de olabilirlerdi. Emin değilim.
Otele varıp odama geçtiğimde kendimi yatağa atıverdim. Oldukça yorucu bir gün geride kalmıştı. Hostelin iki katını bile aşan gecelik ücreti öderken tadım kaçmış olsa da o yorgunlukla kendime özel bir odaya sahip olmak çok iyi gelmişti. Her ne kadar hostelleri çok sevsem de otelin sağladığı konforu da arada aramıyor değil insan. Acaba hangisi horluyordur diye odadaki erkekleri değerlendirmek yok, kapıya dayanan olacak endişesiyle tuvalet işini alelacele halletmek yok, sabah namazına müteakip uçağı olan üst ranzadaki arkadaşın en tatlı yerinde uykunun içinden geçmesi yok, gecenin bir yarısı ışığı açan kafası güzel denyolar yok, değerli eşyaları vücudun muhtelif yerlerine zulalama telaşesi yok… Yok!
Ertesi sabah otelin açık büfesinden sağlam bir kahvaltı yaptım. Günün kalanıyla ilgili büyük planlarım yoktu. Budapeşte’yi kafada bitirme gafletine düşmüştüm. Önceki gün dolaştığım yerlere tekrar bir uğrar, kalan iki üç yeri aradan çıkarır, biraz da plansız dolaşır dönüşe geçerim derken ikinci günümün de ilk gün kadar proaktif geçeceğinden habersizdim.
Otelden ayrılır ayrılmaz doğruca Budin tarafına geçtim. Görece daha sakin olan bu bölge, erken saatin de etkisiyle iyice sessizliğe gömülmüştü. Eski sayılabilecek evlerin arasında, kuş cıvıltıları eşliğinde bir müddet turladım. Önceki günün aksine pırıl pırıl parıldıyordu güneş bu kez.
Önceki gün şehrin Budin tarafında bir tepe gözüme ilişmişti. Doruklarında büyükçe bir haç bulunan bu tepeye çıkmayı geceden biraz düşünmüş ama zaman kısıtı nedeniyle vazgeçmiştim. Şimdiyse kendimi şans eseri bu tepenin eteklerinde bulmuştum.
Sözünü ettiğim Gellert Tepesi ismini vakti zamanında Budapeşte’de meydana gelen dini bir isyanda öldürülen Psikopos Gellert’dan almaktaymış. Kendisi isyan zamanında bu tepe yakınlarında bir mevkide öldürüldüğünden buraya ismi verilmiş. Ayrıca Gellert Tepesi’nin eteklerinde bulunan ve Chain Bridge’in Budin girişinde hemen dikkat çeken şehrin en lüks oteli de tepeyle aynı ismi paylaşmakta.
Tepeyi bir müddet arşınladıktan sonra kayaya oyulmuş basık bir mağara önünde buldum kendimi. Kilise görevi gören bu mağaranın içi odacıklar biçiminde olup labirentimsi bir yapıya sahip. İçerisi oldukça sakindi ve bol miktarda mum ile aydınlatılmaktaydı.
Mağara kilisenin sonrasında tırmanışıma devam edip önceki gün gözüme takılan haça ulaşmayı başardım. Ancak o anda fark ettim ki daha önümde tırmanılması gereken epey yol daha vardı. Oldukça dik olan bu tepeye güneşin altında tırmanmak beklediğimden yorucu geçmişti ama kendimi tutamadım. Sanırım tepelere karşı fetişist bir düşkünlüğüm var. Nereye gidersem gideyim oranın en yüksek yeri erişilebilir bir konumsa bir şekilde kendimi orada buluyorum. Zahmetli olsa da zirvedeki manzara ve şehri sınırlarıyla beraber bir bütün olarak izleyebilmek benzersiz bir keyif.
Zorlu parkuru nihayet tamamlayıp zirveye vardığımda Macarların Citadella dedikleri alanda buldum kendimi. Gellert Tepesi’nin zirvesini oluşturan alanın kale surlarıyla çevrilmesiyle ortaya çıkan bu avlu bana rahatça soluklanma imkanı tanımış oldu. Bir müddet nefeslenip alanı turladıktan sonra Citadella sınırları dahilinde kalan ve tepenin uç noktasında bulunan Budapeşte Özgürlük Heykeli’ne yöneldim.
Budapeşte Özgürlük Heykeli, 1947 yılında Nazi istilasının Macaristan’dan temizlenmesi vesilesiyle yapılmış. Kendisinden uzun, dikdörtgen bir kaide üzerinde bulunan heykel kuştüyü benzeri bir figürü iki eliyle birden havaya kaldıran bir kadını betimlemekte. Heykelin iki yanında çok daha küçük iki ayrı heykel daha bulunmakta.
Tüm bu saydıklarım benim nazarımda yalnızca birer bonustan ibaretti. Tüm o tırmanışı yapmamın asıl sebebi şehir manzarasını izlemekti ve Citadella çevresinde dolandıktan sonra en uygun noktayı tespit edip Budapeşte’yi seyre koyuldum. Tuna ile başlayan manzara, şehrin ikonik yapılarını belirgin biçimde içine alarak neredeyse ufka kadar uzanıyordu. Sayısız binanın meydana getirdiği cadde ve sokaklar arasında koşuşturup duran, her biri kendi derdinde binlerce insana tepeden bakmak bana her zaman etkileyici gelmiştir. Yaklaşık 10-15 dakika kadar manzarayı izleyip bolca video ve fotoğraf çektim.
Günlük zamanımın neredeyse tümünü Gellert Tepesi’ne ayırmıştım. İkinci gün için tasarladığım olası ziyaret noktalarım arasında yer alan Kahramanlar Meydanı, Central Market Hall ve Széchenyi Termal Hamamı ne yazık ki yalan olmuştu. Kısa süreli seyahatlerin de en büyük sıkıntılarından biri bu işte. Gidilemeyen, görülemeyen pek çok yer kalıyor geriye. Bunu kabullenmekten başka çare yok. En azından Gellert Tepesi çıkartmam doyurucu geçmişti. O tercihim fos çıkmış olsaydı şu an bu kadar pozitif cümleler kuruyor olmazdım muhtemelen.
Tepeden inişe geçtiğimde ağaçlarla kaplı yılankavi bir yürüyüş yolu karşıladı beni. Geldiğim yönün tersindeki yolu kullanıyordum ve bu yol çok daha tatlı bir eğime sahip olmasına karşın dolambaçlı olduğu için daha uzun sürüyordu. Bu yolun diğerine nazaran çok daha keyifli olduğunu söylememe dahi gerek yok. Yeşillikler içerisinde, ara ara yerleştirilmiş banklarda soluklanarak üstelik de manzara eşliğinde süregiden eğlenceli bir rota burası.
Ne yazık ki uçağım akşam değil de öğleden sonra olduğu için hızlıca Peşte tarafına geçip dönme dolaba doğru yürüdüm. Beni havaalanına götürecek ekspres otobüs buradan kalkacaktı. Bileti alıp tekli koltuğuma oturdum. Hemen karşımdaki ikili sıraya yerleşen Türk çift aralarında Budapeşte değerlendirmesi yaptı yol boyu. Aldırmaz görüntümle çaktırmadan onlara kulak kabarttım.
Macar folkloründen inovatif figürler...
Budapeşte seyahatim aylar önce Almanya üzerinden aldığım çok girişli vizeden faydalandığım son seferim olacaktı. Esasında o zamanlar planlarım bu yönde değildi. Kafamda bir iki olası destinasyon daha vardı ama işler güçler yüzünden o planlar hayata geçemedi. Biletleri dahi alınmış Hırvatistan-Slovenya ile potansiyel Stockholm seyahatleri bu seferlik kısmet olmadı. Sağlık olsun!
Kaçan balıkları çok dert edinmedim. Hayırlısı buymuş. Zaten vizenin hakkını da verdiğimden kuşkum yoktu. Tek bir vizeyle toplamda altı kez Avrupa’ya gitmiş, 8 ülke ve 9 şehir görmüştüm. Vize için ödediğim toplam 80 Euro üzerinden basit bir hesap yapacak olursak; ülke başı ödediğim vize ücreti 80/8=10 Euro’ya denk gelmekteydi. Farkındayım, bu hesap kulağa pek de mantıklı gelmiyor ama sonucu belirsiz bir vize başvurusu için değeri her geçen gün artan Euroları döküp de verim alamamak insanın içine oturur. Fiyat-performans olayı kısacası.
Kapatırken kısa bir değerlendirme yapayım. Budapeşte kendine özgü tarafları olan hoş bir şehir. Özellikle bizim memlekette çok hayranı olduğunu biliyorum. Hun Devleti’ne dayanan tarihi bağlarımız da ister istemez arada bir sıcaklık yaratıyor, kim bilir? Öyle olmasa bile burada geçirdiğim zaman içerisinde beni rahatsız edecek herhangi bir olay yaşamadım ya da öyle bir şeye şahit olmadım. Belki de tek eksik gastronomi alanındaydı. Zira yazının başından beri yeme içme üzerine tek kelam etmedim. Şahsi görüşüm Macar mutfağının zayıf bir mutfak olduğu yönünde. Dahası kendine has bir karakteristiği ya da öne çıkan bir yönü olduğunu da pek düşünmüyorum. Bu nedenle yemek işini memleketten getirdiğim nevaleler ve otel kahvaltısı ile hallettim. En ünlü tarifleri olan ve isminin “kul aşı” kökeninden geldiğine dair tezler ortaya atılan gulaş da pek ilgimi çekmediği gibi İstanbul’da iyisi rahatlıkla bulunabilecek bir yemek.
İlginç bir hissiyatımı da şu ki Budapeşte bana “akşam şehri” gibi geldi nedense. Şehirdeki neredeyse her kayda değer nokta cömertçe aydınlatılmış. Bu da akşam saatlerinde şehrin farklı bir albeni katıyor. Sözün özü; fırsatınız olduğunda Budapeşte’yi görün, kaçırmayın. Ama özellikle Doğu Avrupa’daki rakipleriyle kıyaslandığında bir tık geride kaldığını da unutmayın derim.