13-) Arnavutluk - Karadağ
12.07.2019 - 15.07.2019
Schengen vizemin vadesi dolunca yeni bir vize başvurusunda bulunmaktansa bir müddet vizesiz ülkeleri hedeflemeye karar verdim. Gönlümde yatan aslan Karadağ’dı. Bu ülkenin methini çok duymuştum. Uygun bileti bulunca da kaçırmadım. Hatta Karadağ öncesi, rotaya mini bir Arnavutluk turu ekleme ihtimali de doğdu ki bir taşla iki kuş vurma fırsatına hemen atlayıverdim.
Tiran
İlk durağım Arnavutluk’un başkenti Tiran olacaktı. İsmi, ana dili Arnavutçada “kartal yuvası” anlamına gelen Sqhiperi olarak bilinen bu küçük Balkan ülkesine karşı pek hevesli sayılmazdım. Arnavutluk’a karşı yegane ilgi ve alakam sesine karşı büyük hayranlık beslediğim Dua Lipa’nın memleketi olmasından ileri gelmekteydi. Öyle ki şahsen kendim de Balkan kökenli olduğumdan paralel bir evrende tam da yaşı yaşıma uygun düşen bu berrak sesli hanımefendi ile yollarımız illa ki kesişmiştir diye kendimi avuturum ara ara. Bu kadar ayrıntı yeterli deyip bahsi fazla uzatmadan geçelim.
Her ne kadar Arnavutluk’u Balkan ülkesi olarak tanıtsam da aslında bu çok da doğru sayılmaz. Zira Balkan coğrafyasının çekirdeğini meydana getiren Yugoslavya çıkışlı memleketler arasında olmadığı gibi bu bölgenin ana unsuru olan Slav topluluğuna da mensup değiller. Köken olarak Antik İliryalılar’dan gelmekteler. İliryalılar kimi Yunan kaynaklar tarafından Yunan kabilesi olarak sayılmakta. Bu iddiayı kabul edecek olursak Arnavutların aslen Yunan olduğu sonucuna varırız. Öte yandan Arnavutlar İliryalıların salt Arnavut olduğunu savunmakta ki bu varsayımın biraz fazla cüretkar olduğu açık. Tarafsız tarihçiler ise İliryalıların aslen Yunan olduğunu ancak Arnavutların İliryalılar içerisinde daha özgün bir kabileye mensup olduğunu yazar. Çoğu zaman olduğu gibi gerçek muhtemelen bu üç tezin ortasında bir yerdedir diyip geçelim. Zira girizgahı fazla uzattığımın farkına varıyor ve Arnavut isminin Eski Arnavut dilinde “çiftçi” anlamına geldiği notunu da düşerek aksiyona dalış yapıyorum.
Kısa bir uçuşun ardından iniş yaptığım Tiran Uluslararası Havalimanı’nda aprondan inip terminale geçiş yapar yapmaz pasaport kontrolü ile karşılaştım. Öyle ki neredeyse uçaktan iner inmez kontrole almaya niyetlilerdi sanki. Kısa sürede sıra bana geldi. Görevli memurun yönelttiği “Neden geldiniz?”, “İlk defa mı geliyorsunuz?” gibi beylik soruları standart cevaplarla karşıladım. Ardından her nedense konaklama ve ulaşım ile ilgili belgelerimi görmek istedi. Açıkçası hazırlıksız yakalandım. Debdebeli bir kontrolden geçmeyeli epey zaman olmuştu. Neyse ki herhangi bir eksiğim yoktu. Tiran’daki hostel rezervasyonum ile Budva otobüs biletimi teslim ettim. Herifçioğlu bunlarla yetinmeyip Türkiye’ye dönüş biletimi de görmek istedi. Açıkçası bu noktada biraz uyuz oldum. Senin memleketini ilgilendiren her türlü bilgi ve belgeyi sunmuşum, sana ne gerisinden? Düşünecekse de onu Karadağlılar düşünsün. Memnuniyetsizliğimi belli eder bir edayla dönüş uçağıma dair mesaj ve ekran görüntüsünü gösterdim.
En nihayetinde, sorgulayacak başka bir verisi kalmayan memur geçiş iznimi bahşetti. Etti etmesine ama havalimanının çıkışına doğru her ne hikmetse damgayı kontrol edesim geldi. Pasaportu ne kadar kurcalasam da Arnavutluk’a giriş damgasını bulamadım. Meseleyi danışacak birini de bulamadığımdan kendimce deliller üretmeye giriştim. Havalimanında fotoğraf çekip, döviz bozdurma işleminin faturası ile otobüs fişini itinayla ayırıp çıkışta yaşanacak muhtemel bir sıkıntıya hazırlık yaptım.
İskender Bey Meydanı... Tiran'ın kalbi...
Yapacak bir şey olmadığından şehir merkezine giden otobüsüme geçtim. 15 dakika gibi kısa bir sürede Tiran’ın kalbi diyebileceğim İskender Bey Meydanı’nda otobüsten indim. Fazla oyalanmadan hostele doğru yola koyuldum.
Kolayca bulduğum hostel anladığım kadarıyla kısmen de olsa illegal bir işletmeydi. Binasıyla ne yapacağını çözemeyen Arnavut’un teki, aklına esmiş de burayı bir hostele çevirmişti sanki. Sırık gibi bir Arnavut beni karşılayıp giriş işlemimi yaptı. Kafası her daim dumanlıymış gibi gezen bu abimizle sonrasında kısa bir hasbihal etme fırsatım olacaktı. Türkiye’den olduğumu görünce ekstra ilgi göstermişti zaten. Meğer bu abimiz zamanında İstanbul Maltepe’de yaşamış ve müzisyenlik yapmış.
Üç adet ranza ve ekstra ücret istenen dolaplar ile devasa bir vantilatörün bulunduğu odadaki boş yataklardan birine kuruldum. Üzerimi değiştirip kısa bir tuvalet molası verdim. Ertesi gün erkenden Tiran’dan ayrılacaktım. Haliyle vakit kaybetme lüksüm çok yoktu. Hızlıca dışarı attım kendimi.
Merkeze doğru yürüyüp geniş bir caddenin çevresinde uzanan yeşil alanlardan ibaret bölgelerde dolandım. Kale olarak geçen ancak düzayak ziyaret edilen ve herhangi bir tarihi değer ihtiva etmediği gibi açık hava avm işlevi görmekten öteye gidemeyen bir meydandan geçtim. Şehrin kalbi olduğunu önceden de vurguladığım İskender Bey Meydanı’na çıktığımda burayı şehrin yegane görülesi yeri olarak addettim. Oldukça geniş olan bu meydan 40.000 m² ebatında. Adını Arnavutların milli kahramanı İskender Bey’den alan meydanın etrafında büyük bir otel, opera binası ve Ulusal Tarih Müzesi de bulunmakta. Burası aynı zamanda bir etkinlik alanı olarak da kullanılmakta. Benim ziyaret ettiğim saatte alanda Nike firması tarafından pek çok irili ufaklı stand ve meydanın göbeğine bir sahne kurulmaktaydı.
Meydanın bir köşesinde İskender Bey’in atı üzerinde tasvir edildiği anıtı bulunmakta. Bu meşhur zat 1400’lü yılların ilk yarısında yaşamış ve gençliğini Osmanlı sarayında rehine olarak geçirmiş. Saray yıllarında Müslüman olduktan sonra İskender adını almış ki gerçek adı olan Ggergy tamamen unutulup yeni ismiyle bilinir olmuş. Kendisini ünlü ve kahraman yapan şey ise Fatih Sultan Mehmet’e karşı ortaya koyduğu direniş. Arnavutluk’un dağlarla kaplı zorlu coğrafyasından sonuna kadar faydalanarak Osmanlı’ya karşı yıllarca süren bir gerilla savaşı yürüten İskender Bey, yurdunun Osmanlı egemenliği altına girmesine son nefesine kadar mani olmuş. Fatih tarafından alt edilememesi ne kadar büyük bir askeri ve siyasi deha olduğunun en net göstergesidir. Arnavutluk ancak onun ölümünden sonra Osmanlı yurdu olmuş, gösterdiği liderlik sayesinde ulusunun milli kahramanı haline gelmiştir.
Akşam yemeği için TripAadvisor’dan bulduğum bir restoranta gittim. Zengin ve geleneksel menül iştahımı kabartmıştı. Sipariş vermeden evvel garsona kredi kartı kabul edip etmediklerini sordum. Aldığım hayır cevabı moralimi epey bozdu. Arnavutluk’ta kredi kartı kullanımının yaygın olmadığına dair aldığım istihbaratlar beni tedbirli olmaya itmişti ki henüz ilk denemede istihbaratın ne denli isabetli olduğu ortaya çıkmış oldu. Çaresiz, mideyi ortalama bir dönercide doldurmak zorunda kaldım.
Bu noktada sözü fazla uzatmayıp şehirdeki görülesi yerleri kısaca özetleyeceğim. Zira Arnavutluk bölümünü hızlıca kapatma niyetindeyim.
Cloud Pavillion bir sanatçının ellerinden çıkmış, bütünüyle işlevsiz bir demir yığını. Açık tasvirini ancak Balzac ya da Tolkien’ın yapabileceği eğri büğrü bir kompozisyon. Bu yüzden merak edenlerin Google’a başvurmasını rica edeceğim. Friendship Monument, Arnavutluk ile Kuveyt’in dostluğunu vurgulayan bir başka kaotik eser. Arnavutluk ile Kuveyt'in bir sanat eseri ile taçlandırılacak kadar derin dostluğu nerede ve nasıl kurmuş olabileceği ayrı bir soru işareti. Tanners’ Bridge Bosna Hersek’in Mostar şehrindeki o meşhur köprünün minyatür hali. Altından akan bir su kütlesi bile bulunmadığından neye hizmet ettiğini pek çözemedim. TID Tower eğer ki mimar olsaydım belki size hakkında söyleyebilecek şeyler bulabileceğim dış yüzeyi girintilerle bezenmiş bir bina. Baitul Awwal Camisi kubbesiz olması itibariyle ilgimi celp eden şehrin önemli camilerinden.
Saat 23:00 gibi hostele döndüm. Rastgele bir büfeden aldığım abur cuburu mideye indirip uyku durumuna geçtim. Odada, yatışımı müteakip yerleşen çifti saymazsak başka kimsecikler yoktu.
Sabah erkenden kalkıp hazırlandım. Çıkmadan evvel ücreti ödemem gerekecekti çünkü önceki gün -yine kredi kartı sorunsalı- ödemeyi yapamamıştım. Şimdi de ödeme yapacak kimseyi bulamıyordum.
Cloud Pavillion. Yorum sizin...
Parayı vermeden sıvışmak ve bu kayıtsızlığını hostel yönetiminin yanına bırakmamak aklımdan geçmedi değil. Ama bu hareketin kayıtlı kredi kartımdan -muhtemelen üstüne ekstralar bindirilerek- çekilecek bir ödemeyle telafi edilmesi gayet olasıydı. Elimde kalan parayı ne yapacağımı kara kara düşünürken yastığımın altına oda anahtarlarıyla beraber bırakmayı uygun buldum. Paranın gitmesi gereken yere ulaşmasını ummaktan başka çarem yoktu. Yan ranzadaki çiftin durumu fark edip paraya çökmeleri ya da eğer varsa temizlik görevlilerinin parayı iç etmeleri tehdidi de söz konusuydu. Baştan çıkarıcı koşullara inat, onurlu davranışımın üzerine bir de kartımdan para çekilmesi ile karşı karşıya kalmak istemezdim.
İlk başta hayli uzun görünen otogar yolunun o kadar da uzun olmadığını fark edip yürümeye karar verdim. Sabah saat 07:00 sularıydı ve yataktan kalkarken çekilen azabı ayrı tutarsak günün bu saatlerini gerçekten severim. Ortalık genellikle sakindir, kuşlar ötüşür ve sabah güneşinin ferahlığı öğlen güneşinin ağırlığı ya da akşam güneşinin hüznünden münezzehtir.
Altı saat kadar sürecek yolculuğumu gerçekleştireceğim otobüse geçmeden tavuklu bir sandviç ve portakallı bir meyve suyu ile kahvaltımı yaptım. Beklentimin aksine hiç de köhne ve konforsuz olmayan otobüste yolculuk oldukça rahat geçti. Sınıra oldukça yakın konumda bulunan bir başka Arnavutluk şehri olan İşkodra’da 15 dakikalık bir mola verdik. Şehrin merkezinde verdiğimiz bu mola şehre yönelik bir “teaser” mahiyetindeydi sanki. İlk intibam olumluydu ancak bu intibanın pek sınırlı bir deneyimin sonucu olduğunu unutmamak gerek.
Karadağ sınırına varmak üzereydik ve beni hafif bir telaş almaya başlamıştı. Girişteki damga krizi bütün bir gün boyunca aklımda soru işareti olarak kalmıştı. Sınıra varmak üzere olduğum o anlarda gerilim dozunun arttığını rahatça söyleyebilirim.
Arnavutluk çıkışında otobüsümüz durdu ve içeri giren meymenetsiz memur pasaportları teker teker toplarken bir taraftan da göz ucuyla ön kontrol yapıyordu. Benim pasaportu eline aldığında kabaca sayfaları çevirip “Where is visa?” diye sordu. Korktuğum başıma geliyordu. “Ne vizesi?” mealinde bir cevap verdim. Aptala mı yatmaya çalıştım yoksa şans meleklerinin ortaya çıkıp yardımıma koşmasını mı umdum orasından tam emin değilim. Görevli beni fazla uğraştırmadan pasaportumu alıp devam etti. Elimdeki belgelerin üzerinden geçip olası sıkıntılar karşısında kendimi hazırlamaya ve muhtemel sorulara yönelik doyurucu yanıtlar tasarlamaya başladım. Nihayetinde pasaportum sorunsuz şekilde geri döndü. Hızlıca karıştırdığımda çıkış damgasının da olmadığını gördüm. Şimdi de önceden pek hesap etmediğim Karadağ girişi problemiyle karşı karşıya kalmıştım. O ana kadar temel meselem Arnavutluk çıkışı odaklıydı. En iyi senaryoda çıkış damgası alırım ve çıkış damgası sayesinde Karadağ’da sorun yaşamam mantığındaydım. Şimdi yepyeni bir problem peyda olmuştu işte. Karadağlılar ya kalkıp da “Geldiğin ülkenin damgası yok. Hayırdır?” ayarında bir arıza çıkarırlarsa ne yapacaktım? “Size ne kardeşim Arnavutluk’tan? Sınır orada, git onlara sor!” diyemezdim ya. Neyse ki orada da problem olmadı. Kapı gibi giriş damgası ile tasdiklenmiş pasaportum sorunsuzca elime geçti.
Sonradan öğrendiğime göre bazı ülkelerin damga vurma adeti pek yokmuş. Özellikle çipli pasaportlar çıktığından beri her şey dijital ortamda mevcut olduğundan damga vurmak da eskisi kadar elzem bir husus olmaktan çıkmış. Elbette onca Avrupa ülkesinde patır patır damgaları toplarken bu deneyimi Arnavutluk’ta yaşamış olmak şaşırtıcı oldu. Öte yandan ben ve benim gibiler için envai çeşit renk, biçim ve alfabeden oluşmuş damgaları pasaportta biriktirmenin neredeyse bir tutku olduğunu atlamamak gerek. Sayfaların hızlıca karıştırılması ve eskiyen yaprakları doldurmuş damgaların her birinin adeta birer anıyı canlandırması bu işin en keyifli taraflarından olduğu gibi bana kalırsa aynı zamanda bir nişanedir de. Her bir damga mazide kalmış bir maceranın madalyasıdır sanki.
Budva
Kazasız belasız Karadağ’a vardım sonunda. Yaşı yetenler bu memeleketi Sırbistan Karadağ zamanlarından da hatırlayacaklardır eminim. Aslında oldukça genç olan bu ülke 2006 yılında Sırbistan’dan ayrılarak bağımsız hale geldi. Anlayacağınız henüz ergenlik dönemlerini yaşayan bir ülkeye giriş yapıyoruz. Elimi öp Karadağ, ağabeyin geldi...
Karadağ’a giriş yaptıktan hemen sonra yol, seyrine doyum olmaz bir hale büründü. Ülkenin kıyı şeridi boyunca ilerleyip irili ufaklı pek çok yerleşim yerini geride bırakarak öğleyi biraz geçe Budva’ya ulaştık. Karadağ’ın başkenti Podgorica’yı pas geçmeye karar vermiş ve seyahatimin zirve noktası olacağına inandığım Kotor’dan evvel Budva’yı sıraya koymuştum. Bu iki şehir yani Kotor ve Budva sanki kuru ile pilav, Arçil ile Şota, Nolan ile Zimmer... Ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüşler ve sadece Türkiye’den değil pek çok ülkeden gelen turistlerin bölgedeki uğrak yerleri olmuşlar. Kotor olmadan Budva, Budva olmadan Kotor düşünülemez sanki.
Karadağ sahil şeridi...
İlk durak Budva. Minyatür boyuttaki otogarda iner inmez akşam için Kotor’a bir bilet aldım. Budva’da kalmak gibi bir niyetim yoktu. Fazlalık çantalarımı emanet dolabına kilitleyip yola düştüm. Budva sınırlarına girer girmez karşımda bulduğum manzara tipik bir yazlık belde ile tam tamına uyumluydu. Kısa boylu ve muhakkak balkonlu beyaz binalar, Arnavut kaldırımı yollar, terliklerle dolaşan yerliler, parıl parıl bir güneş ve çıt çıkmayan sokak araları... Zaten çok geçmeden sahile de ulaştım. Oldukça uzun bir sahil şeridi ve canlı bir plaj karşıladı beni. Kumsal boyunca yürüyüp güneşlenen, denize giren ya da sahil yolundaki seyyar satıcılardan atıştırmalıklar satın alan insanları seyrettim.
Sahilin sonuna yaklaştığımda oteller ve restoranlar hem nitelik hem de nicelik anlamında artış gösterdi. En uçta bulunan avluda kurulan sahne akşamki etkinliğin habercisiydi. Bu avludan geçip sahil hattının köşesinde yer alan Old Town’a vardım. Nispeten surlarla çevrili bu bölge eski tip mimarisi ve daracık sokaklarıyla standart bir Orta Çağ ambiyansı uyandırıyor. Şehrin en turistik yerinin de zaten burası olduğunu söylememe gerek bile yok.
Sokaklar boyunca pek çok hediyelik eşyacı, lokanta, kafe de mevcut. Aynı zamanda ziyaretçilerin manzaranın tadını çıkarabileceği gözlem noktaları ve seyir terasları da Old Town içerisinde yer almakta. Lakin şirin ve hareketli bu alan oldukça ufak. Sakin tempoda turlamak yarım saat bile sürmeyecektir.
Old Town çıkışında kâh hararetimi alacak meşrubatlar tüketerek kâh denize giren insanları seyrederek geldiğim yoldan gerisin geri yürüdüm. Ne yalan söyleyeyim, çok bir beklentim olmamasına karşın Budva’da aradığımı bulamamıştım. Budva bence deniz-kum-güneş odaklı bir balayı adresi arayışında olanlar için ideal. Sahil hattında güzel oteller ve deniz ürünü temelli menüler sunan restoranlar mevcut. Deniz de hemen yanı başınızda. Ancak bana sorarsanız bundan fazlasını barındırmayan bir şehir Budva.
Budva’da konaklama yapmama kararımın ne kadar doğru olduğunun sevinciyle Kotor yoluna koyuluverdim. Sadece 22 kilometre mesafedeki Kotor’a ulaşmak yarım saat sürdü. Bununla beraber şehrin nispeten dışında sayılabilecek otogardan şehir merkezine yürümek de yaklaşık 15-20 dakikamı aldı. Neticede, güneş henüz batmaya yüz tutmuşken Kotor’a varmıştım.
Kotor
Kotor Körfezi'nden...
Kotor hakkında bilginiz yok ise hemen bu eşsiz satırlarda kaybolmaya ara verip internetten Kotor’un coğrafi konumuna bir göz atın derim. Kotor gerçekten de çok özgün bir coğrafyada kurulu. Bir değil iki tane boğaz ile denize açılan Kotor Körfezi’nin köşesinde bulunmakta şehir. Dört bir yanı da dağlarla çevrilmiş vaziyette. Anlayacağınız o ki benzerine kolay rastlanamayacak, oldukça özgün ve geçmiş yüzyılların bakış açısına göre epey korunaklı ve stratejik bir yerleşke.
Kotor’da şehrin kalbinin attığı yer Old Town. Körfezin hemen kıyısında, boydan boya surlarla çevrili Old Town yer yer geniş meydanlarla yer yer de dar sokaklardan oluşmakta. Kale kapılarından içeri girdiğimde beni karşılayan manzaraya adeta hayran oldum. Sizi uzay ve zamandan koparıp bambaşka bir dünyaya atıveriyor sanki. Renkler ve binalar öylesine estetik ve göz alıcı ki hayran kalmamak inanın elde değil.
Kalacağım hostel Old Town sınırları dahilindeydi. Ekstra bir arayışa gerek duymadan kısa sürede hosteli buluverdim. Hemen yanı başında Saint Nicholas Kilisesi ve onun önündeki orta boy avluyla oldukça hoş bir lokasyonda yer alıyordu. Hemen girişi yapıp ranzalardan birine eşyalarımı bırakıp kendimi dışarı attım. Fazla zahmete girmeden, Old Town içerisinde kafama göre turlamaktı niyetim. Bir taraftan da iyice kazınmaya başlayan midemin derdine düşmüştüm.
Hemen yanı başında sokak müzisyenlerinin sakin parçalar çaldığı Bokun isimli restorana kuruldum. Izgarada pişmiş, peynir dolgulu baby kalamarlar ile adeta bir ziyafet çektim kendime. Güzel bir yemek, hoş bir ambiyans, hafif bir müzik, otantik bir şehir... Keyfime diyecek yoktu.
O akşamı kale surları içerisinde bol bol yürüyüş yaparak geçirdim. Bezdirecek bir kalabalık olmasa da tatlı bir canlılık vardı çevrede. Işıklandırma göz yormuyor, güruhun yarattığı ses kulak tırmalamıyordu. Sözün özü, Kotor Old Town insanın ömrünü geçirmekten sıkılmayacağı yerlerden biriydi.
Old Town içlerindeki hostelim...
Ertesi gün, hostelimin yanı başındaki kilisenin çanları sağ olsun epey erkenden uyandım. Önümde iki ayrı hedefim vardı. İlk olarak kale duvarlarının dışına çıkıp körfez hattının meydana getirdiği sahil şeridini takip ettim. Körfezin ortasında demirli koca bir Cruise gemisinin yanında oyuncak gibi görünen kayıklar dağınık biçimde bağlanmışlardı sahile. Yer yer iskeleler ve insanların denize girmek için faydalanacağı kumul cepler göze çarpıyordu. Bununla beraber denize giren insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Zaten Kotor ve çevresi pek de bu amaca uygun değildi. Budva, Tivat, Perast gibi çevre beldeler bu bakımdan daha tercih edilebilir destinasyonlar olmakla beraber Kotor’da denize girmekte herhangi bir mahsur yoktu. Issız iskelelerden birinin ucunda oturup ayaklarımı çivi gibi soğuk denize sokmakla yetindim. Yaklaşık yarım saat kadar orada oturup manzaranın ve doğanın tadını çıkardım.
Günün ikinci hedefi ise ilkine nazaran çok daha zorluydu; Kotor Kalesi. 8 Euro karşılığında giriş yapılan bu kale hiç de bildiğimiz kalelerden değil. Neredeyse dağın zirvesinde bulunan kaleye ulaşmak için -sıkı durun- tam 1355 basamak çıkmanız gerek. Esasında bu bir kale ziyareti değil dağ tırmanışı anlayacağınız.
Kotor Kalesi’ne tırmanma niyetinde olanlar için ideal vakitler sabahın erken saatleri ya da gün batımı. Öğlen güneşi altında kaleye tırmanmaya kalkışırsanız pastırma gibi olmanız kaçınılmaz.
Elbette zirveye kadar çıkmak zorunda değilsiniz. Etkileyici manzaralar yolun yarısında kendini belli ediyor. Pek çok ziyaretçi de en tepeye kadar çıkmayıp bu kısımlar ile yetiniyor. Ancak eğer ki önceki yazılarımı okumuş iseniz oralarda pek çok kez zikrettiğim üzere pençesinden sıyrılamadığım yükseklik fetişimin beni en tepeye varmadan rahat bırakmayacağını tahmin edebilirsiniz. Haliyle benim için tırmanışı yarıda bırakmak seçenek dahilinde olamazdı. Orta tempoda tırmanışımı tamamlayıp kaleye vardım. Bu bölüm aslında birbirine entegre bir kaç avludan ibaret ve kale tanımına pek de uymuyor. Zaten burayı kale olarak değil de tahkimat olarak isimlendirenler de mevcut ki ben de bu fikre katılmaktayım.
Öte yandan bu ayrıntılar bizler için önemsiz. Zira o kadar yükseğe Kotor Kalesi’nin kalıntılarını incelemeye çıkan olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Herkesin derdi manzara ki bu oldukça doğal bir durum.
Tepeye vardığımda kısa bir soluklanma molası verdim. Kendime güzel bir konum seçip o muhteşem manzaranın tadını çıkarmaya koyuldum. Şehrin çevresinde sıralanan dağların arasından kıvrılan körfezin ortaya çıkardığı manzara tek kelimeyle benzersiz. Şehrin özgün coğrafi konumunu takdir etmek bu yükseklikten çok daha kolay.
Sadece bu da değil, Old Town’ı da buradan seyretmek ayrı bir zevk. Şehrin surları net biçimde seçilebildiği gibi sur içerisinde kalan bölgenin dışarıdan nasıl ayrıldığını, içerideki yapıların karakteristik olarak nasıl göze çarptığını keşfetmek harika bir his.
Zirvede yaklaşık 1.5 saat kadar zaman geçirdim. Manzarayı doya doya seyredip bolca fotoğraf çektim ki Gastroseyyah’ın “Ben Kimim?” sayfasında yer alan resmim de buradan bir hatıra olup en beğendiğim 2-3 fotoğrafımdan biridir.
Körfez’in Old Town çevresinde son bir tur atıp Old Town içerisinde de son bir yürüyüş ile beraber günü tamamladım. Ertesi gün erkenden yolculuk vardı. Hafif atıştırmalıklarla geçiştirip güzel bir duşun ardından kendimi uykuya bırakıverdim.
Sabah henüz güneş doğmamışken uyanıp hostelden ayrıldım. Otogara kadar yürüyüp beni Podgorica Havalimanı’na götürecek otobüsüme bindim. Ayrılma vakti gelmişti.
İzninizle kapanış bölümüne geçiyorum. Tiran Kişinev’den sonra gördüğüm en boş şehir olabilir. Budva ise çok iyi bir balayı seçeneğinden öteye geçmez. Bu iki şehri bu ifadelerle geçip direk Kotor’a geliyorum. Kotor gerçekten benzersiz bir şehir. Kanımca Karadağ değil de Hırvatistan, İtalya gibi ülkelerin sınırlarında olsaydı ünü çok daha meşhur Avrupa şehirleriyle yarışırdı. Kendi adıma Avrupa’daki en güzide şehirlerden biri olarak görüyor ve herkesi açık açık Kotor’a davet ediyorum. Yarın bir gün AB’ye falan girerler de vizesiz gidemezsiniz, ayık olun!
Sitemizin isminin hakkını verme babında şu son sözlerimi de ekleyeyim. Hem Arnavutluk hem de Karadağ gelişmiş mutfak kültürlerine sahip ülkeler değiller. Her ikisi de İtalyan etkisi altındalar bu bakımdan. Özelikle Karadağ’da mutfak, deniz ürünleri ve pizza ile makarnada ibaret diyebiliriz. Bu bakımdan Balkan coğrafyasının da genel özelliklerini pek taşımadıkları ortada. O yüzden gastronomik anlamda beklentiye girmeden tüm heves ve heyecanınızı Kotor’a yöneltin.