14-) Ürdün
Happy people have no stories.
Umberto Eco
20.09.2019 - 23.09.2019
Bir yaz günü, gelen kutuma düşen bir e-postanın afyonumu patlatmasıyla çıktım yatağımdan. Pegasus’tan gelen mail yaklaşmakta olan “1 bilet alana 1 bilet bedava” kampanyasını muştulamaktaydı. Kampanyadan optimum fayda sağlamak adına iki tam gün boyunca elimde kalem kağıt çalıştım durdum. En doğru rotayı, en uygun fiyat ve zamanlama ile koparabilmek adına sayısız kombinasyonu test ettim. Nihayetinde Ürdün’e bir bilet alıp bedava bileti de ilerleyen aylarda Kırgızistan için kullanmakta karar kıldım.
Yolculuk zamanım geldiğinde sabahın ilk ışıklarıyla yola düştüm. Ankara aktarmalı uçuşum Sabiha Gökçen’den başlayacaktı. Ankara’daki aktarmada yaklaşık 3 saat kadar oyalanmam gerekiyordu. Bu süreyi verimli kullanmak için geceden kendimi epeyce uykusuz bırakmıştım. Bu sayede bütün aktarmayı uykuya yedirmekte sıkıntı çekmedim. Hele bir de nereden geldiğini idrak edemediğim hafif enstrümental parçalar da deliksiz uykuma ninni misali eşlik ettiler.
Amman'da pasaport kontrolünden sıkıntısız şekilde geçip zaman kaybetmeden Budget ofisine yöneldim. Yola çıkmadan evvel Budget üzerinden araba kiralamıştım ve niyetim Ürdün seyahatini arabayla geçekleştirmekti. Dönüşte de yine havaalanına aracı teslim edecek ve ulaşım konusunu tur boyunca dert etmekten kendimi kurtaracaktım. Diğer turistler de benimle benzer düşünmüş olacaklar ki sadece Budget değil, sıra sıra dizilmiş tüm araç kiralama ofislerinin önünde alabildiğine kuyruklar uzanmaktaydı. Budget kuyruğuna geçip uflaya puflaya beklemeye başladım.
Abartısız söylüyorum, yaklaşık 1 saat kadar sıra bekledim. Değerli dakikalarım su gibi akıp gitti sıram gelene kadar. En sonunda görevliye ulaşmayı başardım ki elde araç kalmadığı bilgisiyle karşılaştım. Umursamaz tavırlarla sunulan bu beyan buram buram üç kağıt kokuyordu. Rezervasyonu önceden yaptığımı falan izah etmeye çalışsam da nafile. Henüz daha seyahatin en başında böyle bir aksaklık yaşamak tadımı kaçırmıştı.
Hızlıca diğer acenteleri denemeye karar verdim. İlk denemem boşa çıktıktan sonra Avis yetkilileri ellerinde son bir aracın kaldığını söylediler. Nasıl olurdu da koca havalimanındaki o kadar firmanın elinde hiç araç kalmazdı, anlamak mümkün değil. Avis’in elinde kalan o son araca talip oldum. Gıcır gıcır bir Mazda 6 çektiler altıma. Öyle ki aracın içerisindeki bazı jelatinler bile yerli yerinde durmaktaydı. Fabrikadan çıkıp bana getirmişlerdi sanki arabayı.
Araca iyice yerleşip kendimi hazırladım. Otomatik vites kullanmaya pek alışık değildim. Dahası, bu kadar son model bir araca da aşina sayılmazdım. Özellikle el freniyle üç gün boyunca epey cebelleşmem gerekecekti. El freni bildiğimiz manada kaldırıp indirmeli değil de yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan tuşlu usuldendi. Üstelik çalışma prensibi, çözemediğim bir otomatik hüviyete sahipti.
Çok geçmeden kendimi çölün ortasında buluverdim. İki tarafında göz alabildiğine uzanan kumul tepeleri olan otoyolun benim gibi yabancıları endişeye düşürmemesi işten bile değil. Tek tük rastlanan benzin istasyonları haricinde herhangi bir yapı ya da tesise rastlamak mümkün olmadığı gibi yer yer çevreden saçılan kum ve tozlar ile kaplanan yol da kesintisiz bir odaklanma talep etmekteydi. Dahası yolun büyük bölümünü herhangi bir başka aracın varlığından yoksun biçimde tek başıma almaktaydım. Kendimi çok hızlı ve beklenmedik biçimde çölde buluvermiştim.
Vaziyetin yüreğimde yarattığı heyecan ve endişe birbirine karışmış biçimde yol almaktayken tüylerimi diken diken eden bir detay dank ediverdi kafaya. Lanet olasıca arabanın yakıt tipini sormayı unutmuştum. Dizel? Benzinli? Gazlı? Hızlıca aracın ruhsatını karıştırdığımda her şeyin Arapça yazıldığını gördüm ve aradığım cevabı bulamadım. Fırsat bulduğumda depo kapağını da kontrol ettim ancak yine sonuç alamadım. Bu gerilim ertesi güne dek sürecekti ne yazık ki!
Hazır yeri gelmişken biraz Ürdün trafiğinden daha doğrusu trafik kurallarından yakınayım. Bir üst paragrafta ülkenin otoyolunun durumunu kısaca özetlemiştim. Geniş ve bakımlı yollar nadiren virajlarla kesiliyor, uzun düzlükler ülkemin İç Anadolu yollarını andırıyordu. Böyle bir yolda hız sınırının kaç olmasını beklersiniz? En iyi ihtimalle bizdeki gibi 120-140 civarlarında bir şey canlanıyordur muhtemelen akıllarda. Oysa doğru cevap bunların çok altında, 100. Saatte 100 km! Hiçliğin ortasında gibi hissettiren yolda hız sınırı sadece 100 km/h! Buna bir de 30 kilometrede bir yerleştirilen kontrol noktalarını ekleyin. Sürekli ve devamlı bir kontrol. Evet bunların çoğunda durup denetlenmiyorsunuz ama hızınızı 40-50 seviyelerine indirmeniz gerekiyor doğal olarak. Buna bir de özellikle şehir merkezlerindeki körden hallice şoförler ile otoyol haricinde kalan bozuk yolları ekleyin. Yetmedi mi? Ülkeyi neredeyse boydan boya arşınlamış biri olarak ancak bir elin parmaklarını aşmayacak kadar trafik lambası ile karşılaşmış olduğum gerçeğini de atlamayayım. Anlayacağınız Ürdün’de araba kullanmak gerçek bir zulüm, gerçek bir keşmekeş!
Durumdan iyice şikayetçi hale gelmişken başıma bir de trafik cezası çıktı. Sayısız polis kontrolünden birinde durduruldum. İlkokul seviyesindeki beylik ifadelerden ibaret İngilizce seviyesine sahip polislerle garip bir konuşma geçti aramızda. Türk olduğumu pasaportum vasıtasıyla öğrendiklerinde ettikleri tebessüm beni biraz umutlandırdı. Buna rağmen ceza yemekten kurtulamadım. Cezanın nedenini öğrenmeye çabaladığımda ise çok yavaş gittiğim cevabıyla karşılaştım. 100 km/h hız sınırı olan yolda çok yavaş gittiğim için mi ceza yiyordum yani? “Fast” ile “slow” kelimelerini karıştırmış olduklarını düşündüm ama yine saçmaydı. Çünkü hem Google Translate marifetiyle gerekçeyi açıklamışlardı hem de kendim, hızımı yol boyunca kontrol altında tutmuş, el diyarında özellikle kuralları çiğnemekten kaçınmıştım. Sanırım turist bulmuşken kitlemek istediler. Başka bir izahat bulamıyorum.
20 Dinar cezayı yedikten sonra tepem iyiden iyiye atmaya başladı. Taş çatlasın 2-2.5 saat sürmesi gereken yol bitmek bilmiyordu. Budget yetmezmiş gibi bir de polisten kazık yemiştim ve arabanın yakıt tipini öğrenememek canıma tak etmişti. Ürdün boğazıma yapışmış sıktıkça sıkıyordu sanki. Üstüne bir de yanlış yola girdim. Daha doğrusu sapağı kaçırdım. Navigasyona göre hatamı telafi etmek için çok uzun bir mesafe kat etmem gerekecekti. O anda tepemin tası attı. Bir boşluk görüp aslında dönüş yapılmayan bu yerden karşı şeride kendimi atıp dönüş yoluna geçiverdim.
Yine de yol bitmek bilmiyordu. 2 saat verdiğim Amman-Petra yolu tam tamına 6 saat sürmüştü. Petra’ya ulaşmaya vakıf olduğumda güneş batmak üzereydi. Bütün bir günü yolda heba etmiştim ve bu durum planlarımda büyük değişiklikler meydana getirecekti. Zira ilk gün için planım Petra’yı aradan çıkarıp Akabe’ye geçmek ve geceyi orada geçirmekti. Bu plan komple suya düşmüştü artık.
Yazının buraya kadarki bölümü pek depresif oldu farkındayım. Yavaştan pozitif duygulara geçiş yapma vaktidir diyelim ve Petra bölümüne başlayalım. Petra Antik Kenti Ürdün’ün en turistik yeri. Vakti zamanında Nebatiler’in başkenti olan bu yer önemli bir yerleşim yeriymiş ancak Roma İmparatorluğu’nun burayı işgal etmesiyle beraber gözden düşmeye başlamış. Tarih boyunca farklı toplumlar tarafından farklı isimlerle anılmış olsa da günümüze Petra olarak kalmış. Bu kelimenin anlamı ise kaya olarak geçmekte. Tıpkı ilk Papa olarak kabul edilen ve Hz. İsa’nın “kilisesini üzerine kuracağı kaya” olarak betimlediği havarisi Petrus ya da diğer telaffuzlarıyla Peter, Pietro, Pierre gibi.
Vadi içerisinde kurulu antik kente ulaşmak için tepeden gelen yol vasıtasıyla aşağıya inilip kent çevresindeki kasabanın içinden geçiliyor. Ben de böyle yapıp bulduğum uygun bir yerde aracı park ettim. Kabus gibi bir yolculuğun geride kalmış olması az da olsa rahatlık vermişti. Ancak o anda Petra için heyecanlanmaya başladığımı hissedebildim.
Ürdün bitki örtüsü...
Ürdün seyahatimin merkezini teşkil eden Petra için ne yazık ki geç kalmıştım. O gün için girişler kapatılmıştı. Hali hazırda ezilip büzülmüş seyahat planım her geçen saat daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktaydı.
En azından giriş kısmını şöyle bir yoklayıp havayı koklayayım dedim. Derli toplu bir avluda bilet satışları yapılıyor ve ziyaretçiler kabul ediliyordu. Avlunun çevresi geniş taş basamaklarla döşeliydi ve bu haliyle bir açık hava tiyatrosunu andırıyordu. Gişeye yaklaşıp giriş ücretlerine baktım. 90 Dinarlık giriş ücreti karşısında afallamıştım. Kurun 8 TL olduğundan hareketle Petra bileti bana 720 Lira’ya patlayacaktı. Bu fiyat çok çok yüksekti. Ürdün’ün sürprizlerinin ardı arkası kesilmiyordu…
Elbette Petra’yı es geçme gibi bir ihtimal söz konusu değildi. Başta, geceyi arabada geçirmeyi düşündüm. Sıcaklık idealdi ve arabanın içi geniş olduğu kadar konforluydu da. Gel gelelim günün gerginliğini henüz üzerimden atamamışken bir de böyle bir maceraya kalkışmayı akıllıca bulmadım. Çevredeki orta halli otellerden birine giriş yaptım. Bunda, Petra’da bir gece konaklayanlara antik kent biletlerinde 40 Dinar indirim yapıldığına dair yönlendirmeler de etkili olmadı değil.
Geceliği 50 Dinar’a tuttuğum otel odası vasat sayılsa da ihtiyaçlarımı karşılıyordu. Güzel bir duş ve MSG dolu atıştırmalıklar sonrasında kendime gelmeye başladım. Seyyahlık mazimdeki en gerilimli günlerden birini geçirmiş olsam da artık bunlar geçmişte kalmıştı. Ortamlarda anlatacağım “İlk trafik cezamı Ürdün’de yedim.” temalı hikayenin fiyakası yanıma kâr kalmış halde önüme bakmaya karar verdim. Planımı revize edip Akabe’yi tamamen gözden çıkardım. Yakıt sıkıntısını çözmek için de resepsiyondaki güleç arkadaşa danıştım. Ne yazık ki kendisi de içimi rahatlatacak net bir cevap veremedi ama Ürdün’de binek arabaların neredeyse tamamının benzinli olduğu ipucunu verdi ki coğrafi konumundan hareketle bu benim de hesaba kattığım ama emin olamadığım bir mevzuydu. Motordan aldığım geribildirim ve güvenilir olduğuna inandığım burnumun depodan aldığı kokuya dayanarak yaptığım çıkarım da bu yöndeydi. Yine de bilinmezliğin getirdiği gerilim tam olarak kaybolmamıştı. O gerilimi ortadan kaldıracak yegâne şey belki de Mazda CEO’sundan gelecek bir telefondu.
Pestilim çıkmış vaziyette sabaha kadar küp gibi uyudum. Açık büfede damak tadıma hiç de hitap etmeyen kuru mu kuru peynirler, turşular ve meyvelerle kahvaltıyı geçiştirdim. Vakit kaybetmeden antik şehre gidip biletimi aldım. İndirimli bilet alma umuduyla otelden aldığım fişi bankodaki memura gösterdim. “Bu ne alaka?” dercesine suratıma bakan görevli karşısında bir gol daha yediğim endişesine kapılmıştım ki herhangi bir sorgulama ya da pazarlık olmaksızın 50 Dinar alıp biletimi verdi. Sanıyorum ki 90 Dinarlık bilet panoda yazılı olmasına karşın uygulamada yok.
Artık Petra’daydım. Tüm sıkıntılara bir sünger çekip ana odaklandım. Sevgili meslektaşım Alper’in Ürdün ile ilgili yaptığı uyarıları dikkate alıp pantolondan daha kısa bir giyecek almadığımdan çöl sıcaklığı altında kavrularak şehre giriş yaptım. Petra içlerinde yarı çıplak gezen turistleri gördüğümde ise kendisine sunturlu bir selam göndermeyi ihmal etmedim.
Antik şehre giriş yaptıktan sonra, yürüyüş yolu ziyaretçileri kısa sürede kanyonlara ulaştırıyor. Kanyonlara girer girmez hava sıcaklığı 10-15 derece kadar düşüveriyor. Beş metre geride cehennem sıcağı varken kanyon yarıkları arasında hava adeta püfür püfür. Binlerce yıllık aşınmanın şekil verdiği yekpare kayalar arasında yılan gibi kıvrılan, kimi yerlerde tek kişinin geçmesine izin verecek kadar daralıp kimi yerlerde ise genişleyerek mini avlular meydana getiren yollardan geçerek Treasure olarak bilinen kapıya ulaştım.
Kanyonun içinden Petra'nın kalbine doğru...
Taşa oyulmuş bu kapının ardında bulunan devasa oda adından da anlaşılacağı üzere hazine odası görevi görmekte. Geçmişte şehrin maddi zenginliğini barındıran Treasure bugün ise aynı görevi turistik anlamda sürdürmekte. Petra’nın yüzü sayabileceğimiz Treasure internette Petra ile alakalı görsellerin neredeyse tamamını süslemekte. Bu yüzden Petra’yı Treasure ile çevresini saran avludan ibaret olarak tahayyül etmeniz gayet olası ki ben de benzer bir yanılgı içerisindeydim.
Treasure çevresi oldukça geniş bir avludan meydana gelmekte. Elbette içeri giriş mümkün değil ki içeride ilgi çekici bir şey olmadığı da aşikar. Burayı değerli yapan oyularak ortaya çıkan o muhteşem işçilik. Turistler avluda adeta kamp kurup bu etkileyici yapının fotoğraflarını çekmekle meşguller. Bu nedenle yoğun bir kalabalık var burada. Kimisi uygun açıyı bulabilmek için taşa tepeye tırmanırken ben de çevreyi daha iyi gözetlemek adına gözüme çarpan bir patikadan yararlanarak yükseklere çıktım. Treasure’ı tam karşıdan gören ve erişimi en rahat olan tepede yerel insanlar Deli Dumrul misali yol kesmekteler. Alandaki en fotojenik noktaları bir bir tespit edip el koymuşlar. Buralarda fotoğraf çekebilmek için bu Dumrullara ücret ödemeniz gerekmekte. Pek çok turist ücreti ödemekte bir beis görmüyor elbette. Yine de ben sizi önden uyarayım.
Avlunun göbeğinde konuşlandırılan develer ise ayrı bir para tuzağı. Bu develer turistlerin fotoğraf çekilmesi ya da binek olarak kullanması için getirilmişler. Özellikle Petra’nın içlerine ilerlemek isteyenlerin kiraladığı develerin merkez istasyonu tam da burası.
Hiç şüphesiz Petra ya da daha dar anlamıyla Treasure dünyanın harikalarından biri ve aralarında benim de bulunduğum dünya çapında pek çok gezginin Hac noktaları arasında. Gel gelelim benim için küçük çaplı da olsa hayal kırıklığı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Evet güzel, evet etkileyici, evet özellikle akşamları daha büyüleyici, evet doğru açı ve ışık yakalandığında müthiş fotojenik ama benim beklediğim şey değil. Kayaların arasından geçerek dev bir avlu ortasında sıkışmış onlarca turist ile beraber bir kapıyı seyretmek hayalimdeki şeydi dersem yalan söylemiş olurum. Öte yandan negatif konuşmayı gerektirecek bir durum da söz konusu değil. Mesele beklentiyi doğru ayarlamakta. Buna rağmen pek çok fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim elbette. Pek tabi Ürdün seyahatimin yüzü burası olacaktı. Tüm çabama rağmen ortaya çıkan fiyaskoya İnstagram'da bizzat şahit olabilirsiniz…
Petra'daki serüvenime devam edelim. Treasure ile beraber kanyon da sona eriyordu. Bu noktadan sonra benzerlerine Pamukkale’de rastlayabileceğiniz türde, mağaralara oyulmuş yerleşkeler karşılıyordu ziyaretçileri. Devam ettikçe artık yalnız kalıntıları kalmış amfitiyatro ve meydanlar seçilebiliyordu.
Antik şehir sakinlerinin yaşam alanları...
Öğlene doğru hava iyice bunaltıcı hale gelmişken her adımda Petra'nın düşündüğümden çok çok daha büyük olduğunu acı şekilde fark ediyordum. Treasure’dan sonra pek çok turist vadi çevresindeki dağlar arasına kurulmuş manastıra tırmanarak turu tamamlıyordu. Tırmanışçıların pek çoğu da katırları kullanmaktaydı. Vadinin bitimiyle birlikte develer yerlerine katırlara bırakmıştı. Zengin turistler yer yer yürümesi bile zorlaşan dik patikaları katırlar üzerinde arşınlarken ufacık bir dengesizlikte savurdukları çığlıklarıyla dikkatimizi çekiyorlardı.
Ben ise tırmanışımı elimden geldiğince sürdürdüm. Petra’ya özel bir ilgisi olduğunu tahmin ettiğim ardı arkası gelmeyen İspanyol turistler ve artık İspanyolcayı sökmüş sonsuz sayıdaki incik boncukçu arasında dinlene dinlene çıkabildiğim kadar çıktım. Tepedeki düzlük bir alana şark köşesi misali kurulmuş büfeden buz gibi bir kola aldım. Bulduğum bir gölge parçasına sığınıp kana kana içtim. Sanırım hayatımın en güzel kolasıydı.
Kolamı yudumlarken daha da tepeye çıkmaktan vazgeçtim çünkü Petra'dan istediğimi aldığıma kanaat getirmiştim. Halihazırda epey yüksek bir noktadaydım ve tepelerin arasından geride bıraktığım vadiyi zevkle seyredebiliyordum. Karşımda uzanan manzara zihnimdeki çorak ama otantik Doğu'yu gayet iyi temsil ediyordu. Üst üste binmiş tepelerin arasında uzanan sarımsı toprak… Alabildiğine oryantalist ortamı kola ile gölgelemektense soğuk bir ayran ile tamamlamayı dilerdim ama elden gelen bu kadar.
Favori yazarlarımdan Amin Maloof'un romanlarına dalmış gibiydim adeta. Özellikle de en sevdiğim kitaplarından olan Tanios Kayası'nda bahsettiği köyün göbeğinde gibiydim. O romanları okurken zihnimde canlanan tasvirlere bizzat şahit oluyordum. Elbette Treasure Petra’nın yüzü ve kalbi olmaya devam edecek ama ben Petra’yı o tepede tünediğim kaya parçası ve önünde uzanan manzara ile anımsayacağım.
Artık dönüş zamanı gelip çatmıştı. Geldiğim yoldan gerisingeri dönüp Petra’yı terk ettim. Mazda’ma atlayıp rotayı başkent Amman’a kırdım. Malum, Akabe artık söz konusu değil.
Dönüşü sahil yolu üzerinden yapacaktım. Evvela, yurdumun tatil beldelerinde sıkça karşılaştığımız bol ve keskin virajlı yüksek yollardan geçtim. Bunları peşi sıra dizilmiş irili ufaklı kasabalar takip etti. Yakıtım iyice azalmaktaydı. Karşıma çıkan tuhaf isimli, tuhaf görünümlü benzin istasyonlarına burun kıvırıyordum. Bir kasaba çıkışında gördüğüm Total’e ise tereddütsüz daldım. Arabayı pompaya yanaştırmadan evvel açığa park edip görevli çocuğa sokuldum. İngilizce bildiği için rahatça anlaşabildik de derdimi anlatabildim. Arabaya gelip depoya göz attı ve benzinli olduğunu söyledi. Pompaya geçip yakıtı doldurdum. Parayı ödedim. Bildiğim bütün duaları okuyup kontağı çevirdim. Mesele halloldu. Bütün gerilim, sıkıntı uçup gitti.
Kalan yol daha rahat olacaktı artık. Başkente doğru yol alırken Lut Gölü ya da diğer adıyla Ölüdeniz kıyısından geçecektim. Burası Ürdün turumun bir diğer önemli durağıydı. Nedenlerini sıralamaya başlıyorum. Öncelikle burası Ürdün ile İsrail sınırının bir bölümünü meydana getirmekte ki coğrafi ve stratejik olarak önemi buradan anlaşılabilir. Anlayacağınız, gölün karşı kıyısı İsrail. Bu vesileyle İsrail’i de uzaktan görme fırsatı yakalamış oldum. Ama epey uzaktan. Ayrıca ikili isimlendirmeden anlaşılacağı üzere burası epey büyük bir göl.
Lut Gölü dünyada benzeri olmayan bir göl. Dünyanın en tuzlu suyu bu gölün suları ve bu nedenle gölde canlı yaşamıyor. İnternetteki ilgili videolar gözünüze çarpmış ise bu göle giren insanların suya batmadığını görmüşsünüzdür. Tuz oranının yüksekliği nedeniyle göle giren bir kimsenin yüzme bilmesine hacet yok. Zira sanki bir deniz yatağında uzanıyormuşçasına yüzeyde asılı kalacaktır.
Gölü benzersiz yapan bir diğer husus da burasının dünyanın en alçak noktası olmasından ileri gelmekte. Bunu yol üzerinde bizzat deneyim etme şansım oldu. Arabayla bölgeye yaklaşırken tepelerden göl seviyesine kadar süren yaklaşık yarım saatlik tatlı bir iniş bölümünden geçtim ve bu yarım saat boyunca gaz pedalına neredeyse dokunmadım. Bu yoldan bisikletle inmek gerçekten çok eğlenceli olurdu. Ama sadece inmek. Zira aynı yoldan tırmanmak da muhtemelen işkenceden hallice olacaktır.
Lut Gölü adını Lut peygamberden almakta. Bununla alakalı bazı rivayetler mevcut. Bilindiği üzere İslam inancına göre Lut peygamberin halkı Allah tarafından helak edilmiştir. Bugün Lut Gölü’nün kapladığı coğrafyaya gelen yıkımdan yalnızca Lut peygamber ve çocukları kurtulmuştur. Bölgeden kaçarlarken Hz. Lut ailesine dönüp arkalarına bakmamalarını tembihlemiştir. Ancak karısı onun bu uyarısına uymayıp arkasını dönmüştür. İşte o anda kadın da helak olanlar arasına katılmıştır. Hatta onun tuza dönüştüğü ve göl çevrelerinde bulunan tuzdan bir sütunun Hz. Lut’un karısı olduğu rivayet edilmektedir. Gölün tuzluluk oranını da bu anlatıya bağlayan pek çok hikaye mevcuttur.
Son bir detay da Ölüdeniz Parşömenleri’nin bu bölgede bulunmasıdır. Bu parşömenler 1947 yılında yerli bir çoban tarafından bulunmuştur. O dönemin bölge halkı ile ilgili detaylı bilgiler içerdiği gibi hem Hristiyan hem de Musevi inançlarını derinden sarsmış, önemli pek çok tarihi detayı açığa vuran bu belgelerin bir kısmı komplo teorisyenleri ve mistizm meraklıları için de pek çok malzeme sunmuştur.
Göl kıyısındaki yolculuğum sakin bir sürüşle beraber yaklaşık bir saat kadar sürdü. Uygun gördüğüm yerlerde kenara çekip manzarayı ve göl çevresinde biriken tuz kümelerini izledim. Gerek coğrafi gerek dini açıdan muazzam önem taşıyan bu gölün dibine kadar gelmek benim için çok güzel bir deneyim olmuştu.
Güneş henüz yeni batmışken Amman’a ulaştım ve havalimanına gidip arabayı teslim ettim. Acenteye cezayı öderken cezanın 30 Dinar olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Uzatmadan parayı verip bu macerayı noktaladım. Memlekete döndüğümde şüpheli gördüğüm bu ekstra 10 Dinar ile alakalı olarak Avis’e bir mail attım ama elbette herhangi bir şey çıkmadı.
O gece için niyetim havaalanında sabahlamaktı. Gel gelelim iki gündür olduğu gibi bu sefer de işler umduğum gibi gitmedi. Havalimanı hem çok küçüktü hem de alışılmışın dışında iç dekorasyonu yüzünden uzun zaman geçirmeye elverişli değildi. Yenilgiyi kabul edip internete bağlandım. Uygun bir otel bulup rezervasyon yaptım. Mesafe 9 kilometre kadardı. Cebimde kalan azıcık parayı da heba etmemek için kendimi manasız yere gazlayıp yolu yürümeye karar verdim.
Pişman olacağımı bile bile pişman olacağım şeyler yapmak beni ben yapan özelliklerimden biridir. Bunun önemli bir delilini burada görmekteyiz. Havaalanından otele yaptığım intihar girişiminden hallice yürüyüş tek kelimeyle azap doluydu. Bir noktada yine yolu karıştırdım ki yorgunluğun da vermiş olduğu bıkkınlıkla beraber o anda asabım müthiş bozuldu. Ürdün yine beni tuzağa düşürmüştü. İşler iyice sarpa sarmadan kaldırım kenarına tüneyip bir müddet dinlendim, kendime geldim. Sakin sakin yolun kalanını da yürüyüp otele varmayı başardım.
En iyi ihtimalle “vasat” diyebileceğim otelime yerleşip derin bir “oh” çektim. Çok ama çok uzun bir gün olmuştu. Ürdün ile alakalı iki büyük hedefimi gün içerisinde gerçekleştirmiştim. Petra’nın tepelerinde başlayıp dünyanın en alçak noktasına uzanan yolculuğum, gece karanlığında 9 kilometrelik bir yürüyüşle taçlanmıştı. Kim Ürdün’de böyle bir güne hayır der ki?
Sabah için niyetim olabildiğince erken kalkıp Amman’ı mümkün olduğunca görmek ve uçağa yetişmekti. Ne yazık ki sabah hiç de erken kalkamadım. Amman’a ancak ve ancak gidip de hiç zaman harcamadan doğruca havalimanına dönebilecek kadar vaktim ayırabilecektim. Diğer taraftan da önceki günün yorgunluğundan kurtulduğum söylenemezdi. Ben de Amman’ı boş verdim. Akabe’den sonra Amman’ı da ıskalıyordum ama kafam rahattı. Petra ve Lut Gölü iki gözdemdi. Onlarda ıska geçmemiştim.
Ağır ağır hazırlanıp otelden ayrıldım. Son bir cinslik daha yaparak havalimanına yürümeye karar verdim. Nasıl olsa bir kere yürümüştüm. Üstelik gece karanlığında. İkinciden zarar gelmezdi.
Gerçekten de havalimanına olan yürüyüşüm sancısız ve çabuk geçti. Önceki gece bu yolun nasıl bu kadar uzun sürdüğüne ve nasıl bu yolda yanlış yerlere saptığıma anlam veremedim. Havaalanı girişindeki uzun düzlükte ilerlerken kontrol noktasındaki polisler tarafından durduruldum. Havaalanına yürüyerek giremeyeceğimi söylediler. Açıkçası bu beklediğim bir şeydi. Başıma gelebileceğine ihtimal veriyordum. O yüzden şaşırmadım. Her ne kadar yürüyerek çıkılabilen bir yere yürüyerek girilemeyeceğini tam anlamasam da.
Beni birkaç dakika bekletip geçen ilk taksiyi durdurdular. Beni, içinde zaten yolcu bulunan taksiye bindirip terminale gönderdiler. Öfleyip püfleyen taksi şoförü terminalde indiğimde benden para istemeye kalktı. Taş çatlasın 300 metre kadar getirmişken, hele bir de polisler tarafından aracına bindirilmişken ne parası istediğini anlamadım. Ürdün’e karşı tüm öfkemi yaşlı şoförden çıkardım. Kendisine oldukça sert biçimde para vermeyeceğimi, çok istiyorsa beni aracına bindiren polislerden parasını almasını söyledim. Ne kadarını anladı bilmem ama benden para çıkmayacağını görüp aracına geri döndü.
Trabzon aktarmalı dönüş yolculuğumun neredeyse tamamını uyuyarak geçirdim. İki buçuk günün bedenimde ve ruhumda yarattığı yorgunluğu ancak böyle atabilirdim.
Ürdün, Güney Afrika’yı bir kenara ayırırsak bugüne kadar en zorlayıcı seyahatim oldu. Bunların bir kısmı gayriihtiyari aksilikler, bir kısmı şahsi denyoluklarımdan kaynaklıydı. Yine de hepsi geride kalmıştı ve bunları birer anı olarak hatırlayacaktım. Zaten yoldan aldığım derslerden biri de buydu; olumsuzlukları şimdiki zamanın sıkıntıları olarak değil de gelecek zamanın hatıraları olarak görmek. Her bir aksilik aslında eğlenceli bir anı yaratıyordu. Ben de bu düşünceyi kendime şiar edinmeye başlamıştım.
Anlayacağınız Ürdün’e gittiğim için pişman değilim. Kesinlikle benzersiz bir deneyim oldu. Ayrıca ileriye dönük pek çok da ders çıkardım. Geride bıraktığım satırların da bu derslere yönelik olduğunu anlamışsınızdır. Bugüne kadar bu sitede bulunan yazılarıma kıyasla ülkeler ve şehirlerden en az bahsettiğim yazım bu oldu. Güney Afrika’yı yine ayrı tutuyorum tabi ki.
Ne diyelim, bu da böyle bir macera oldu. Sonuçta bakıyorum da bir dünya şey yazmışım yine. Umberto Eco’nun "Mutlu insanların hikayesi olmaz." dediği gibi ben de kalkıp “Mutlu seyahatlerin hikayesi olmaz.” demeyeceğim ama mutsuz seyahatlerin daha anlatılası olduğundan artık şüphem yok.
Dünyanın dibi...