15-) Azerbaycan
27.10.2019 - 29.10.2019
Gerilim dolu Ürdün seyahatimin ardından bu kez daha güvenli bir liman seçme niteyindeydim. Şüphesiz kardeş ülke Azerbaycan ve onun başkenti Bakü bunun için biçilmiş kaftandı. Zira iki günlük seyahatimiz son derece rahat, sıkıntısız ve keyifli geçecekti.
Birincil çoğul şahıs kullandığım belki dikkatinizi çekmiştir. Bu seyahatte yalnız değildim. Tüm bu Bakü macerası o dönemki meslektaşım Engincan’ın içinde kabaran yurt dışı sevdası sonucu vuku bulmuştu. Kendisi belli bir zamandan beri, benim gibi bir rol modelden aldığı ilham sayesinde kendini yollara vurma arayışındaydı. Pasaport çıkartmış ve uygun uçak biletleri için kampanyaları tarar olmuştu Çok geçmeden çarpıcı bir teklifle kapımda bitmesini bekliyordum ki öyle de oldu. Çekirge bir gün ustasına yaklaşıp Bakü’ye bilet bulduğu haberini verdi. Azerbaycan menşeli low-cost havayolu markası Buta Airways üzerinden gerçekten de uygun fiyata bilet yakalamıştı. Kardeş ülke Azerbaycan’ın başkenti benim için uzun zamandır zaten doğal bir hedef durumundaydı. Haliyle fırsatı kaçırmak söz konusu olamazdı. 29 Ekim’den doğan resmi tatili fırsat bilip biletlerimizi alıverdik.
Buta Airways ilginç bir firma. Low-cost nitelikte olduğunu zaten söylemiştim ama yine de bazı uygulamaları beni şaşırttı. Bunlardan en göze çarpanı yolcuların kabine sokabilecekleri çantaların son derece sınırlı olmasıydı. Kadınlar bir adet çanta, erkekler ise yalnızca bir adet laptop çantası taşıyabiliyorlardı yanlarında. Bagaja çanta teslim etmek ise ateş pahası. Hal böyle olunca biz de çözümü neyimiz var neyimiz yoksa laptop çantalarımıza doldurmada bulduk. Ey Buta Airways, sen mi yaman yoksa Türk ölücüleri mi?
Bakü
Rahat bir uçuşla Bakü’ye indik. Hiçbir belge talep edilmeden pasaport kontrolünden rahatça geçtik. Gelmeden Couchsurfing üzerinden ayarladığım ev sahibimiz, bize havaalanına indiğimiz andan şehir merkezine kadar geçen süreyi en ince detayına kadar anlatmıştı. Gel gelelim daha talimatnamenin ilk sırasında çuvalladık. Havaalanı çıkışındaki kiosktan ulaşım kartı almamız gerekiyordu ancak kiosku bulamadık. Gidip bir temizlik görevlisine sorduk. Biz gözümüzün önündeki koca şeyi nasıl gözden kaçırdığımızı anlamaya çalışırken, yardımsever abimiz göstermekle kalmayıp kör ya da zeka sıkıntılı olduğumuzdan şüphe etmiş olacak ki bizle gelip yerimize kartı bile aldı. Yardımın dozunu o kadar arttırdı ki geçmiş tecrübelerimden doğan örümcek hislerim olası bir nakit beklentisine karşı alarm vermeye başladı. Ama güzel abimizin en ufak bir talebi olmadı. Böylece seyahatimizin daha ilk dakikalarında, septik babamın nereden ilham aldığına akıl erdiremediğim ve çok da prim vermediğim “Azeriler Türkleri sevmiyormuş.” minvalindeki kuruntuları da nazarımda çökmüş oluyordu.
Otobüse atlayıp yarım saatlik bir yolculuktan sonra şehir merkezine vardık. Çok fazla açılmadan kısaca dolanıp, gözümüze kestirdiğimiz bir lokantaya daldık. Mantı, şeki kavurma, böbrek kebap ile karnımızı doyurduk. Ne yalan söyleyeyim, yemekleri ortalama buldum. Mantı ve böbrek kebap alışık olduğumuzdan pek
farklı değildi ancak meyveler eşliğinde hazırlanan şeki kavurmanın ekşisi biraz fazla kaçmıştı. Dahası, tabakta bulunan yarım kilo kadar nar ısırılamayacak kadar sertleştiğinden ciddi problem teşkil ediyordu. Her bir kaşıkta çatur çutur eden nar taneleri, yumuşak et lokmaları kovalayan dişlerimde huzursuzluk yaratıyordu. İçecek olarak aldığım ayran ise daha ziyade sulandırılmış cacık gibiydi. Yoldaşım Engincan ise Azerilerin yerel birası Xırıldan (Hırıldan) ile perdeyi açıyordu.
Şehrin göbeğindeydik. Azerilerin deyimiyle İçeri Şehir…. Adından anlaşılabileceği üzere Bakü’nün göbeğinde, kale surlarıyla çevrilmiş bir alan burası. Tamamen eski, otantik bir mimari hakim burada. Bazı resmi kurumlar ve genel mimariyle uyum arz eden kafeler de İçeri Şehir’in muhteviyatındaki yerlerini koruyorlar. Tüm bunların yanında bu bölgedeki en hayati yapı hiç şüphesiz Şirvanşahlar Sarayı. Azerbaycan coğrafyasında yaklaşık yedi asır kadar hüküm sürmüş ve bölge tarihinde önemli etkiler yaratmış bu devlete dair günümüze kalmış en önemli yapı burası. Ancak ne yazık ki sarayın kapalı olduğu gün ve saatlere denk geldiğimiz için ikimizin de görmeye istekli olduğu sarayı es geçmek zorunda kaldık.
İçeri Şehir bölgesinin dar sokaklarında dolaşmaya devam ettik. Bizdekinin aksine denizde değil, karada olan Kız Kulesi’ni uzaktan seyretmekle yetindik. Yollar bizi Azneft Meydanı’na çıkardı. Ana cadde üzerinde devasa bir göbekten mütevellit bu meydanın bir köşesinde Four Seasons Hotel bulunmakta. Doğrusunu söylemek gerekirse ikimizin de otelin ihtişamı karşısında ağzının suyu aktı. Şehrin genel mimarisiyle uyumlu otel binası aynı zamanda muazzam bir şatafat da barındırıyordu. Buna bir de harika lokasyonu ekleyin. Görüp görebileceğiniz en iyi otellerden biri karşınızda işte. Bakü için konaklama tavsiyemdir. Cebi dolu olana elbette.
İçeri Şehir dolayları...
Meydanın öteki tarafına geçtiğimizde Bakü Bulvarı olarak bilinen sahil yoluna çıktık. Boş bulunup “Azerbaycan’da deniz mi var?” diye soranlarınız çıkar belki diye sözünü ettiğim sahilin Hazar Gölü ya da söylenişe bağlı olarak Hazar Denizi’ne ait olduğunu hatırlatmadan geçmeyeyim.
Sahil yolunun bir tarafında Deniz Mall rahatça seçilebiliyordu. Uzaktan bakıldığında Sydney Opera Binası’nı da andıran açılmış çiçek formundaki bu bina o sırada tadilatta olduğundan hareketsizdi. Biz de diğer yöne doğru yürümeye koyulduk. Tam bu noktada yoldaşımdan benim de sonuna kadar katıldığım bir tespit geldi. Bakü’nün sokaklarının temizliğine vurgu yapmıştı. O söyleyince ben de idrakına vardım bu gerçeğin. Hakikaten de Bakü inanılmaz temiz bir şehir. Yerlerde herhangi bir çöp ya da su birikintisi görmek olanaksız. Sadece bu da değil, gürültü kirliliğinden de eser yok. Şehrin merkezi yerleri kalabalık olmasına karşın insanı rahatsız edecek bir gürültüden asla söz edilemez. Bu bakımdan Bakü’yü takdir etmemek mümkün değil.
Hava kararmaya yüz tutarken yine yoldaşımın önerisiyle Halı Müzesi’ni gezdik. Tek olsam hiç de heves etmeyeceğim müze ziyaretini ses etmeden tamamladım. Zaten bu seyahatte ipleri tamamen partnerime bırakmıştım. Kalacağımız yeri ayarlamak haricinde etliye sütlüye hiç karışmadım. Gerçek bir mentordum. Zorlayıcı seyahat dünyasına çırağımı hazırlarken, yalnızca yaşanabilecek olağanüstü hallerde devreye girmek üzere kontrolü ona bırakmıştım. Padawanım da son derece doğru kararlar vererek beni gururlandırdı. Tabi ben de uzun zaman sonra kafam rahat gezmenin keyfini sürüyordum. İnsan bazen geleceğin muhasebesinden arınıp kendini bir başkasının kollarına bırakmaya gerçekten de ihtiyaç duyuyormuş.
Öte yandan Halı Müzesi’nde gerçekten çok beğendiğim bazı halılar vardı. Üzerine adete hikayeler nakşedilmiş göz alıcı halılar gördük. Sözün özü tek başıma olsam girmeyi aklıma dahi getirmeyeceğim Halı Müzesi beni ziyadesiyle tatmin etmişti. İşte bu da eş dostla gezmenin bir başka güzel yönü sayılabilir. Partnerinin heveslerine saygı duyup kendi ilgi alanı dışında kalan etkinliklere de açık olunca insan, böyle sürpriz güzelliklerle karşılaşabiliyor işte.
Hazar kıyısındaki yürüyüşümüze bir müddet daha devam edip meşhur Flaming Towers binalarına doğru rota çizdik. Bu üçüz binalar alev şeklinde inşa edilmişlerdi. Akşam olduğunda ise koordineli biçimde ışıklandırılarak bazen bayrak sallayan bir insan figürü, bazen Azerbaycan bayrağı oluşturuyorlardı. Hatta kuleleri, adlarına yaraşırcasına devasa bir alevmiş gibi gösteren ışık oyunları da repertuarda mevcuttu.
Bu binalar şehrin tepe noktalarından birinde yer alıyordu. Bu yüzden yol üzerine bir füniküler inşa edilmişti. Biz de fünikülerden faydalandık. Yaklaşık on dakika kadar süren yolculuk esnasında kestirme fırsatını da kaçırmadım.
Fünikülerden indiğimiz yerde küçük bir cami gördük. Cami avlusundaki polise akşam kalacağımız evin adresini sorduk. Dili döndüğünce tarif ettikten sonra cep telefonundan bir video açıp arka planda çalan türküyü bilip bilmediğimizi sordu. Video o dönem cereyan etmekte olan Barış Pınarı Harekatı ile ilgili yapılmış bir editti ve türküyü söyleyen de acemi bir arkadaştı. Haliyle polis abimizin derdine derman olamadık ama ayak üstü güzel bir sohbet etme fırsatı bulduk. “İki devlet tek millet.” mottosunun sahici olduğuna sanırım ilk kez bu esnada şahit olmuştuk.
Şehitler anısına...
Polis abinin yanından ayrıldıktan sonra kendimizi Şehitlik’te bulduk. Şehitlik demek ne kadar doğru olur bilemem, burası daha çok Sovyetler tarafından katledilen Azeri vatandaşları için yapılmış bir anıt mezardı. Anıtkabir’deki Aslanlı Yol gibi uzun ama daha ince bir alandan geçtik. Burada yol boyunca duvarlara ölen insanların resimleri yapılmıştı. Bazılarının mezarları da oradaydı. Yolun sonunda ise bu insanlar için dikilmiş bir kule ve kulenin altında sürekli olarak yanan bir ateş karşıladı bizi. Son derece güçlü bir ateşti ve doğalgaz zengini Azeriler bu ateşi her daim canlı tutmakta belli ki zorluk çekmiyorlardı..
Bu bölge aynı zamanda en güzel Bakü manzarasını da sunuyordu. Şehrin merkezi bölgesine doğru bakıldığında, size garip gelebilir ama fütüristik bir imge yakalamış gibi hissettim. Deniz kıyısında bir şehir, ufukta gemiler, kıyı boyunca uzanan şatafatlı binalar, ihtişamlı inşaat alanları vb. Altered Carbon ya da Cloud Atlas izlemiş olanların anlayabileceği bir manzaraydı karşımdaki.
Şehitlikten sonra polis abimizin yönlendirdiği otobüse atlayıverdik. Bir AVM’nin önünde indik. Hacetlenip, biraz nevale aldık. Engincan bir posta daha yemek yedi. Daha sonra eve doğru yürüyüşe geçtik. 15-20 dakikalık bir yürüyüşten sonra eve vardık. Eski bir Sovyet binasıydı. 10 katlı, genişçe ve ruhsuzdu. Kutu gibi ve bakımsız görünüyordu. Ne yalan söyleyeyim, Bakırköy Adalet Sarayı’nın minyatürüne benzetmekten kendimi alamadım.
Ev sahibimiz bizi sokaktan aldı. Binanın içi de dışı gibiydi. Bir asansöre bindik ki evlerden ırak. Ahşaptan yapılmış, tak tuk sesler çıkara çıkara hareket eden kabus gibi bir asansördü Casus filmlerinde ana karakterin gizlenmek için kullandığı eski mi eski binalara benziyordu burası her haliyle. Neyse ki apartmanın içi hiç de fena değildi. Büyük ve geniş bir daireydi. Dört tane odası vardı. Ev sahibimiz Sadıg abi bize çay demledi. Biraz lafladık. Daha sonra ertesi gün için anlaşıp yataklara geçtik. Yalnız yaşayan, kırklı yaşlarının ortasındaki bir coğrafya öğretmeni olan Sadıg abinin evinde pek eşya yoktu. Oturma odasındaki kanepeyi açıp yatak haline getirdi. Geceyi Engincan ile koyun koyuna geçirmekten başka çare yoktu. Tolga, Ufuk ve babamdan sonra, seyahate birlikte çıktığım bütün erkeklerle birlikte yatma geleneğimi de sürdürmüş oldum bu sayede.
Sabah 06.30 sularında uyandık. İşe giden Sadıg abiyle beraber biz de çıktık. Otobüsle Köroğlu’na gittik. Köroğlu denen yer Bakü’nün Güvenpark’ı. Ankara’yı bilmeyenler için açıklamam gerekirse, kısaca tüm otobüslerin kalktığı yer. Buradan başka bir otobüse geçip Ateşgah Dergahı’na gittik. O kadar erken gelmiştik ki piyasada bizden başka kimseler yoktu. Kapılar da açılmamıştı. Bölgede kısa bir tur attık. Engincan bir şeyler atıştırdı. Dergahın açılma saati gelince 1 Manatlık öğrenci biletlerimizi aldık. Öğrenci akbilim tüm Bakü’de öğrenci kartı yerine geçti çok şükür.
Harbiden couch surfing...
Ateşgah Dergahı hem Hinduizm hem de Zerdüşt inanışlarında kutsal olan bir yer. Neredeyse Bakü’nün her köşesinde olduğu gibi burada da hiç sönmeyen bir ateş var. Başlarda pek ilgili olmamama rağmen ziyaretimiz bittiğinde hem dergah ziyaretimizden hem de Zerdüşt inancından kültürel manada büyülenmiştim.
Kare biçimindeki ufakça bir kalenin göbeğinde tıpkı Şehitlik’teki gibi –ama bu sefer taştan yapılmış- bir kaide vardı. Burada son derece cılız bir ateş yanmaktaydı ki Şehitlik’teki insan boyuna varan alevin yanında bu pek bir minyondu. Ateşin başında toplanmış kalabalığı gözümüze kestirip yanaşıverdik. Beş kişilik bir Türk kafilesi, kusursuz İngilizce konuşan rehberleri eşliğinde turlarına yeni başlamışlardı ki biz de hemen onlara eklemlendik. Rehberin peşinden avluyu çevreleyen duvarlar boyunca oyulmuş küçük odalara girip çıktık. Bunların her birinde Zerdüşt inancına ait bazı eşyalar, objeler, metinler ve resimler bulunmaktaydı. Her bir odada rehberimiz müthiş şeyler anlattı bizlere. Öğrendiklerimi burada kısaca özetliyorum:
Ateşgah Dergahı iki farklı din için kutsal olması açısından dünyanın sayılı yerlerinden. Hem Hindular hem de Zerdüştler için kutsal. Burada yanan ateş 1880’lere kadar asırlarca doğal olarak yanarken, 1880’lerde şehrin yeraltı zenginliklerine karşı gerçekleştirilen saldırı esnasında bu ateş sönmüş. Daha sonradan insanlar bunu yapay olarak yakmışlar ve şimdi sürekli yanmasını sağlıyorlar. Öte yandan ateşe tapmak ve putperestlikle suçlanan Zerdüştler için ateş mukaddes olsa da ateşe tapınma gibi bir durumdan söz edilemez. Ateş zihni arındıran bir unsur olarak görülüyor ve değer atfediliyor. Bu nedenle ateşe doğrudan nefes vermek kesinlikle yasak. Zaten bu gibi uygulamalar nedeniyle adları çıkmış ama ateş ile olan münasebetleri bizdeki ekmek örneğini andırıyor esasında. Nasıl ki bizim kültürümüzde ekmeğe ekstra bir saygı gösterilir ve hatta yere düşen ekmek hemen yerden alınarak üç kez öpülüp alna değdirilir, işte Zerdüşt inancında da ateşe buna benzer bir muamele ile yaklaşılır.
Bununla birlikte 3000 yıllık geçmişi olan İran merkezli Zerdüştlük, insanlık tarihinde tek bir yaratıcıdan söz eden ilk inanış olarak geçmekte. Pek çok popüler kültür öğesine de ilham olmuş bu inanış, insanda iyi ile kötünün aynı anda var olduğunu ve bunların arasında tercih yapmanın insanın kendisine kaldığını vaaz ediyor. Ancak yine de burada ikircikli bir durum olduğu su götürmez. Zerdüşt inancının kurucusu olan Zerdüşt ilahi görüşünü açıklarken sonsuz iyi olan Ahura Mazda ile sonsuz kötü olan Ehrimen’den ve onların ebedi mücadelesinden bahsediyor. İşin ilginci bu ikisi aslında tek bir varlığın iki farklı yansıması. Madalyonun iki yüzü muhabbeti işte. Bu dualist yaklaşım günümüzde pek çok kitapta, filmde ve hatta kültürde rahatlıkla karşımıza çıkabilir. Bu bakımdan temelini Zerdüşt’ün attığı dualizm fikrinin günümüze kadar etkisini koruduğunu ve modern dünyanın harcına karıştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ateşgah Dergahı...
Zerdüşt inancının aynı zamanda bir de sembolü mevcut. Faravahar olarak bilinen bu sembol, kökeni epeyce tartışmalı olsa da Zerdüşt inancı ile bağdaştırılmış ve günümüzde İran medeniyetinin bir simgesi haline gelmiş. Lafı fazla dolandırmayacağım, bu sembolü internetten aratırsanız eminim mutlaka tanıdık gelecektir. Detaylı araştıracak olursanız da semboldeki her bir tüy hattının, merkezdeki halkanın, insanın baktığı yönün vb. her birinin bir anlam taşıdığını da göreceksiniz.
Bu sembol meselesiyle ilgili son bir fun fact verip geçiyorum. Ünlü araba markası Mazda’yı illa ki duymuşsunuzdur. Şu son satırlarda bahsettiklerim ışığında bu markayı tekrar bir inceleyin derim. Markanın ismi ile Zerdüşt’ün iyi Tanrı’sının ismini, Mazda logosu ile de Faravahar’ı göz önüne getirin. Şimdi de Mazda’nın lansmanlarında, kataloglarında, reklamlarında kullandığı araçların istisnasız kırmızı renkte olduğunu hesaba katın… Fun fact bu kadar!
Son derece keyifli ve faydalı geçen dergah turundan sonra soluğu Yanardağ’da aldık. Yine Köroğlu üzerinden iki otobüs değiştirerek vardığımız –ve hatta bacak kadar çocuğa yer vermek zorunda bırakıldığımız- zorlu bir yolculuktan sonra ulaştık buraya.
Burasının aslında çıplak bir tepe olduğunu ve yalnızca saygıdan ötürü kendisine dağ denildiğini belirterek başlayayım. Öyle ekipmanları toplayıp da metrelerce dağ tepe çıkmadık anlayacağınız. Eskiden bu bölgede pek çok yer kendiliğinden yanmaktaymış ancak şimdi sadece tek bir alan yanmakta. İşte bu yanan bölge de Yanardağ adıyla turizme açılmış. Her ne kadar adının hakkını veremese de Bakü’de burayı görülesi yerler arasına alıyorum. Zira burada, bildiğimiz manada taş toprak yanmakta. Kayaçların arasından sızan gazlar yeryüzüne çıkar çıkmaz tutuşmaya başlıyor ve hayret edici bir ateş meydana getiriyor.
Bakü hatıralarıma başladığımdan beri üçüncü kez kesintisiz yanan bir alevden söz ediyorum. Buradan da anlayacağınız üzere memleket gaza o kadar doymuş ki şehrin orası burası tutuşuyor sürekli. Zaten ülkeye sahip olduğu zenginliği kazandıran da bu. Ben yine küçük düşünüp Azerbaycan topraklarında kamp yapmanın ne kadar keyifli olabileceğini hesap ettim. Çadırını kur. Sonra toprağı rastgele del. Pırıl pırıl kamp ateşin hazır. Üstelik ne canlı tutmak ne de yönlendirmek için uğraşmana lüzum yok!
Azerbaycan'da dağ tepe yanıyor...
Yanardağın da sonrasında şehir merkezine dönüp Köroğlu yakınlarındaki Haydar Aliyev Merkezi’ne gittik. Gördüğüm en ilginç mimarilerden birine sahip olan bu yer bir sergi salonu ve müze. Bizdeki AKM benzeri bir işleve sahip. Ne yazık ki o gün kapalı olduğundan içine giremedik. Dışarıdan bakmakla yetindik. Bu durum, yapıya karşı büyük bir hayranlık besleyen sevgili yoldaşımı pek üzdü.
Hemen merkezin önünde uzanan yeşil alanda artık popüler olan türde fotojenik bir Bakü yazısı vardı. Amsterdam ve Gaziantep’te de örnekleri olan insan boyunda harflerle kurulmuş bir platformdu burası. Haliyle kalabalık hiç eksik olmuyordu. Bu nedenle en güzide fotoğrafımı kadrajdan çıkmamakta ısrar eden iki teyzeyle paylaşmak zorunda kaldım. Engincan ise kendisine zorla fotoğraflarını çektiren Arap bir aileyi memnun etmeye uğraşıyordu..
Tüm hedef noktaları tamamladıktan sonra eve geri döndük. Bir saat kadar soluklanıp Sadıg abiyle beraber tekrar dışarı çıktık. Otobüse atlayıp Flaming Towers önlerine gittik. İlk ziyaretimizde gözden kaçırdığımız Türk şehitliğini gördük. Vefalı Türk’ün Azerbaycan’ı nasıl savunduğunu bizzat Sadıg abiden dinledik. Azeri şehitliğinin hikayesini öğrendik. Sovyetlerin Azerbaycan’da yaptığı insani, dini ve mimari katliamlara birincil ağızdan şahit olduk.
Fünikülerle çıktığımız yolu yayan olarak geri indik. İlk gün yemek yediğimiz meydana doğru devam ettik. Sadıg abi bize şehirdeki binalarla ilgili hikayeler anlattı ki Bakü’nün bir diğer takdir edilesi yönü de buydu. Şehir boyunca tüm binalar belirgin bir mimari üslup barındırmaktaydı. Bu durum da doğal olarak şehre muazzam bir kalite ve estetik katıyordu.
Yürüyüşümüz devam ederken çoğu kimseler için değer taşımayacak bir keşifte daha bulunduk; şehirdeki Formula 1 pisti. Bilenler bilir Azerbaycan, Monaco ve Singapur ile birlikte güncel F1 takviminde cadde pistine sahip olan 3 ülkeden biri. Yarış zamanı geldiğinde şehrin belli bölümündeki yollar tamamen kapatılıp yarışa ayrılıyor. Yani yarış pisti, normalde şehirdeki binek araçların kullandığı sıradan bir yol. Şans eseri eve dönüş yolunda pistin üzerinde geçmekte olduğumuzu fark ettim. F1 hayranı dostum İbo’yu çatlatmak için bir iki foto çektim hemen. Sonra o süper araçların geçtiği, sayısız kazanın ve geçişin yaşandığı yollarda yürümeye devam ettik. Takvimdeki favori pistim olmasından ötürü bu pisti ezbere biliyordum ve Engincan’ı “Bak şuradan dönüp, şuradan devam ediyorlar.” gibi anlatımlarla darlamaya başlamıştım. Diğer taraftan kendime kızmıyor da değildim. Bu pistin şehir sokaklarından geçtiğini bilmeme rağmen nedense aklımdan uçup gitmişti. İçeri Şehir’in girişinde de pistin can alıcı bölümlerinden birinden geçmiş ama farkına varamamıştım. Sadıg abi ise F1 mevzusundan ne kadar şikayetçi olduğunu belirtti. Ben de ona ister istemez hak verdim. Zira piste dönüştürülen yollar şehrin en merkezi bölgesiydi ve yarış zamanları birkaç günlüğüne hayat muhtemelen onlar için felç oluyordu.
İki devlet tek millet...
Eve dönüşte Sadıg abi ev için alışveriş yaptı. Engincan ise yine boş durmayıp bir şişe şarap aldı. Çorbada bizim de tuzumuz olsun hesabı. Eve gidince Sadıg abi kendi yaptığı yemeklerle kıyak bir sofra kurdu bize. Esas olarak Ukrayna’ya ait olarak bilinen ancak Azerbaycan’da da yapılan Borş çorbası ve tıpkı bizdeki gibi yapılmış ancak tek farkı bizimkilere göre suyu içerisinde servis edilen dolmalar vardı menüde. Yanında söğüş ve turşu da getirdi. Yemekten sonra Engincan’la karşılıklı demlendiler. Ben ise şarabın tadına bakmakla yetindim.
Yaklaşık 2 saat kadar sofrada oturduk. Sadıg abi ile gittiğimiz yerlerden söz ettik. Defalarca ziyaret ettiği İstanbul hakkında konuştuk. Azerbaycan’ın milli kahramanı olarak görülen ve caddelerde heykelleri, sokaklarda isimleri bulunan Haydar Aliyev’in aslında pek de kahraman olmadığını ve halkın da kendisini pek sevmediğini öğrendik. Gelecek seyahatlerimizden, iki ülke arasındaki benzerlik ve farklılıklardan söz ettik. Özellikle dillerimiz hakkında epey lafladık. Tamamen aynı yazılıp okunan bazı kelimelerin iki dilde bambaşka anlamlar barındırmasına epey güldük. Örneğin bacak için kullandıkları kıç kelimesi, kemik yerine kullandıkları sümük ya da yatak niyetine kullandıkları kravat sözcüğü… Onlar, 90’lı yılların başından beri Türk kanalları izlediklerinden bizi çok daha iyi anlıyorlar ancak biz onları o kadar iyi anlayamıyoruz. Özellikle iki Azeri’yi birbiriyle konuşurken takip etmek neredeyse imkansız. Bu anlarda dilleri daha çok Rusçayı andırmakta.
Ertesi sabah yine erkenden kalkıp Sadıg abinin kahvaltı için hazırladığı enteresan öğünle karnımızı doyurduk. Pastacı kremasını andıran yumuşak bir bulamacın üzerine bolca ceviz serpilmişti. Hafif tatlı-ekşi bir lezzeti vardı. Adı olmayan, Sadıg abinin uydurduğu bir yemekti. Tadı da gayet yerindeydi.
Sadıg abi bizimle havaalanı otobüsüne kadar geldi. Bir dahaki İstanbul ziyaretinde buluşmak üzere sözleştik. Umarım aksilik çıkmaz. Kendisi yalnız yaşayan, kendini seyahate vermiş bir öğretmen. Biraz donuk bir tarzı var ama on numara adamdır. Yolu Bakü’ye düşecek olanlara tavsiyemdir, Couchsurfing üzerinden Sadıg abiyi bulup gönül rahatlığıyla misafiri olabilirsiniz.
Havaalanına yoldaşımın panik hali sebebiyle epey erkenden vardık. Kontrolden geçip duty free alanına daldık. Pederin siparişi üzerine anneme bir şişe parfüm aldım. Kasiyerdeki kızın cilveli tavırlarına karşı koyup Engincan’ın aldığı şişe şişe alkol arasından payıma düşeni çantama sıkıştırdım.
Dönüş uçağında hoş da bir sürprizle karşılaştım. Normalde 25 olan koltuk numaram havayolu tarafından değiştirilip 2 yapılmıştı. Düzenlemenin sebebi dönüş uçağı olarak Azerbaycan Havayolları’na ait büyük bir uçak gelmiş olmasıydı. Hal böyle olunca numaralarda düzenleme yapılmıştı. Ben de ilk defa business uçma fırsatı yakalamıştım. Bunun standart bir business olmayacağını biliyordum elbette. Perdeler kapanmadı, portakal suları gelmedi. Ama koltuklar epey geniş ve rahattı. Sonuç olarak kendimi business uçmuş olarak addetmekte beis görmüyorum.
Sabiha’ya inince Engincan uslu duramayıp bir şişe daha alkol aldı. Kolluk kuvvetlerinin dikkatini çekmemiz halinde bizi kaçakçılıktan içeri almaları kaçınılmazdı. Kendimizi dışarı atınca çantaları baştan düzenleyip otobüslere doğru ilerledik. Benim otobüsüm hazır ve nazır beklemekteydi. Vedalaşıp ayrıldık.
Neticede Bakü müthiş keyifli ve özel bir seyahat olarak kalacak aklımda. Neredeyse hiçbir aksilik yaşamadan bitirmiştik. Döndükten sonra herkese Bakü hakkında, tıpkı yukarıdaki satırlarda olduğu gibi olumlu konuşacaktım ve muhtemelen kendileri için son derece uygun bir seyahat noktası olan bu şehre gitmeleri için ebeveynlerime de ilham olacaktım. Umarım sizlere de aynı ilhamı verebilirim çünkü Bakü kesinlikle görülmesi gereken bir şehir.