top of page

17-) Gürcistan

Tiflis

14.02.2020 - 17.02.2020

Hani yaşadığımız yerin göbeğindeki güzelim yerlere burun kıvırırız ya da yürüme mesafesinde dahi olsa envai çeşit güzelliklere yeri gelir sırt çeviririz de uzak olan her daim egzotik ve çekici gelir. O yüzden de pek çok İstanbullu, gezgin ruh taşıyor olsalar dahi, yaşadıkları şehrin güzelliklerini bile isteye es geçmektedir. İtiraf etmek gerekir ki ben de o insanlardan biriyim. Bu yaşıma gelmiş ve neredeyse bütün ömrümü İstanbul’da geçirmiş olmama rağmen bir Ayasofya’yı, bir Yerebatan’ı gidip göremedim. “Nasıl olsa şuracıktalar, istediğim zaman giderim.” dürtüsüyle savsakladım da savsakladım. 

 

Gürcistan da benim gözümde aynı kategorideydi işte. Coğrafi olarak dibimizde bulunmasından ötürü “Bir ara gideriz nasıl olsa.” diye düşünür, ayrıca gitmesi de çok kolay olduğu için laf aramızda biraz eziklerdim koca memleketi. Neticede hem mesafe yakın, hem maddi olarak zorlayıcı değil, hem de geçtim vizeyi pasaport bile talep etmiyor. Bu yüzden Gürcistan’a gidenleri pek gezginden saymama şımarıklığını dahi gösterirdim kendimce. 

 

Elbette eninde sonunda yolum Gürcistan’a düşecekti. Yine bir başka Pegasus kampanyasının vesile olmasıyla kendimi, alfabesi pek havalı bu Kafkas diyarına atıverdim.

Tiflis

Uçuş saatlerim bu sefer oldukça tersti. Cuma akşamı 23:50 Sabiha Gökçen kalkışlı uçakla Tiflis’e uçup, saat 03:30 civarı iniş yaptım. Uyku sersemi halimle pasaport kontrolüne girdim. Her ne kadar Gürcistan seyahatlerinde Türk vatandaşlarının pasaport göstermesine gerek olmasa da bendeki damga fetişi yüzünden pasaportumu hazır kıta bekletmekteydim. Usulca sıramı beklerken, pasaport polisleri tarafından kontrolden geçen insanların ellerine tutuşturulan ufak şişeler dikkatimi çekti. Ne olduklarını tam anlayamadım. Sıra bana gelip de damgamı vurdurduktan sonra görevli kadın yanında duran koliden çıkardığı mini şarap şişelerinden bir tane de bana uzattı. Marka logosu taşımayan bu şişeler belli ki ülkenin resmi kurumlarınca üretilmişti. Lakin üzerine yapıştırılan bir etikette iki paragraflık İngilizce bir metin bulunmaktaydı. Bu metin Gürcistan’ın şarabın anavatanı olduğunu vurguladığı gibi –ki sahiden öyledir de- Gürcistan’da misafirperverce ağırlanacağımı ve burada keyifli vakit geçireceğimi iddia ediyordu. Doğrusu son derece şirin bir jestti bu. Yeri geldiğinde canımızı teslim etme raddesine geldiğimiz pasaport kontrol noktalarında ilk kez böyle bir muamele ile karşılaşmıştım.

Gürcü şarabı

Warm welcome diye buna denir...

Kontrolden geçmiştim geçmesine ama saat gecenin dördüydü. Havaalanından şehre giden bir toplu taşıma aracı yoktu ve gecenin bu saatinde yollara düşmeye de istekli değildim. Havaalanının çok daha sıcak ve konforlu olan “Departures” bölümüne geçtim. Oturacak bir yer bulup anında yayılıverdim. Çok geçmeden hemen oturmakta olduğum bankın sırtını verdiği ve diğer yolcuların da sere serpe uyuklamakta olduğu mini yeşil alana transfer oldum. Günün ilk ışıklarına dek güzel bir uyku çektim.

 

Saat 07:00 sularında uyandım. Hava iyice aydınlanıp otobüs seferleri de başlayınca yola koyuldum. Sadece 1 GEL –Gürcü para birimi Leri– karşılığında şehir merkezine rahatça ulaştım. Tiflis’in en sembolik noktası olan Zafer Meydanı’nda otobüsten inip de ayaklarımı zemine değdirdiğimde keskin bir soğuk karşıladı beni. Öyle ki kalın mı kalın montumun altında dahi ufak ufak titremeye başlamıştım. Soğuğu atlatmak için güneş ışığının yoğun olduğu caddeden ilerledim. Neyse ki güneşin vurduğu açık alanlara çıkınca soğuk hava epeyce kırıldı. 

Tiflis’in içinden geçen Kura Nehri, her ne kadar suları yemyeşil de aksa şehre ferahlık katar. Ben de yürüyüşümün başında bu nehrin paralelinde uzanan caddeden ilerleyip nehir üzerindeki Barış Köprüsü’nü kullanarak karşı tarafa geçtim. Alametifarikası, üzerini kapatan şekilli çatısı olan bu köprü aynı zamanda şehrin simgelerinden biri. Öğle vakti olup ortam da hareketlenince papağan, maymun, tavus kuşu gibi envai çeşit hayvanla birlikte köprüyü mesken tutan bazı tipler gelen geçene ücreti mukabilinde bu hayvanlarla fotoğraf çekilebilme hizmeti sunmaktalar.

 

Barış Köprüsü doğruca şehrin en büyük yeşil alanı olan Rike Park’a açılıyor. Bisiklet yolları ve kafelerin de bulunduğu bu parkın tam girişinde bilin bakalım kimi gördüm? Doğuş’u. Hani şu “Bunlar babadan oğula nesil.” videosu ve saksısı ile akıllarımıza kazınan şarkıcı Doğuş. Allah’ın işi işte. Sen kalk Gürcistan’a gel, park girişinde Doğuş ile karşılaş!

Barış Köprüsü

Barış Köprüsü ve altında Kura Nehri...

Rike Park’ı teğet geçen kıyı şeridinden yoluma devam edip Europe Square’e çıktım. Hemen alanın köşesindeki Kral Vakhtang Gorgasali heykelini seyrederek Metekhi Köprüsü üzerinden tekrar nehri geçtim. Bu kez de bu köprü Old Town’a çıkardı beni. Pek çok şehirde olduğu gibi Tiflis’te de bir Old Town mevcut haliyle. Doğal olarak burası şehrin en şirin ve turistik bölümü. Ancak Bakü ya da Prag’daki benzerlerine nazaran daha ufak tefek bir alanı işgal etmekte. Haliyle gezip görülecek çok fazla şey de yok. Kısa boylu, rengârenk ahşap evler hoş manzaralar sunarken otantik kalmaya çalışan kafe ve restoranlar da müşteri avlamakta. 

 

Old Town’ın içinde kısa bir tur yaptım. Buradaki en özgün unsur muhtemelen saunalardı. Ağır ağır akan ve nehre karışan derenin kenarında yükselen ufak tefek binaların üzerinde tüten dumanlar sayesinde kendilerini ele vermekteydiler. O nefes kesen soğukta ılgıt ılgıt tüten, kubbe çatılı yapıların içine dalmanın hayalini kurmadım değil. Ama sabahın o erken saatinde etraf pek bir tenhaydı, o yüzden pek ilişmedim.

 

Turuma tam bu noktada bir misafir eklendi. Saunaların bulunduğu alandan ayrılırken sarımtırak renkli sevimli bir köpek peşime takıldı. Ama öyle böyle bir takılmak değil. Yarım saat kadar yılmadan, usanmadan adımlarımı izledi. Su almak için markete girdiğimde çıkana kadar beni bekledi. Yol üzerinde karşıma çıkan sinagogu kabaca dolaştığımda yine beni bekler halde buldum. Bu ısrarcı takipten bir ara tedirgin oldum, yalan değil. Bütün gün peşimde mi dolaşacaktı yoksa? Baktım çare yok zavallı köpeği geleneksel taş atma tehditleriyle kaçırttım. Eser miktarda vicdan azabı eşliğinde yürüyüşüme devam ettim.

Şehrin göbeğine doğru dönüşe geçmiştim. Dönüş yolunda peşi sıra kafelerin sıralandığı hoş bir ara caddede, ayin yapılmakta olan bir kiliseye girdim. İçeride yüksek sesle ilahiler okunmakta, mumlar yakılmakta ve Evharistiya adı verilen ekmek-şarap ayini gerçekleştirilmekteydi. Bu ayin, bir din görevlisinin inançlı Hristiyanların ağızlarına şarapta sulandırılmış bir lokma ekmek vermesi ve bu ekmeğin yutulması şeklinde icra edilmekteydi. Hristiyanlık inancında hâkim olan; ekmeğin Hz. İsa’nın bedeni, şarabın ise kanı olduğuna yönelik bu inanış sayesinde Hristiyanlar bir nevi Hz. İsa ile bütünleşmekteler. Bu inanışın kökeni ise İncil’de geçen ve Hz. İsa’ya atfedilen sözlere dayanmakta.

 

Kilise ziyaretim sonrasında tempolu bir yürüyüşle merkez meydana geri döndüm. Şehrin göbeğinde bulunan Mado’ya girdim. Hem soğuktan uzaklaşmak hem de yorulma emareleri gösteren bacaklarımı dinlendirmek için sıcak bir çay içtim. Lafı açılmışken, Mado’daki garsonlar üzerinden Gürcistan hizmet sektörü ile ilgili negatif tespitlerimi paylaşayım. Tiflis’te garsonların gülümseme yetileri bulunmuyor. Müşteriye en ufak bir ilgi alaka göstermemekle beraber içten içe sürekli bir sövme halinde gibiler. Hoş geldin beş gittin falan hak getire! Siz siz olun Tiflis’te kibar ve ilgili garsonlar beklemeyin.

 

Mado’dan çıktıktan sonra hemen yol üstünde karşıma çıkan ufak Trdelnik dükkanına uğradım. İçi nutella dolgulu sıcacık bir Trdelnik ısmarladım. Ne yalan söyleyeyim, Prag’da yediğimden daha çok beğendim Tiflis’in Trdelnik’ini.

Zafer Meydanı...

Karnım tok sırtım pek, hostelime doğru yola koyuldum. Zafer Meydanı’nda birleşen caddeler arasında en işlek olanından devam ettim ki burası kesinlikle Tiflis’in en geniş ve en canlı caddesiydi. Fazla zorlanmadan, ana yolun üzerindeki sokaklardan birinde kalan hostelimi buldum. Geniş bir salona bağlı odalardan oluşan tek katlı, genişçe bir apartman dairesiydi. Yatağıma geçip bir kaç saat dinlendim.

 

Uykusuzluk ve yorgunluğun etkisiyle küp gibi uyumuş kalmıştım. Öyle ki uyandığımda hava kararmıştı. Tatlı yatağımdan güç bela ayrılıp hazırlandım. Yetişmem gereken bir gösteri vardı. Okuldaki işgüzar arkadaşlardan biri her ne hikmetse kalkıp bana opera bileti hediye etmiş, masum bir sataşmayla başlayan şakalaşma sonucunda elime nur topu gibi bir opera bileti geçmişti. Üstelik de Tiflis’te. Sanat düşmanı bir adam olmasam da sanatsal portföyümün ağırlığını edebiyatın oluşturduğunu söyleyebilirim. Geri kalan kısımlar ise Datça’da kaçak girdiğim birkaç tiyatro, konser ve tek bir bale gösterisinden ibaret. Haliyle operaya epeyce yabancı olduğumu itiraf etmemde mahsur yok. 

 

Opera binası, hostelime yalnızca beş dakika mesafedeydi. Gecikmeden yetişip yerimi aldım. Filmlerde bolca gördüğüm bir atmosferin içine düşmüştüm. Bilirsiniz, özellikle suikast sahnelerinin uğrak adresi olagelmiştir opera binaları. Kurban, genellikle kaymak tabakadan bir politikacı ya da iş adamıdır. Kendine ait locasında avanesiyle birlikte süslü püslü kıyafetler içerisindedir. Cep boy bir dürbün yardımıyla sahnedeki temsili takip eder. O esnada katil kılık değiştirme marifetiyle izleyicilerin arasına karışmıştır veya çeşitli engellerin arasından kedi gibi sıyrılarak damdan inmektedir. Arka planda, sahnede sergilenen oyundaki sanatçıların gırtlaklarından yükselen kalın mı kalın seslerin yarattığı gergin bir atmosfer vardır. Kreşendoya ulaşıldığında suikast gerçekleştirilir. Hepiniz bilirsiniz.

 

İşte öyle bir yerdeydim. Oval biçimli salonda misafirler sessizlik içerisinde yerlerine kurulmaktaydı. Bir kısım koltuk sahnenin önünde uzanırken bir kısmı da salon duvarlarına nakşedilmiş mini balkonlarda yer almaktaydı. Ben de her biri 30 kişi kapasiteli bu balkonlardan birindeydim. Sahneyi net biçimde görebiliyordum. .

 

Temsil boyunca bunun bir opera mı yoksa bale mi olduğuna bir türlü emin olamadım.  Kabul ediyorum, ilk on beş yirmi dakika keyifli geçti. İlk kez böyle bir ortamda bulunmanın heyecanı da vardı. Sergilenen bazı figürler hoşuma bile gitti. Hele o bacak kadar kızların ayak parmakları üzerindeki hareketleri yok mu? İnsan böyle bir şeyi nasıl yapabilir? Nasıl böylesine kıvrak ve dengeli olabilir? Ama bir müddet geçtikten sonra sürekli aynı şeyleri izliyormuşum hissine kapıldım. Belki şu söylediklerim biraz barzoca gelecek ama yalnızca bir iki tane figür varmış da çevirip çevirip aynı şeyleri izletiyorlarmış gibi gelmişti. Yani yaptıkları şey ne kadar etkileyici olsa da insan art arda aynı şeyleri görünce ister istemez takdirini ve ilgisini kaybediyor. Üstelik bütün gösteri tam üç saat kadar sürüyor. Bitmesine yakın kurdeşen dökecektim neredeyse. Neden sonuna kadar bekleyip erkenden çıkmadığımı da inanın bilmiyorum. Finale doğru bomba gibi bir şey olur ve onu kaçırırım yahut erkenden salonu terk edersem Tiflis elitlerince yuhalanırım endişesiyle bekledim de bekledim. Bittiğinde kavgadan çıkmış gibiydim. Kısacası, sevmedim. Sevemedim. 

 

Ertesi sabah öğlene doğru uyanıp dışarı çıktım. Merkezi caddeden ana meydana doğru yürüyüp önceki gün gözüme kestirdiğim Subway şubesine uğradım. Kahvaltı için iri bir sandviç ve sıcak bir çay aldım. Kallavi kahvaltımı bitirdikten sonra henüz gezmediğim bölgelere doğru rota çizip tabanları yağladım.

Merkeze yaklaşık 7-8 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde bulunan teleferiğe yöneldim. Bu teleferik önceki gün tam da Doğuş’u gördüğüm parkın sınırlarındaydı ve şehrin merkezine tepeden bakan Tiflis Kalesi’ne rahat bir ulaşım sağlıyordu. Bu sayede şehrin ortasından geçen nehir üzerinden yaklaşık 2 dakika içerisinde kaleye ulaşmak mümkündü. Yolculukta eşlik eden keyifli manzaralar da cabası.

 

Tiflis Kalesi’nin merkez avlusunda  tıpkı Kiev ve Budapeşte’deki gibi devasa bir heykel yükselmekte. Tıpkı diğerleri gibi bir kadın heykeli ve Gürcistan’ın Annesi ismiyle anılıyor. Benzer coğrafyalar, benzer kültürler ve benzer maziler. Bu durum da işte böyle eserlere yansıyor haliyle. 

 

Heykelin zıt yönünde ise kalenin surları bulunmakta. Mini bir kale sayılabilir aslında burası. Avlusunda, restore edilmekte olan oldukça eski bir kilise var. Avlunun bulunduğu yerden kalenin tepelerine çıkma imkanı da mevcut ama bu kesinlikle çok yorucu ve tehlikeli bir yol. Sürüne sürüne çıkmanız gereken merdivenler, tırmanılarak çıkılması gereken dik rampalar, cesaretle yapılması gereken sıçramalar ve bunun gibi pek çok atraksiyon beklemekte gönüllüleri. Öyle ki topu topu üç dört kişi bu güzergahı tamamlayabildi. Bendeniz de oldukça zorlansam da yolun sonuna varabildim. Bu sayede kalenin en yüksek burcundan hem etkileyici manzaralar hem de güzel fotoğraflar yakalama şansı buldum. 

 

Çetrefilli zirve tırmanışım sonrasında avluya geri dönüp iniş yoluna koyuldum. Bu kez teleferiğe meyletmeyip bayır aşağı giden yılankavi yolları takip ettim. Adeta orman içerisinden geçen bu yollar epey tenha ve ferahtı. Bu sayede tatlı tatlı döndüm yeniden şehir merkezine.

Heykel

İner inmez tekrar nehrin öteki tarafına geçtim. Tıpkı Budapeşte’de olduğu gibi nehrin bu tarafı diğerine göre oldukça tenhaydı. Çevrede görülesi yegane yer ise Sameba Katedrali’ydi. Katedrale varabilmek için yokuş yukarı epeyce yol tepmek ve şehrin varoş bölümlerinden geçmek gerekiyordu. Sonunda katedrale varıldığında ise evvela büyükçe bir avlu karşılıyordu insanı. Bu avluda bakımlı bir bahçe, ara ara heykeller ve havuzlar yer alıyordu. Katedralin kendisi ise adının hakkını verircesine büyük ve görkemliydi. İç tarafını gravürler süslemekteydi. Katedralin kalbinde ise alışık olduğumuz üzere Hz. İsa ve havarileri resmedilmişti. Belgrad’da bulunan St. Sava katedralini andıran Sameba’yı bir kapısından girip diğer kapısından çıkarak detaylı şekilde gezdim. Kanımca tüm Tiflis içerisinde belki de en görülesi yer burasıydı.

 

Katedral ziyaretimden sonra yeniden nehrin öteki tarafına geçip merkeze döndüm. Karnım iyiden iyiye acıkmıştı. Ucuz bir ülke olan Gürcistan’da tasarrufa ara verip kendime ziyafet çekme niyetindeydim. Önceden gözüme bazı yerleri kestirmiştim. Biraz da internet araştırmasıyla bir restoran üzerinde karar kıldım. Sakhli11 isimli restoranı, baştan söyleyeyim, sizlere de önermekteyim. Zafer Meydanı’na çok yakın, oldukça nezih ve hatta biraz lümpen bir mekan burası. Yalnızca tüm Tiflis’te olduğu gibi burada da garsonların pek umurunda olmadığınızı aklınızdan çıkarmayın. Silah zoruyla siparişimi verip ortalama bir bekleme süresi sonrasında masayı donattım. İlk olarak haçapuri ile salata geldi. Salata; balkabağı püresinden bir yumrunun çevresine serpilmiş pancar dilimleri, roka ve peynirden ibaret tuz oranı yüksek ilginç bir salataydı. Üzerine balzamik sirke gezdirilmiş, görsel olarak oldukça başarılı bir netice elde edilmişti. Çok beğenmesem de takdir ettim. Hatta gelin size tarifini vereyim:

Evvela balkabaklarını hazırlamak gerek zira tarifte pişen tek şey bu. Balkabaklarını buharda pişirmek en iyisi. Özel bir ekipmanınız yoksa su dolu tencerenin üzerine bir süzgeç yerleştirip balkabaklarını süzgeçe doldurmanız ve tencerenin kapağını kapatmanız yeterli olacaktır. Elbette balkabağını mümkün olduğunca ince doğramalı ve uzun bir pişme süresini göze almalısınız. Bu süreç tamamlandığında balkabaklarını biraz zeytinyağı ve tuzla ezip püre haline getirin. Elde ettiğiniz püreyi büyükçe ve düz bir yuvarlak tabağın ortasına yığın. Pancar turşularını ve rokayı gözünüze nasıl hoş gelecekse o şekilde pürenin üzerine dağıtın. Bu yığının üzerine Ezine peyniri, keçi peyniri vb. dilediğiniz bir peyniri parçalayarak yayın. Bolca balzamik sirke ve zeytinyağı ile tatlandırıp damağınıza göre tuz ekleyin. Oldu bitti.

 

Salatayla birlikte gelen haçapuri ise geleneksel Gürcü stilinin biraz dışındaydı. Bildiğiniz üzere haçapuri Gürcistan orjinli bir hamur işi. Çoğunlukla bizdeki pidelerle aynı biçimde ve sadece peynir ile yapılır, bazen de üzerine yumurta kırılır. Oysa buradaki pizza gibi yuvarlaktı. Hatta sadece peynir ile yapılmış bir pizzayı andırıyordu. Ama ağzınıza attığınızda bunun bir pizzadan ziyade Türk usulü hamur işine çok daha yakın olduğunu idrak etmemeniz işten değil. Haçapuriyi oldukça beğendim. Sade ve lezzetliydi. Hazır haçapuri demişken Hasanpaşa'da, belediyenin hemen karşısındaki Haçapuri'yi hepinize öneririm. Zannımca İstanbul'daki en iyi pide tam da burada yenir.

Sameba Katedrali

Sameba Katedrali...

Salata ve haçapuriyi yuttuktan sonra tavuğu beklemeye koyuldum. Epey bir süre bekledim. Unutuldu diye düşünmeye başlamıştım ki tavuğum da geldi. Çok iyi pişmiş, parıl parıl parlayan, sulu sulu bir tavuktu. Lezizdi ama tavuktu işte. Gürcistan’ı yansıtan bir tarafı yoktu. Ne olur ne olmaz karnım aç kalmasın diye söylemiştim. İyi ki de söylemişim…

 

Yemekten sonra kalkıp son bir final turuyla günü tamamladım. Gözüme kestirdiğim bir dükkandan eş dost için hediyelik şarap aldım. Magnet gibi şahsi ihtiyaçlarımı karşıladım. Salına salına hostele döndüm.

 

Dönüş uçağım da ne yazık ki çok biçimsiz bir saatteydi. Saat 03:00 sularında hostelden çıkmam gerekecekti. Resepsiyondan birini yakalayıp ulaşım konusunda tüyo almak ve gerekirse bir taksi ayarlamak noktasındaki niyetimi erteledikçe erteledim. En sonunda konuşacak birini bulamadım. Bu yüzden biraz gerildim. Ertesi gün dönmüş olmak zorundaydım ve olası bir aksilik yaşayıp da uçağı kaçırmak istemezdim. 

 

Hostelden ayrılmak üzere hazırlanırken bir başka gezginin de çıkmak üzere olduğunu gördüm. Hemen yapışıp selamımı verdim. Güleryüzlü bir Danimarkalı kızdı. Şansıma o da havaalanına gidiyordu ve halihazırda taksi çağırmıştı. Beraber gidip yol ücretini kırışmayı önerdim. Doğal olarak hemen teklifimi kabul etti ve yol sorunu çözülmüş oldu.

 

Hostel kapısının önüne kadar gelen taksiyle yirmi dakika içinde havaalanına vardık. Taksideyken yol arkadaşımızla biraz muhabbet ettik. Benimle aynı uçakla İstanbul’a gittiğini öğrendim. İstanbul ile ilgili yardımcı olabileceğimi söyledim ama İstanbul’da aktarma yapıp memleketine döneceğini söyledi. Beni başından savmak istedi belki de, kim bilir? 17 Lari tutarındaki ücreti kırışıp havaalanı girişinde birbirimizden ayrıldık. Kısa süreli ve karlı bir iş birliğiydi.  

 

Pasaport kontrolünden geçip kötü bir sürprizle karşılaştım. Hediye şaraplarımın tamamı çöpe gitti. Gerçi böyle bir aksilik yaşanabileceğini düşünmüş ve bulabildiğim en adi şarapları almıştım. O yüzden çok da üzülmedim. Neyse ki ülkeye girişte verdikleri mini şişeleri almadılar. Hatırlı şişe olduklarından müsamaha göstermişlerdi belki de.

Sabahın ilk ışıklarına doğru uçağıma binip, yerime kurulur kurulmaz uykuya daldım. Babam havaalanından arabayla alıp Tavşantepe metro istasyonuna bıraktı. Böylece Tiflis’ten gelip doğruca işe doğru yola koyuldum.

 

Yazının başında da belirttiğim üzere Gürcistan coğrafi yakınlığından ötürü bir kısmımızın gözden kaçırdığı ülkelerden. Şimdi kalkıp size Gürcistan'a mutlaka gitmeniz gerektiğini falan söylemeyeceğim elbette. Zira bu malumun ilanı olur. Ancak Gürcistan'ın -en azından Tiflis özelinde- görülesi bir destinasyon olduğunun altını çizmeliyim. Tiflis sahiden de şehir gibi bir şehir. Büyük, temiz ve düzenli. Doğrusu, Balkan kentlerini andıran daha kendi halinde ve çelimsiz bir şehir bekliyordum. Ne yalan söyleyeyim Tiflis’in böylesine büyük bir şehir çıkması beni epey şaşırttı ve ziyadesiyle memnun etti. 

bottom of page