top of page

2-) Güneydoğu Asya

asyaa.jpg

22.10.2016 – 03.12.2016

 

Selamlar! Tozpembe hayallerle atılıp da feleğin sillesini yediğim ilk yurt dışı seyahatimi hatırlarsınız. O tecrübenin beni soğutabileceğini, ürkütebileceğini düşünüyor olabilirsiniz ancak pek de öyle olmadı. – Gerçi arada iptal olan bir Rusya planım vardı, ondan bir ara bir yerlerde bahsederim muhtemelen.- Güney Afrika’nın şokunu atlattıktan sonra yeni tasarılara dalmış ve tadını çıkaramadığım seyahatimin acısını çıkarmaya adamıştım kendimi.

Üniversitede biraz içine kapanık bir çocuktum. Bilerek kendimi bu şekilde lanse etmiş ve dört yıl boyunca kısıtlı bir çevre ile iletişim kurmuştum. Bu süreçte en yakın arkadaşım Tolga’ydı. İki yıl aynı evi de paylaştığımız Tolga ile birlikte, üniversitedeki son yılımızda ufaktan ufaktan potansiyel seyahat hayalleri kurmaya başlamıştık. Son yılımızı da doldurup yaz tatiline girdiğimizde, öğrencilikten işsiz statüsüne geçmiş olmanın gerilimini ötelemek için elimizden geleni yapmaktaydık. Bu süreçte çözümü seyahatte bulduk. İkimiz de üniversite sonrası ilk birkaç ayı kendimize hak görmekteydik ve birikmiş paramızla uzun vadeli bir seyahat planlamaya başlamıştık. İkimiz de farklı şehirlerde olduğumuzdan yüz yüze değil de cep telefonu yoluyla iletişime geçebiliyorduk ve bu da net bir plan ortaya koymamızı zorlaştırıyordu. Saatler süren mesajlaşma seansları ve telefon konuşmalarının ardından Güneydoğu Asya’yı merkezine alan bir tasarı üzerinde uzlaştık. Seyahat süremiz de bir uzadı bir kısaldı derken en sonunda bir buçuk ile iki ay arası bir dönemde sabitledik.

Hemen ülkeleri, şehirleri kabaca belirleyip nerede kalacağımız, nasıl yolculuk edeceğimiz gibi başlıkları da tartışıp biletleri almaya karar verdik. Gidiş dönüş Bangkok biletlerini kelle başı yaklaşık 1800 TL kadar bir fiyata satın aldık. Qatar Airways ile uçacaktık. Geriye heyecan dolu geri sayım kalmıştı yalnızca.

Ankara’da yaşayan Tolga, uçuşumuzdan iki gün evvel İstanbul’a geldi. O iki günü alışveriş ve hazırlık ile geçirdik. Uçuşun önceki akşamı, hangi akla hizmetse, başrolünde Denzel Washington’ın oynadığı, felaketle sona eren bir uçuşu konu alan “Flight” filmini izledik. 15 saatlik bir uçak seyahatinden hemen önce yapılabilecek en kötü seçim olsa gerekti.

 

Bangkok

Uçuş sabahı erkenden kalkıp, Pendik'ten start alan uzun bir yer altı yolculuğu ile Atatürk Havalimanı’na gittik. Pulları alıp, sırt çantalarımızı teslim ettik. Biletlerimizi de bastırıp beklemeye koyulduk. Doha’da kısa süren aktarmamızı yaptık. Buraya kadar her şey sorunsuzdu. Ancak Doha-Bangkok uçuşunda canımı teslim etmek üzereydim. Müthiş bir baş ağrısı bütün tadımı kaçırmıştı. Ne yemek yiyebildim ne de bir şey içebildim. Neyse ki inişte ağrım geçmişti.

Pasaport kontrolüne girdik hızlıca. Tüm belgelerimiz tamdı. Uçak biletleri, konaklama belgeleri, para vs. Sıkıntı çıkmamalıydı. Sıramızı beklerken Tolga yan taraftaki kuyruğun daha hızlı ilerlediğini görüp oraya geçti. Kontrole benden daha önce girdi ama benden önce çıkamadı. Ben uslu çocuk olmanın ödülünü herhangi bir can sıkıcı soruya muhatap kalmadığım bir pasaport kontrolü ile aldım. Şimdi gidip Tolga'yı esir düştüğü yerden kurtarmalıydım. Tolga’nın İngilizce pek iyi değildi o zamanlar. Ben de “native speaker” sayılmazdım elbette ama dert anlatabilecek seviyenin bir tık üzerindeydim. Tolga’nın inatçı pasaport memuruna yaklaşıp beraber olduğumuzu falan söyledim. Bize olmasa da beni içeri alan meslektaşına hürmeten damgayı vurup Tolga'yı azat etti. Kontrolden geçtik geçmesine ama neden Tolga’da sıkıntı çıkardıklarını asla bilemeyecektik.

Tolga'yı kurtardıktan sonra çantalarımızı alıp bir miktar para bozdurduk. Türkiye’de henüz proje aşamasında olan Havaray'a binip şehir merkezine doğru hareket ettik. Vagondan indiğimizde ikimiz de koordineli bir şekilde ceketlerimizi çıkardık. Hatta çıkarmak ne kelime, parçalayarak üzerimizden attık adeta. Korkunç bir hava sıcaklığı vardı. Gelmeden önce Bangkok'un dünyanın en sıcak başkenti olduğunu duymuş ama ne yalan söyleyeyim pek de umursamamıştım. Ne kadar sıcak olabilirdi neticede! Oysa unvanının hakkını sonuna kadar veriyormuş. İnsanın canını acıtan bir sıcak ve iflah olmaz bir nem söz konusuydu. Boğucu sıcak dedikleri nasıl oluyormuş orada öğrendim. Gerçekten de insanın boğazına sarılmış, sıkıyormuş gibiydi hava. Neyse lafı fazla uzatmayayım. Bu sıcaktan, daha çok şikayet edeceğim.

İndiğimiz durağın şehir merkeziyle pek alakası yoktu. Sonradan buranın bir aktarma istasyonu olduğunu fark ettik. Aval aval bakınırken bir kadın yardımımıza koştu. Ona derdimizi anlattık. Telefondan açtığım harita üzerinde hostelin yerini gösterdim. –Afrika’dan nasıl dersler çıkardığım gözden kaçmasın. - Telefonumu alıp otobüs şoförlerinin beklediği bir alana gitti. Bizden bir nebze uzaklaştı anlayacağınız. O anda yüreğim cız etti. Önceki tecrübelerim aklıma geldi ve "Yine mi?" diye içimden geçirdim. Bir hırsızlık vakasını bir kez daha kaldıramazdım. Hem de yine ilk günde, iner inmez. Neyse ki çok sürmeden kadın geri gelip bize yolu tarif etti. Ben de derin bir oh çektim. Asya insanına da daha en baştan kanım kaynadı böylelikle.

 

Kadının tarif ettiği şekilde yola devam ettik. Ancak bu o kadar kolay olmadı. Epeyce yürümek zorunda kaldık. Bir kaç kere yol sorduk. Bitap düşmüş halde o korkunç sıcağı çekmek zorunda kaldık. Sonradan yaptığımız ufacık bir yön hatasının kurbanı olduğumuzu keşfettim. Cadde üzerindeki bir dönemeçte, sola sapmak yerine bir sonraki girişten dönseymişiz o yol bizi tam da hostelimizin önüne çıkaracakmış.

Tam da bu yürüyüş sırasında gençten bir kız elinde küçük paketlerle önümüzü kesti. "Free, free!" diye bağırarak paketleri bize doğru iteledi. Ben pek yanaşmadım ilk başta. Sonra kız "For my king!" diye açıklama yaptı. Tırstım. "Bunlar takıntılı oluyorlar, almazsam kralıma saygısızlık yaptın diye dalar maazallah!" diye düşünüp alıverdim bir tane. Sonradan tadına baktım, iğrençti. Muhtemelen bir çeşit çaydı.

Hostele vardığımızda tek kelimeyle pestilimiz çıkmıştı. Hostelde bizi iki saat beklettiler, belirttiğimiz varış saati daha gelmemişti. Biz de lobide oturup bekledik. Hostelin bilgisayarlarına girip Facebook üzerinden memleketle yazıştık. Benim için enteresan bir andı çünkü ilk defa hostelde kalıyordum. Hostelin ortamı çok hoşuma gitmişti. Herkes gençti ve dünyanın farklı yerlerinden koca sırt çantalarıyla gelmişlerdi. Onlarca farklı rota üzerinde hareket eden bu insanlar aynı gaye ile yol alıyorlardı ve hosteller benzer dünya görüşüne sahip bu insanların kesişim noktaları oluyordu. Sonrasında ise herkes yeniden dağılıp bambaşka yollara gidiyordu. Hostellerin bu büyüsü beni o anda yakalayıverdi.

Nihayet odamıza girdiğimizde mis gibi birer duş aldık. Sonra da vurup kafayı uyuduk. Hem de öyle bir uyuduk ki uyandığımızda akşam olmuştu. Bir de bardaktan boşalırcasına şakır şakır yağmur yağıyordu. Bangkok'un meşhur yağmurlarıydı bunlar. Her gün illa ki bir döktürürdü. Yaklaşık 15-20 dakika kadar sürerdi ama bu kadarcık zamanda bile ortalığı neredeyse sel götürürdü. Sonra birden kesiliverir ve yarım saat olmadan sokaklar bir damla yağmur yağmamış gibi kuruyup giderdi. Korkunç nemin sonucu işte!

Uyku sersemi kafayla, karanlıkta, bir de o yağmurun altında uyanınca kısa bir neredeyim sorgulaması yaşadım. Çok sürmeden kendimi toparladım. Resepsiyondaki çocuktan öğrenip, adaptör almak için yakındaki bir AVM'ye gittik. Adamların prizleri bizimkilerden farklıydı haliyle. AVM'nin önünde, bir çeşit sokak yemeği pazarı vardı. Geldiğimizden beri her yerde sokak yemeği görüyorduk. Her köşe başında illa ki birileri bir şeyler pişirip satıyordu. Zaten muhtemelen bu yüzden şehir leş gibi kokuyordu. Evet, o korkunç sıcağın yanında bir de iğrenç koku vardı. Muhtemelen yemekler yüzündendi. Esnaf lokantası tarzı işletmelerin önünden geçerken burnumu tıkamak zorunda kalıyordum. Tabi pis sokaklar ve şehrin bataklık üzerine kurulmuş olduğu gerçeği de cabasıydı. Ne yalan söyleyeyim, bu yüzden Bangkok’ta sokağa çıkasım hiç gelmiyordu.

Gel gelelim yemeklerin kendisinde koku yoktu. Lezzetlerine de kötü diyemem. Ama methedildiği kadar olduklarını da söyleyemeyeceğim. En ünlü Tay yemeklerini gerek sokaklarda gerek de restoranlarda yedik ama bu kadar ünlü olmasını gerektirecek bir şey pek de göremedim.

İlk akşamımızda hafif bir Pad Thai ve ne olduğunu halen daha bilmediğim hamurumsu bir şey alıp hostelde yedik. Pad Thai pirinçten yapılmış, spagettiye benzeyen uzun eriştelerin haşlanması ile yapılan bir çeşit makarna. Ayrıca içerisine eklenen ekstra malzemelerle karidesli, tavuklu, yumurtalı gibi çeşitleri mevcut. Tayland’ın en meşhur yemeklerinden biri kendisi ve hem turistler hem de yerliler tarafından oldukça rağbet görmekte. Yalayıp yuttuğumuz onca şeye rağmen, Tolga tam doymadı ve gecenin bir vakti uykusundan feragat edip tekrar aynı yere giderek biraz daha yemek aldı. Ben ise saygı duymakla yetindim. Açlıktan ölecek dahi olsam hiçbir güç uykumdan uyandırıp bunu yaptıramazdı.

Tayland'ın popüler yemeklerinden Pad Thai.

Yemekten sonra, Fransız bir abi ile tanıştık. Kıt ingilizcesine acayip Fransız aksanı da eklenince onunla anlaşmak eziyete dönüşüyordu. Tabi onu ayık yakalayabilirseniz! Çünkü, abimiz durmadan yutuyordu. Bir aydır Bangkok'taymış kendisi. Vardı bir derdi belli ki. Kendisiyle daha sonra da kısa süreli laflamalarımız oldu.

Ertesi gün, erkenden şehir turuna başladık. Uzunca bir yürüyüş ve Tuk Tuk şoförlerinin tacizleri bize eşlik etmekteydi. Tuk Tuk denilen araçlar ufacık bir minibüs gibiydiler. Yanları ve bazen de tepesi açık, şoför önde tek başına otururken arkada yolcular için yekpare bir koltuk var. Yerliler için ulaşım, turistler için şehir turu anlayacağınız. Tayland’ın sembollerinden birisi aynı zamanda Tuk Tuk denen araçlar. Ayrıca, az önce taciz kelimesini kullandım ama biraz abartı oldu. Yanlış bir intibaya kapılmanızı istemem. Sadece size kendilerini hatırlatıyorlar diyelim. Peşimize takılıp da bizi rahatsız edeni hiç olmadı. Israrcı şekilde yaklaşana da hiç rastlamadık. Hatta böyle biri Tayland'da hiç olmadı. Tayland’ın insanlarının, turist akını alan bir ülkede yaşamalarına rağmen turistleri yolunacak kaz olarak görmediklerini ve turistlere hiç de kötü gözle bakmadıklarını gördüm. Neticede turizm ülkenin en önemli gelir kapısı ve belki de bu insanlar bunun bilincindeler. Ya da turistten bıktılar.

Komple altın kaplama Buda heykeli.

Şehir turumuzun ilk durağı Wat Traimit'ti. Girmek için enayi gibi gidip bilet aldık. Ama bu bize ders oldu ve bir daha Tayland’da hiç bilet almadık. Çünkü kimsenin baktığı falan yoktu. Öyle kaçak göçek bir yerlere sızmayı pek sevmem, hatta itici bulurum. Ücreti neyse vermeyi tercih ederim ama hiç kimse bilet almazken gidip değerli paracıklarımı da saçacak değildim. Bu yüzden Wat Traimit, ücreti mukabilinde gezdiğimiz tek yer oldu. Tapınakta bilmem kaç ton ağırlığında altından yapılmış Buda heykeli vardı. Tabi onun dışında bir sürü başka küçük Budalar daha. Tapınağın esas odasına girerken ayakkabılarımızı çıkarttılar ve çoraplarla dolaştık. Koca Buda heykelini ziyaret ettik. Bu Buda heykelinin meşhur bir hikayesi varmış. Zamanında -1200’ler civarı-, düşmanları Burmalılar'dan korumak için, Taylandlılar bu muazzam heykelin dışını bir malzemeyle kaplayıp saklamışlar. Ancak öyle bir kaplamışlar ki iç taraftaki altını zamanla kendileri bile unutmuşlar. Bir zaman sonra, taşıma işlemi sırasında heykel düşürülmüş ve dış kaplaması kırılmış. Böylece heykel yeniden gün yüzüne çıkma fırsatı bulmuş.

Som altından heykeli iyice seyrettikten sonra, tapınağın diğer bir odasında ziyaretçileri kutsayan bir Buda rahibini seyrettik bir süre. Beni de kutsasın diye bekledim ama benim auram ona uymadı herhalde ki beni yanına çağırmadı.

Buradan çıktıktan sonra kendimizi Çin Mahallesi’nde bulduk. Nasıl oldu hiç anlamadan içinden geçip gittik. Yol üzerinde meydan gibi bir yere çıkıp buradaki tapınağa da girdik. Daha doğrusu ben girdim. Tolga tapınağın bahçesinde oturdu. Onu pek heyecanlandırmamıştı bu yeni tapınak. Bu tapınağın adı Wat Chana Songkhram’dı. Diğerine göre daha küçüktü doğrusu. Ama içeride Tayland'ın yeni ölmüş kralı için ayin yapılıyordu. Bahçede sandalyelere oturmuş insanlar ellerinde kitaplarla bir nevi dualar ediyorlardı. Ben tapınağın içine girdim. Tabi yine her yerde heykeller falan vardı. En önde bir rahip mantralar okuyor, gelenler de onun okuduklarını ellerindeki kitaplardan takip ediyor ve içlerinden tekrarlıyorlardı. Oturup biraz izledim. Dışarıdaki insanlar da bu ayinin bir parçasıydı ve onlar da kendi kendilerine okunanları tekrarlıyorlardı. Tayland kralının ölümüne dair izler pek çok yerde karşımıza çıkmıştı ve çıkmaya devam ediyordu.​

Sonunda en ünlü tapınakların bulunduğu yarım adaya gelmiştik. Buraya girmek için, küçük bir nehrin üzerindeki köprüden geçmemiz gerekiyordu ki köprünün başını Küçük Joe misali tutan eleman geçmemize izin vermedi. Neymiş efendim, elbiselerimiz uygun değilmiş. Buraya şortla girilmediğini duymuştum evet ama ikimizde de uzun kapriler vardı. Tabi Küçük Joe’nun derdi geleneklere riayetten ziyade sakal koparmak. Oralı olmadık. Geri dönüp nehir boyunca biraz ilerleyerek daha tenha bir köprü bulup sorunsuzca geçtik. Bir parkın içinde bulduk kendimizi. Biraz turladık. Sonra bir panayır dikkatimizi çekti. Yanaşıp göz gezdirdik. Dağıtılan dondurmalardan elimize tutuşturdular zorla. Doğrusu hiç fena değildi. Yemek falan da dağıttıklarını gördük. Ama onu da sonraya bıraktık. Hemen karşıdaki Wat Pho’ya daldık önce. Burada da yine bir sürü Buda heykelinden başka pek bir şey yoktu. Oturan Buda, uzanan Buda, bağdaş kuran Buda, selam veren Buda… Ancak burada çocuklara eğitim veren rahipler de vardı. Bir tür okul görevi de görüyordu burası ve tek parça turuncu elbiselerini giyen çocuklar etrafta usulca dolanıyorlardı.

Buda dozumuzu alıp tapınaktan çıktıktan sonra hemen panayıra dalıp tavuk but ve pilavdan oluşan yemeklerimizi kaptık. Bunlar küçük porsiyonlarda dağıtılan ve üzerlerinde pek fazla konuşulmaya değmeyecek standart yemeklerdi. Yanına da Tayland'da meşhur olduğuna kanaat getirdiğim smoothielerden aldık. Yemeğimizi yiyip dönüş yoluna koyulduk. Hem korkunç sıcak hem de koku dışarıda durmayı katlanılmaz hale getiriyordu. Bu durum öyle boyutlardaydı ki, Bangkok’ta kaldığımız süre boyunca ne zaman dışarı çıkacak olsak ayaklarımız adeta geri geri gidiyordu.

Ertesi sabah hamur işleri ile kahvaltımızı yaptık ki anladığım kadarıyla Tayland'da hamur işleri de epey yaygın. Hele 7Eleven'larda – Güneydoğu Asya bölgesinde son derece yaygın olan, ebatları mahalle bakkalı ile Bim arasındaki market zinciri. - satılan o ananas dolgulu milföyler yok mu? Ya Rabbim!!! Onlarca yiyebilirdim. Yüzlerce yiyebilirdim. 

Diğer günü off geçirdik. Biraz yürüyüş yapıp geri döndük yalnızca. Ben Malezya’ya geçişimizin ayarlamalarını yaptım ve oradaki hostel işini hallettim. Akşam yemeği için ise bir restorana gittik. Hostelimize çok yakın olan, eli yüzü düzgün bir yerdi. Çok pahalı denemez ama kesinlikle lüks bir mekandı. Paraya kıymıştık anlayacağınız. Tavuk Satay yedik. Kendisi Pad Thai gibi Tayland'ın imza

Yol arkadaşım Tolga Tayland sıcağında serinliyor.

yemeklerindendi ama Pad Thai’nin aksine has bir Tayland işi olduğunu söyleyemem. Asya kıtasının neredeyse tamamında bu yemek yapılmakta. Tavuk ya da etten yapılan şişlerin açık ateşte pişirilmesiyle yapılıyor. Anlayacağınız, tavuk şiş yani esasında. Ben çok beğenmedim ama Tolga beğendi. Daha doğrusu beğendim de unutulmayacak bir şey göremedim. O gecenin yıldızı hiç şüphesiz içeceklerimizdi. Şu, az önce sözü geçen smothie benzeri içeceklerden istedik. Adamlar önümüze sürahi ile getirdiler içecekleri sürahi ile! Koca sürahilerin içlerinde neredeyse bir litre içecek vardı. Avuç avuç da buz koymuşlardı. Sıvı formunda cisimlenmiş zevkti adeta. Bangkok’un o cehennem sıcağında öyle iyi gitti ki anlatamam. Muazzamdı. Muazzam.

Ertesi gün Khao San Road'a gittik. Burası, sırt çantalıların ülkedeki uğrak mekânıymış. Toplu taşımaya burun kıvırıp tabanları yağladık. Yol üzerindeki Demokrasi Anıtı’nda fotoğraf çekildik. Epey genişçe bir kavşağın tam göbeğinde dikilen anıt, dört tarafından sütunlarla çevrilmiş merkez bir kaide şeklindeydi. Yol üzerinde, turist olduğumuzu görerek arabadan kafalarını çıkarıp bize kendilerince selam veren kızlara "merhabaaaa"

diye bağırarak karşılık verdik. Sıcakkanlı Asyalılar… KSR'ye –Khao San Road- vardığımızda hayal kırıklığı yaşadık, yalan yok. Leş gibi bir sokaktı burası. Bizdeki İstiklal Caddesi gibi uzun, ince bir cadde hayal edin. İki tarafta boylu boyunca uzanan dükkanlar ve kafeler vardı. Ancak buralar tamamen yerel markalardı ve kaliteden epey yoksundular. Dükkanların önlerinde dikilen hanutçular – ellerinde tuttukları menü ya da

kataloglar vasıtasıyla insanları taciz ederek müşteri çekmeye çalışan kimseler - devamlı yapışıp takım elbise satmaya çalışıyorlardı. Takım elbise! 20-30 yaş aralığındaki sırt çantalı turistlere takım elbise satmaya çalışmak pek akıllıca bir ticari hamle olmamalı. Bu arkadaşların yakın markajından sıyrılıp pub gibi bir yerde oturup soğan halkası gömdük. Bu esnada caddeyi izledik. Adamın teki, hemen karşımızdaki seyyar satıcıdan akrep alıp zorlanarak da olsa mideye indirdi. Ben de biraz galeyana geldim ama cesaret edemedim. Satıcı, boynuna astığı tepsi boyutundaki tablayla cadde boyunca dolanıp, dizili akrepleri meraklı turistlere kakalamaya çalışıyordu. Arada bir de görenlerin iştahını açmak için olsa gerek bir tane mideye indiriyordu.

KSR’nin bir ucundan girip diğer ucundan çıktık. Karşımıza yine bir panayır çıktı. Bu seferki daha büyüktü. Dört tarafı açık koca bir çim alanda yapılıyordu. Hemen girdik. Bedava su ve içecek kopardık. Yemek sıralarındaki kuyruk metrelerce uzuyordu. Tolga bir ara, kısa süreli yapılan masaj için sıraya girdi ama sonradan vazgeçti.

Panayırda bir kaç tur atıp avucumuzu yaladıktan sonra KSR'ye geri dönüp bir de akşamına bakalım dedik. Ortam biraz hareketlenmişti. Profesyonel böcekçiler piyasaya dökülmüştü. Tablalı adamın aksine bunlar daha hijyenik çalışıyorlardı. – Akrepleri, örümcekleri mideye indirirken hijyenden bahsetmek ne kadar mantıklı orası bilinmez. - Fotoğraf için bile para istiyordu bu arkadaşlar. Biz haliyle hiç pas vermeyip Pad Thai satılan tezgahta karnımızı doyurduk. Ben karidesli, Tolga tavuklu yedi. Sonra gerisin geri yola koyulduk.

Dönüşte, tam da Demokrasi Anıtı’nın yer aldığı kavşakta, yol polisler tarafından kapatılmıştı. Koca caddedeki tüm araçlar, yeşile dönmeyen trafik ışıklarında bekliyorlardı. Biz de biraz yürüdükten sonra daha fazla ilerlememize izin verilmedi. Meğer yeni kralın korteji geçecekmiş. Biraz bekledikten sonra yeni kral konvoyuyla birlikte geçip gitti. Belki çıkıp bize bir el sallar, bir hareket yapar diye bekledik ama nafile. Muhtemelen bizim de uğradığımız panayır alanına gidiyordu kendisi.

Yeni Kral'ın korteji halkı selamlamaya gidiyor.

Long Live the King...

Ertesi günü de off geçirdik. Acelemiz yoktu ve koştura koştura gezmektense biraz kafa dinlemek de istiyorduk. Süpermarkete gidip Tayland'ın meşhur meyvelerinden yedik. Çoğunu beğenmedim ama pomeloya hayran kaldım. Bir çeşit greyfurt türüydü bu. Portakalda olduğu gibi dilimler çıkarılıyordu. Dilimler sanki yüzlerce minik cepten oluşuyordu ve bu ceplerin her birinin içi lezzetli sularla doluydu. Ağzınıza atıp ısırdığınızda o cepler patlıyor ve sular ağzınıza hücum ediyordu.

Tayland'ın içi su dolu harika meyvesi pomelo.

Ağızda patlayan lezzet baloncukları, pomelo...

Ertesi gün sabah erkenden hostelden ayrıldık. Önceki gün hostelle konuşmuş ve havaalanına gitmek için bize bir taksi ayarlamalarını rica etmiştik. Sabah taksi bizi kapıda bekliyordu. Atlayıp yola koyulduk. Kafamı yaslayıp havaalanına kadar kestirmek çok daha iyi bir seçenek olmasına karşın, obsesif bir p.ç kurusu olduğum için gözüm devamlı yoldaydı. Tabelaları falan takip ediyordum durmadan. Sonra birden, zihnimde örümcek hisleri misali alarm çanları çalmaya başladı. Oradan geçmemesi gereken bir Havaray, tanıdık gelmemesi gereken binalar, orada bulunmaları mantıksız tabelalar görmekteydim. Bunların hepsi yanlıştı. Çünkü biz Bangkok'a indiğimiz havaalanına gitmemeliydik. Daha küçük olan Don Mueang Havaalanı’na gitmeliydik. Ancak taksici yanlış havaalanına gidiyordu. Hemen duruma el koydum. Taksici yolunu değiştirip bizi sorunsuzca diğer havaalanına ulaştırdı. Yanlış anlaşılmadan ötürü mahcup olan taksici bizden, yolun uzamasından kaynaklı ekstra ücreti de talep etmedi. Böylece Tayland'ın birinci safhası noktalanmış oldu.

Kuala Lumpur

 

Malezya’ya olan uçuşumuzu Air Asia adındaki bir firma ile gerçekleştirecektik. Bu firma Asya ülkeleri arasında faaliyet gösteren Low Cost bir havayolu firması ve uygun biletlere yolculuk yapabilme imkanı sunmakta. Kalite de belli bir standardın altında haliyle.

Tayland-Malezya arası uçuşumuz tam bir kâbustu. Ödüm tam anlamıyla bir tarafıma karıştı. Diğer yolcular sakinliklerini korudular ama ben yeterli tecrübeye sahip olmadığım için dindar Oğuzhan moduna bağladım. Uçak feci sallandı ve inerken çakmaya başlayan şimşekler de tuzu biberi oldu. Hayatımda yaşamadığım sarsıntıyı yaşadım o uçuşta. Neyse ki sağ salim indik. Kontrolden sorunsuzca geçtik. Trene atlayıp şehir merkezine gittik. Tolga trene çok para verdiğimizi düşündü ve bunu neredeyse Malezya'dan ayrılana kadar kafaya taktı. Doğruya doğru, belki ödediğimiz tutar biraz fazlaydı ama şehir merkezi ile havaalanı arasında ekspres çalışan son derece konforlu bir hızlı trendi. Ben paraya acımadım.

Trenden indiğimizde aktarma yapıp metroya geçtik. Hostele en yakın durakta inip hostele yürüdük doğruca. Tayland'da kaldığımız güzel hostelden sonra burayı pek gözümüz tutmadı. Odalar küçük, banyolar pek temiz değildi. Yine de burada iki gece kaldık. Benim için zulüm gibi geçen iki geceydi bunlar. Çünkü ranzalar jöle misali sallanıyorlardı. Öyle ki kolumu kıpırdattığımda bile koca ranza langur lungur sallanıyordu. Altımda yatan abiyi rahatsız etmemek için olduğum yerde put gibi yatmaya çalıştım. Bu huzursuzluk yüzünden bir türlü uykum gelmek bilmedi. Uykum gelmedikçe huzursuzlandım, huzursuzlandıkça uykum gelmedi. Rezalet gibi iki geceydi.

Hostele yerleştiğimiz ilk gün, akşam olmuştu bile. Sadece yemek yemek için dışarı çıktık. Düzgün bir yer bulamadık ve sonunda kalabalık bir Hint lokantasına girdik. Herkesin yemeğini elle yediği, gelip görse Uğur Dündar'ın kalp krizi geçireceği türden bir yerdi. Bilip bilmeden bir sipariş verdik. İçinde kemikli tavuk – tavuklu kemik - parçaları olan bir pilav koydular önümüze. Koca seyahatte yediğim en kötü yemekti.

Bu arada Malezya'daki Hint nüfusu hakkında birkaç kelam etmem gerekli. En kısa tabirle, etraf Hintli dolu. Her yer, her şehir. Malezyalıdan çok Hintli var neredeyse. Üstelik bunlar amelelik, hamallık gibi işler yapıyorlar. Malezyalıların bu nüfustan pek hoşnut olmadıkları sır değil.

Ertesi sabah çıkıp kendimizi yollara attık. Trene atlayıp Batu Caves'e gittik. Kuala Lumpur'da tren hatları süperdi. Neredeyse her yere tren ve metro ile gidilebiliyordu. Biz de tren ile Batu Caves'in kapısına kadar geldik. Daha önce sürekli seyahat etmekle ilgili çeşitli sosyal medya hesaplarında süslü fotoğraflarını gördüğüm bir yere gelmenin heyecanı vardı içimde. Bu heyecan biraz da dünyanın ucundaki bir merkez olmasından kaynaklanıyordu. Buraya herkes gelemezdi sonuçta. Bir Eyfel değildi burası. Buraya gelmek için bu işe gönül vermek gerekiyordu.

Şansımıza iskeleler ile kaplanmış Batu Caves heykeli.

Şantiyeye dönmüş koca heykel ve göğe uzanan merdivenler...

Şansımıza tüküreyim ki Batu Caves denince herkesin aklına gelen o devasa heykel bakımdaydı. Tepeden tırnağa iskelelerle çevriliydi. Yine de fotolarımızı çektik elbette. Sonra mağaralara tırmanmak için o korkunç merdivenleri tırmandık. Epey dik ve yüksekti. Ayrıca duyduğumun aksine hiç maymun yoktu. Belki de bize denk gelmedi. Oysa bu merdivenlerin haylaz maymunlarla dolu olduğunu ve hatta bu maymunların turistlerin telefonuna, cüzdanına falan saldırdığını işitmiştim. İyi eğitilmiş bir yankesici güruhuydular sanki. Merdivenlerin tepesinde bizi bekleyen mağaralar ise gayet güzeldi. Geniş, ferah ve aydınlıkltılar. Havası da çok hoştu. Burada da çalışma yapılıyordu.

İslam Sanatları Müzesi'ndeki maketler arasında Türkiye'den de eserler bulunmakta.

Mağaralardan sonra şehir merkezine döndük. Yağmur atmaya başlamıştı ama hava soğuk değildi. Tipik Muson coğrafyası işte. Malezya’nın Ulusal Cami'sine uğradık. İçeri girmek istedim. Dedim dünyanın bu ucunda iki rekat namaz kılalım ama her yerimi kapatan elbiselerden giymem gerekli olduğu için giremedim. Beni içeri almayan görevliye kaprimin diz altı olduğunu anlatmaya çalıştım. Nuh dedi peygamber demedi. İçeri alınmadım. Sonrasında İslam Sanatları Müzesi'ne geçtik. İslam merkezlerinin maketleri, el yazması Kur'an'lar, onlarca araç gereç ve elbise vardı. Bence iyi bir müzeydi. Tavsiye olunur. Sonrasında Kuş Parkı'na geçtik. Onca yol yürümemize rağmen giremedik çünkü acayip pahalıydı. Ben de bir daha nasıl olsa buralara yolum düşer diye vazgeçtim.

Üst paragraftan anlamış olduğunuz gibi Malezya Müslüman bir ülke. Bu coğrafyaya İslam dininin nasıl ulaşıp yerleştiği karşısında hep şaşırmışımdır. İnsanların uygulamada bizden epey farklı bir İslam anlayışı olsa da din aynı din. Konuştuğum kimseler bundan ötürü Türk olduğumuzu öğrendiklerinde hep tebessüm ettiler.

  İSM'de tanıdık manzaralar...

Hayatımda yediğim en keyifli yemeklerden biri.

Akşama doğru Petronas İkiz Kuleleri'ne gittik. Birbirlerine bir köprü ile bağlanmış iki gökdelen ve ülkenin ikonik yapılarından biri burası. Kulelerin önündeki fotojenik alanı ararken karşımıza süper bir şey çıktı; bir sürü yemek arabasından oluşan bir açık hava restoranı. Eğer izlediyseniz bilirsiniz, tıpkı Jon Favreau’nun Şef filmindeki gibi bir yerdi. –izlemeyenlere önerilir - Mantık şöyleydi; farklı farklı şeyler satan arabalar arasında istediğinden yemeğini, istediğinden içeceğini, istediğinden tatlını alıp alandaki masalara oturup yiyorsun. Bu arabalar için ayrılmış, şehrin göbeğinde park gibi bir yerdi burası. Ortam çok güzeldi. Seçenek çok bol ve fiyatlar makuldü. Acılı tavuk ve elma suyu aldık. Keyifli bir yemek oldu. Neredeyse birer tane daha yiyecektik. Tolga'nın, son günlerde baş gösteren ağzındaki sızı yüzünden o pek tadına varamadı yemeğin.

Yemekten sonra, aradığımız alanı bulup kulelerle selfie çekildik. Daha sonra da yavaştan dönüşe geçtik. Hava iyice kararmıştı. Dönüş yolunda KL Tower'ı da gördük. Şehrin radyo kulesi ve eğer hafızam beni yanıltmıyorsa dünyanın en uzun altıncı radyo kulesiydi.

Hostele döndüğümüzde ikimiz de yorgunduk. Duşları alıp lobide kahve içtik. Hostelde çay, kahve beleş olduğundan imkanları baya sömürdük. Bu arada ben de Singapur'a geçişimiz üzerinde çalışıyordum. Nedense Kuala Lumpur’dan Singapur’a gidecek uygun uçak bileti ararken bir anda Singapur'a hemen gitmek zorunda olmadığımız kafama dank etti. Malezya’da vakit geçirebilirdik, Malezya'dan Singapur'a kara yoluyla gidebilirdik. Net bir plana bağlı kalmak zorunda değildik. Bunun farkına istemsizce vardım. Özgürlük kavramını sonuna kadar hissettiğim bir andı. Malezya’da istediğimiz yere istediğimiz gibi gidebilirdik. Tek ihtiyacımız bir haritaydı. Açıkçası istediğimiz de zaten buydu. Kafamızdaki seyahat böyle bir şeydi. Ana hatları önceden belirlenmiş ancak belirli noktalar arasını tamamen spontane biçimde doldurabileceğimiz bir seyahat.

Malakka - Muar - Johor Bahru

 

Haritadan Malakka adında rastgele bir şehir gözüme ilişti. Malakka'nın ilgimi çekme sebebi hiç şüphesiz dünyanın önemli boğazlarından Malakka Boğazı'na olan aşinalığımdı. Sonsuz alternatifler okyanusunda en ufak bir çağrışım dahi insanın karar mekanizmasını böyle tetikliyor işte.

 

Tolga da Malakka fikrimi onayladı. Sabah olunca doğruca otogara gittik. Otogardaki sistem ders olarak okutulacak kadar iyiydi. - Sana diyorum AŞTİ - Girişte bir sürü banko yan yana diziliydi. Bu bankolardan herhangi birine gidip görevliye nereye gideceğini söylüyorsun, görevli de en uygun olan saat için biletini kesip sana teslim ediyor. Sonra yürüyen merdiven vasıtasıyla otogarın alt katına iniyorsun. İnerken merdivenin başındaki kioska biletini onaylatıyorsun. Ardından alt kata inip beklemeye koyuluyorsun. Burası otomatik olarak açılıp kapanan, şeffaf kapılarla dolu. Her kapının bir de numarası var. Kendi otobüsünün kalkacağı kapıyı bulup bekliyorsun. Otobüs gelince sıraya giriyor, görevliye biletini kontrol ettiriyor ve kapıdan geçiyorsun. Kapıya yanaşan otobüsün ne hostesi ne de bağırıp çağıran bir kahyası var. Şoför yanaşıp bagajı açıyor. Sen de çantanı bagaja yerleştirip kaç numaralı koltuk seninse gidip ona oturuyorsun. Çat çat! 10 dakikada otobüsü yolluyorlar ve ne bağırış çağırış ne de kavga gürültü var. Müthiş sistem. Otobüslerin durumu da gayet iyi. Koltuklar geniş ve ferah. Klimalar efektif.

Malakka'ya varmamız iki saat kadar sürdü. İnince şehir merkezine doğru yürümeye koyulduk. Bir benzin istasyonunda soluklandık. Meyve suyu satan çocuklardan birer içecek kapıp yanımızda taşıdığımız nevaleleri gömdük. Yürüdük, yürüdük, yürüdük. Bir türlü hareket yoktu etrafta. Resmen hayalet bir şehir gibiydi. Yıkık dökük binalar görünüyordu yalnızca. Post-apokaliptik bir havası vardı şehrin. Bir yanlışlık olmalıydı.

Malakka Belediyesi'nin şakası yok.

Malakka'nın atarlı giderli belediye afişleri

 

Nihayetinde merkezi yerlere gelmeye başladığımızda karşımıza çıkan nehri takip ettik. Nehrin çevresinde küçük ve şirin evler, üzerinde ise ufak bir botla tur yapan insanlar vardı. Geleneksel turuncu kıyafetleriyle fotoğraf çekinen gelin ve damadın biz de birer fotosunu çektik.

Nihayet merkeze vardığımızda ortam bir anda ısınıverdi. Kalabalık tavan yaptı. Biz de biraz burada takıldık. Kalacak yer ayarlamamıştık. Uygun yer bulursak çadırda kalmayı düşünüyorduk. Sahile doğru gittik. Sahil tenhaydı. Açık denize doğru sırtımı vererek fotoğraf çekildim çünkü burası adını çokça duyduğum, dünyanın ünlü boğazlarından Malakka Boğazı'ydı.

 

Arayıp taramamıza rağmen çadır açacak bir yer bulamadık. Hava kararmıştı ki yeniden merkeze döndük. Birkaç otele fiyat sorduk. Sonunda bir guesthouse bulup yerleştik. Leş gibi bir yerdi ve tüm Asya seyahatimiz boyunca kaldığımız en kötü yer olmaya adaydı. Bize merdiven altı bir oda verdiler. Oda genişti ve düzgün bir manzarası bile vardı. İlk bakışta ciddi bir sıkıntı yok gibiydi. Ama tuvaletin sifonu çalışmıyordu. Bu gerçek elbette tuvalet ihtiyacımızı giderdikten sonra kendini gösterdi. Dahası, duşakabinin tabanından banyoya pis su sızıyordu. Bu yüzden bütün gece oda leş gibi koktu, benim de gözüme uyku girmedi.

Guesthouse'da biraz soluklanıp tekrar dışarı çıktık. Anladık ki biz hiçbir şey görmemişiz. Jonker Walk adında upuzun, bir kaç sokağın birleşiminden oluşan bir açık hava çarşısı vardı. Akşamları epey hareketli oluyordu anlaşılan. Sokak, sağlı sollu tezgahlarla donatılmıştı. Yiyecek satanlar, içecek satanlar, hediyelik eşya satanlar… Ne ararsan vardı anlayacağınız. Hayatımda böyle kalabalık görmemiştim. Akıl alır gibi değildi. Resmen bir yerde duruyorsun ve kalabalık seni alıp götürüyor. Adım atmaya, enerji sarf etmeye hiç gerek yok. Biz de akıntıya kapılıvermiştik. Kendimizi tamamen bırakmış, akıntının bizi sürüklemesine müsaade ediyorduk. Öyle bir kalabalık vardı ki takılıp düşebileceğiniz bir aralık bile yoktu. İnsan seli tam da böyle bir şey olmalıydı. Geri dönme seçeneğinden de

Jonker Walk'ta hareket etmeden yürümek nasıl olurmuş, onu öğrendik.

yoksunduk. Boğulup Hakk’ın rahmetini boylamaktan başka çıkar yol yoktu. Alışveriş yapmak bile mümkün değildi. Tam bir kaos hüküm sürmekteydi. Fırsatını bulup da zar zor içecek bir şeyler kaptık. Küçük boyutlardaki karpuzların kafalarını kesip içlerine mikseri sokarak bir nevi taze meyve suyu yapıyorlardı. Aynısını küçük kavunlarla da yapıyorlardı. Epey meşhurdu ve ben de herkesin elinde gördüğümden çok merak etmiştim. İçtim ama beğenmedim. Bir kere çok pütürlüydü ve meyve suyu gibi içilemiyordu. Ayrıca çekirdeklerle uğraşmak zorunda kalıyorduk. Ağzımıza devamlı çekirdek geliyordu. İçeceklerimizi yudumlama gayreti içerisinde karga tulumba yolun sonuna vardık. Biraz turlayıp sakin bir ara sokaktan geçerek geri döndük.

Parmaklarımızı havada bırakmayan Ajwadan.

Ertesi gün sabaahtan Malakka'dan ayrıldık. Otobana kadar yürüdük. Otogara gidip otobüse binmektense otostop çekmeye karar verdik. Hem biraz macera yaşamış olurduk, hem de paramız cebimizde kalırdı. İlk başta pek kimse durmadı. Sonra genç bir çift aldı bizi. Fazla götüremeyeceklerini söylediler. Olsun dedim. Epey lafladık yolda. Selfie bile çekildik birlikte. Bizi bir benzinlikte bıraktılar. Yeniden otostop çektik. Bu kez, yalnız bir adam durdu. Epey uzun yol gittik onunla. Baya da samimi olduk. Adı Ajwadan'mış. Facebook üzerinden ekleştik. Seyahatimizden, İstanbul’dan falan konuştuk. Bizi Muar otogarına kadar götürdü. Bilet almak için bize yardımcı olacaktı ki onu durdurdum. Hem ne yapacağımız konusunda emin değildik hem de bilet mevzusuna karışmasını istememiştik. Vedalaşıp ayrıldık.

Muar'da hiç durmadık. Marketten su ikmali yapıp uzun süre yürümeye devam ettik. Yanımızdan geçen arabalar bize selam çakmaktan geri durmadılar. Buralarda iki Avrupalı backpacker sık rastlanır şey değildi belli ki.

 

Sonunda tabanvaydan usanıp tekrar otostop çekmeye karar verdik. Bir adam durdu. Adama gideceğimiz yeri söyledik. Yanlış yönde olduğumuzu söyledi. Adam önümüzden geçerken görüp ileriden dönmüş gelmiş. Zaten ters taraftan gelmişti. İstersek Muar otogarına götürebileceğini söyledi ama istemedik. Bizi alıp üzerinde bulunduğumuz yolun üst paralelinde kalan yola bıraktı ve geri döndü. Doğru yol orasıymış. Allah razı olsun. Otostopa orada devam ettik. Bizden yaşça daha küçük bir çocuk durdu. Gideceğimiz yerin çok uzak olduğunu, son otobüsün Muar'dan kalkacağını söyledi. Ben o akşam çadırda kalmaya hazırdım, ortam müsaitti. Ama Tolga otobüsle gitmek istedi. Biz de atladık arabaya ve çocuk bizi Muar otogarına geri götürdü. Muar'dan itibaren tüm o yolu boşu boşuna yürümüştük. Çocuk bize bilet almamızda yardımcı oldu. Onla da epey sohbet ettik. Kendisinin de içinde bir gezgin varmış ama çıkamıyormuş. Umarım ona ilham olmuşuzdur. İşe bakın ki kalkıp bana dondurmayı sordu. Yani tam adamına, tam sorması gereken soruyu sordu. Ben de anlattım. Birbirimize Facebook adreslerimizi verdik. Hatta ben, bizim dükkânın Facebook sayfasını bile yazıp verdim. Ama çocuk eklemedi. Onun yazdığı ismi de aradık ama bulamadık. Hayırlısı...

Otobüse binip Singapur ile sınır şehri olan Johor Bahru'ya doğru yola koyulduk. Zorlu bir yolculuktu. Akşam olmuştu ve şoför otobüsün bütün ışıklarını kapatmıştı. Dört kişilik bir Hint ailesi, dünyada kalan son insan topluluğuymuşçasına bağıra çağıra konuşuyordu. Uyuyamadık, dinlenemedik.

 

JB'ye –Johor Bahru- varıp da otogara indiğimizde adeta kalakalmıştık. Ne yapacağımıza dair en ufak fikrimiz yoktu. İnternet aradık bulamadık. Taksi baktık göremedik. Ne yapacağız, ne edeceğiz derken uzunca bir sıra dikkatimizi çekti. Gittik baktık ki meğerse bu, Singapur otobüsünün sırasıymış. Nasıl olduğuna pek akıl erdiremedim ama sıraya giriverdik. Çok geçmeden düzgün bir otobüs geldi, biz de bindik. Bizim metrobüsleri andırmayacak kadar tıklım tıkıştı. Önce Malezya çıkışı için indik. Pasaportlara çıkış damgalarını vurdurduk, sonra yeniden otobüslere doluştuk.

Malezya-Singapur arası otobüsler tıklım tıklım.

34AS değil, Malezya-Singapur

 

Malezya ile Singapur birbirlerinden yalnızca bizim Haliç Köprüsü ebatlarında bir köprü ile ayrılmakta. Köprünün bir tarafı Malezya, bir tarafı Singapur. İki ülke topraklarının birbirine en yakın olduğu yer bu bölgeydi ve sınırlar bir köprü ile birbirine bağlanmıştı. Köprü kara yolu kadar demiryolu ulaşımına da izin veriyordu. Yani Malezya’dan Singapur’a trenle gitmek de mümkündü. Köprünün her iki tarafında da iki büyük yapı bulunuyordu. Bunlar hem sınır hem de tren garıydılar.

Singapur tarafına geçip, giriş damgaları vurdurtmak için indiğimizde bizi zor saatler beklemekteydi. İki zavallı keklik gibi, dişli sınır görevlilerine yem olmak üzereydik.

 

Dağıtılan mini formları doldurup en sondan sıraya geçtik. Kabine ulaştığımızda elimizdeki formlarla birlikte pasaportlarımızı uzattık. Görevli evirip çevirip sorularını sıralamaya başladı. Başımız beladaydı. Ne otel rezervasyonu, ne uçak rezervasyonu, ne de paramız vardı. Seyahat öncesinde en çok sınır geçişleri üzerinde durmamıza ve olası aksiliklere karşı sıfır risk politikası gütmemize rağmen Singapur sınırında her nasılsa adeta çırılçıplaktık. Malezya bizi şımartmıştı. Malezya’ya elimizi kolumuzu sallayarak giriş yapmıştık ve vizesiz ülkelerin genel anlamda böylesine rahat olduğu sonucuna varmıştık. Oysa Singapur ile Malezya arasında dağlar kadar fark vardı.

Bizi doğruca kesimhaneye - ofise - indirdiler. Hani şu Hollywood filmlerinde sıkça gördüğümüz, polislerle ve göçmenlerle dolu olan kasvetli yerler. Çantalarımızı, telefonlarımızı incelediler. Seyahatimiz ile ilgili belgeleri istediler. Ayrı ayrı sorguladılar, birlikte sorguladılar. Hatta çapraz sorguya bile aldılar. Biz de elimizden geldiğince derdimizi anlatmaya çalıştık. Bize internet sağlayıp on dakika zaman verirlerse her türlü sorunu çözebileceğimi söyledim. Bizi saatlerce orada beklettiler. Üniversite mezunu iki seyyah gencin orada ne işi vardı? Bir etrafımızdakilere bakıyordum bir de bize. Hintli göçmenler, at hırsızı tipli adamlar, bavul tacirleri... Orada olmayı hak etmiyorduk. Ama elbette hata bizimdi. Daha dikkatli olmalıydık. Bile bile lades olmuştuk.

Sonunda giriş yapamayacağımızı bildirdiler. Ancak, belgeleri tamamlarsak yeniden girebilecektik. Bizi biraz daha bekletip saat dört – gece yarısı - gibi bir minibüs ile yeniden Malezya'ya gönderdiler. Bu sırada ben de Malezya'nın çıkarabileceği olası problemleri düşünüp üç buçuk atıyordum. Olur da Malezya kalkıp “Biz sizi almayız.” derse ne halt edecektik. Sonsuza değin No Man’s Land’te tıkılı kalırdık. Devletimiz bizi tanımazdı. Aç kalırdık. Açıkta kalırdık.

Neyse ki, canım Malezya bizi sualsiz kabul etti. Sınırda - ki aynı zamanda da tren istasyonu - bir şeyler atıştırıp, çimenlikler üzerinde sote bir yer bulduk. Tulumları serip yattık uyuduk. Sabah yedi gibi ayıldım. O kadar kötüydüm ki gözümü zar zor açıyordum. Feci bitkindim. Susuzdum. İnternet aradım ama bulamadım. Sonunda Tolga'yı zor da olsa ayılttım ve JB'nin merkezine gittik. İkimiz de hayalet gibiydik. Hiç enerjimiz kalmamıştı. Şehir merkezinde bir tur attıktan sonra kalacak bir otel bulduk. İyi bir oteldi ve parası umurumda bile değildi. Odamıza yerleşince doğruca banyoya gidip sıcacık bir duş aldım. Dakikalarca sıcak suyun altından çıkmadım. Hayatımdaki en tatlı duşlardan biriydi. Duştan sonra saatlerce küp gibi uyudum. Deliksiz uyumak neymiş ele güne gösterdim. Allah'ım ne güzel bir uykuydu!

Kendime gelir gelmez Singapur’da kalacağımız hosteli ve Filipinler için uçak biletini ayarladım. Bir döviz bürosu bulduk ve biraz Singapur doları aldık. Sonra yemek yemeye gittik. JB'nin Hintli dolu tekinsiz sokaklarını arşınladık. Tipi kaymış hayat kadınlarının tacizlerine maruz kaldık. O gece Singapur manzarasına sahip bir Malezya otelinde uyuduk.

Malezya sınırında Singapur manzaralı bir otelde hayatımın en deliksiz uykularından birini çektim.

Singapur manzaralı Malezya...

Ertesi sabah doğruca tren istasyonuna gittik. Bu kez trenle deneyecektik şansımızı. Belki otogarın nerede olduğuna dair bir fikrimiz olmadığından belki de otobüsün uğursuz geldiğine dair içgüdümüzden dolayı bu tercihi yapmıştık. Tren beş dakika sürmeden Singapur'a vardı. Sorunsuzca geçmeyi beklerken bizi yeniden ofise çektiler. Bu kez sinirlerim zıplamıştı. Her şeyimiz tamdı neticede. Kaldığımız otelin faturasını istediler. Neyse ki bunu tahmin edip yanıma almıştım ve artist artist uzattım. Ne kadar uğraşsalar da sorun bulamamışlardı. Nihayetinde bize sadece 5 günlük vize verdiler. 5. Sadece 5. Normalde 90 gün kalma hakkımız olmasına rağmen 5 güncük vize verdiler. Neyse, buna da şükür. Zor da olsa, olaylı da olsa Singapur'daydık. Derin bir "oh" çektim.

 

Singapur

 

Pasaport kontrolünün yapıldığı tren istasyonundan çıktığımızda nereye gideceğimize dair bir fikrimiz yoktu. Etrafta bir dolanıp yolumuzu bulmaya çalıştık. Sonunda karşımıza çıkan bir duraktan, ilk gelen otobüse atlayıverdik. Şoför nedense bizden para almadı. Bu mallarla uğraşamam diye mi düşündü yoksa otobüs beleş miydi kestiremedim.

 

Aynı zamanda metro istasyonu olan son durağa kadar gittik. Merkezi bir gar olduğu belliydi. Metroya geçip uzunca bir yol gittik. Bu sırada da ormanülke Singapur'un yeşilliklerini, bahçelerini seyretme fırsatı bulduk.

 

Hostele gelip girişimizi yaptık. Kısaca şunu söylemek istiyorum ki, burada kaldığımız hostel tüm seyahatimiz boyunca kaldıklarımız arasında en iyisiydi. Adı Green Kiwi Backpacker Hostel. Kahvaltısı çeşitliydi(nispeten), lobisi hareketliydi, odalar kocamandı ve yataklar rahattı, tuvaletleri temiz ve güzeldi. Gereksiz bir ayrıntı da olsa lobideki kızın afet gibi olduğunu ve bunun da artı olarak kayıtlara geçebileceğini söyleyebilirim.

 

Kısaca Singapur sokaklarından bahsedeyim. Caddeler son derece temiz ve düzenli. Kargaşadan, kaostan eser yok. Arabalar yayalara saygılı. Yollar geniş. Singapur açıkça bu bölgenin en gelişmiş ülkesi. Tayland ve Malezya'dan sonra burada adeta kültür şoku yaşıyorsunuz.

 

Singapur'daki şehir turumuzda ilk durağımız Sultan Cami oldu. Malezya'da camiye girememiş olsam da burada bir öğle namazı kıldım. Sonrasında kafamıza göre dolanırken Singapur Flyer'ı karşımızda bulduk. Flyer devasa bir dönme dolap. Binenlerin şehir manzarasının tadını çıkarması için yapılmış. O kadar ağır dönüyor ki hareket edip etmediğini anlamak için uzun süre dikkatlice bakmak zorunda kaldım. Hemen önüne de denize nazır bir platform yapmışlar. Burası deniz kıyısında ve Singapur'un en ünlü yapılarını rahatça gören bir yerde. Biz de bu fırsatı kullanıp bolca foto çekindik.

 

Sonra ismi gibi kendi de alengirli olan Helix Bridge'den geçerek o ünlü yapıların olduğu tarafa gittik. DNA yapısından esinlenilerek yapılan köprünün üzerine manzaranın izlenebilmesi için balkonlar da eklemişlerdi.

 

Köprüden geçince bir AVM girişi bulduk karşımızda. Sıcaktan ve yorgunluktan perişan olduğumuz için girdik. İçeride bir tur attık. Son derece lüks mağazalara bakmakla yetindik. AVM öylesine lükstü ki, bir noktada çatıdan akıtılan su boşaldığı yerde bir kanal meydana getiriyor, kanal üzerinde de mini gondollarla misafirler gezdiriliyor! Bu lüks komplekste biz garibanlar ise birer yoğurt ve Singapurlu genç öğrencilerin Singapur turizmi ile ilgili olarak doldurdukları anket ile yetindik.

 

Singapur'un meşhur Marina Bay Sands oteli zaten dakikalardır görüş alanımızdaydı ama artık dibine girmiştik. İçbükey biçimde paralel üç tane gökdelen ve üzerlerine oturtularak hepsini birbirine bağlayan koca bir teras... Aslında o terasa da çıkılabiliyor ama maddiyat işte. Sonuçta burası bir otel, belki bir gün gelir kalırım.

 

Sonrasında Singapur'un meşhur botanik parkına daldık. Giriş ücretsizdi. Şaşırdık. İçini iyice dolandık. Şu Küçük Prens'te geçen baobab ağaçlarını yapay olarak yapmışlar. En sonunda botanik parkın en cafcaflı bölümüne vardığımızda girişlerin paralı olduğunu öğrendik ve yıkıldık. Verecek paramız yoktu. Mecburiyetten, çok da ilgi çekici bir şey olmadığına kanaat getirip dönüşe koyulduk. Bu sırada korkunç bir yağmura yakalandık. Bir sote bulup dinmesini bekledik. Çabucak da bitti. Asya işte!

Merlion Park'ta apaçilik peşindeyim.

Son durağımız ise Merlion Park. Aslında burası tam olarak bir park sayılmaz. Altı denizkızı, üstü aslan biçiminde ağzından su fışkırtan bir heykeldi. Gördüğümüz kadarıyla Singapur'un bir numaralı buluşma noktası burası.

 

Hostele dönerken paket yemek satan bir dükkanların dizildiği pasaj gibi bir yere rast geldik. Hemen dalıp dişimize göre bir şeyler bakındık. Dükkanlardan birinden tavuk, börek, balık falan alıp hostele gittik. Hostelde de birer içecek kapıp terasta yuttuk. Ertesi gün de yemeği aynı yerden aldık.

 

Singapur'dan ayrılma vaktimiz geldiğinde havaalanına kadar giden metroya bindik. Bir ucundan, önce otobüs sonra da trenle girdiğimiz Singapur'u diğer ucundan uçakla terk ediyorduk. Ve tüm bu mesafeyi de metro ile almıştık. Singapur ufacık bir ülkeydi. Singapur haricinde bir şehir bile yoktu. Ortaçağ'ın ünlü şehir devletlerinin günümüzdeki son örneklerindendi.

Ayrılmak üzereyken feci şekilde tırsmaktaydım. Gerek son uçak seferimizdeki sallantılar, gerek Asya'nın tuhaf havası, gerek de gece yolculuğu beni germişti. Ama yolculuğumuz sorunsuz geçti. Pek çok panoramik fotoğraf çektiğim bu burnu havada, Asya şehir devletinden hiç bir sorun yaşamadan ayrıldık.

 

Çok çok merak ettiğim Singapur, genel anlamda takdirimi kazansa da ne yazık ki beklentimi karşılayamamıştı. İliklerine kadar egzotik ve mistik bir ülke beklerken İsviçre, Avusturya gibi örneklerden aşağı kalmayacak kadar batılı bir tablo çıkmıştı karşıma. Bununla birlikte, bir avuç yüz ölçümüne rağmen dünyanın bu fukara köşesinde yemyeşil ve refah içinde bir memleket yaratmış olmaları da kesinlikle büyüleyiciydi.

Singapur'un kalbi tek bir fotoğrafta.

İliklerine kadar Asyalı bir Singapur manzarası

 

Manila

 

Filipinlere indiğimizde neredeyse gece olmuştu ve bu benim hiç hoşuma giden bir durum değildi. Başkent Manila hakkında hiç hoş şeyler duymamış olmak beni tedirgin ediyordu.

Kontrolden sorunsuzca geçtikten sonra havaalanından çıkar çıkmaz üzerimize çullanan taksicilerden birine teslim olduk. Fix tarifeleri olduğu için pazarlık yapmaya yanaşmadı. Pesomuz olmadığını öğrenince hemen bizi bir dövizciye götürüp para bozdurdu. İte kaka bir taksiye bindirdi bizi. Bindik binmesine ama şoför yolu tam bilmiyordu. Bunun üzerine bir de yol kenarlarını tutmuş tuhaf tuhaf tipler ve kaotik bir de trafik eklenince sinirler gerildi bizde. Zar zor bulduğumuz ilk adres yanlış çıksa da uzun arayışların ardından hosteli bulduk. Hollywood filmlerinde üniversiteli gençlerin parti yaptıkları havuzlu villalardandı. Ev hostele dönüştürülmüştü anlayacağınız. Kaldığımız en kötü yerlerden biriydi. Yeteri kadar tuvalet ve doğru düzgün yatakhane yoktu. Evin salonuna atılmış ranzalarda yatıyorduk. Daha ilk akşamdan, yanımızda yeteri kadar para olmadığı için elimize bir harita tutuşturup gecenin bir vaktinde bizi atm bulmaya gönderdiler. Boş ellerle geri döndük tabi ki.

 

Ne yazık ki bu rezil yerde üç gün yatmak zorunda kaldık. Çünkü bilet almakta bazı sorunlar yaşamıştık. Hostel şehrin dışında olduğu için ve Manila'ya karşı zerre ilgi duymadığımız için hostelden de çıkmadık. Bu sıkıntılı süreçte zavallı Tolga, telefonu internete her nasılsa bağlanamadığı için delirme noktasına geldi.

 

Bu sırada Hintli bir Müslümanla tanıştık. Tanıştık demek pek doğru olmaz aslında çünkü isimlerimizi söylemedik. Zaten genelde hostellerde böyle oluyor. İnsanlar selamlaşıp nereli olduklarını soruyor sonra da muhabbet ediyor. İsme kimse ihtiyaç duymuyor. Anadolu insanının yeni biriyle tanıştığı gibi memleketini sorması adeti anlaşılan o ki evrensel bir alışkanlıkmış. Bu Müslüman abi de anladığım kadarıyla İngiltere'de yaşıyormuş ve Manila'da Müslüman çocuklara yardımlarda bulunan kurumlara destek vermek için buraya gelmiş. Bazı noktalarda yanlışlarım olabilir ama temelde buydu.

 

Sancılı üç koca günün ardından hostelden ayrıldığımızda taksiyle havaalanına geçtik. Filipinlerde rötarların meşhur olduğunu duymuştum ve buna bizzat şahit olma fırsatı yakaladım. Uçağı beklerken bir kutu donut aldık ve ciddi söylüyorum, hayatım değişti. İlk defa yiyorduk ve ikimiz de bayıldık. Bundan sonra fırsat buldukça donut gömmeye devam ettik.

Macellan'ın Haçı. Cebu'nun yegane görülesi noktası.

Cebu

 

Nihayetinde uçak kalktı ve Cebu'ya vardık. Haritadaki mesafelerle gerçek mesafelerin ne kadar farklı olduğunu deneyimleme fırsatı bulduk. Hostelin yürüme menzilinin epey uzağında kaldığını fark ettiğimizde ayaklarımıza kara sular inmişti bile. Bu işin tabanvayla olmadığını anlayınca da bir taksi çevirdik çünkü hava yine kararmıştı. Taksiyle hostelimize geldik. Bu hostel, kaldıklarımız arasında alt sıralarda olmasına rağmen öncekinden çok daha iyiydi. Gerçi dünya üzerindeki her hostel o mülteci kampından çok daha iyidir.

Ertesi gün Cebu turuna çıktık. Çıkmaz olaydık. Cebu'da hiçbir şey yok arkadaşlar. Görülmeye değer tek şey Macellan'ın Haçı. Onun dışında sıfır. Bir de güzel bir anıt heykel vardı ama pek tadını çıkaramadık çünkü etraf hiç tekin değildi. Demem o ki, Cebu sokakları biraz sıkıntı. Sokaklarda güvenlik görevlileri falan var. Ve öylece sokakta duruyorlar, ortada korunması gereken bir banka falan yok. Bildiğiniz, muhafızlarla doldurmuşlar şehri. Ha bir de cehennem sıcağından da söz etmeyi unutmayalım. Tabi bir de akıl almaz trafikten. Her köşesi ada olan bu Filipinler'e bu kadar arabayı bu kadar motosikleti nasıl getirmişler, inanılır gibi değil!

 

Cebu'daki zamanımız nihayete erince feribota atlayıp Bohol'a gittik. Bu yolculuk epey keyifliydi. Açık alanda yolculuk ettik. Güzel fotolar çektik. Manzaranın keyfini çıkardık. Bohol'e vardığımızda yine tabanları yağlama hatasına düştük ve yine bir yere varamadık. Ama bu kez akıllandık ve şu dersi aklımızdan asla çıkmayacak şekilde hafızamıza kazıdık: HİÇBİR YER YAKIN DEĞİLDİR!

Bohol - Panglao

 

Bohol'e vardığımızda, yol bir şekilde bizi Panglao'ya getirdi. Panglao Bohol ile dip dibe olan ve köprülerle ona bağlanmış bir adacık. Ancak Panglao çok daha popüler. Bohol yolunda haberdar olduğumuz ve planlarımızda hiç yer almayan bu minik adaya kırdık rotayı. Anladığımız kadarıyla sırt çantalıların Filipinler'deki favori destinasyonlarından biriydi burası ve Bohol yalnızca Panglao'ya ulaşım sağlamakla yükümlüydü. Zira Panglao'nun kendi iskelesi yoktu.

 

Bir tricycle tutup adanın merkezine geçtik. Tricycle'ı tarif etmek gerekirse şöyle diyebilirim; bir motosiklet ve bu motosikletin yanına iliştirilmiş üstü kapalı bir kabin. Yolcular şoför ile pazarlığını yapıp kabine sığışıyor ve yolculuk başlıyor.

Adanın merkezine gelip kalacak bir yer aramaya koyulduk çünkü rezervasyonumuz yoktu. Birkaç hostele baktık ve yer bulamadık. Sonunda paraya kıyıp eli yüzü düzgün bir otelde bir geceliğine kalmaya karar verdik. Otele yerleşip güzelce yıkandık. Dışarı çıkıp etrafı gezdik. Sahile indik ve sahil yolu üzerindeki hareketli çarşıyı dolaştık. Yemeğimizi de burada yedik. Si-log dedikleri yemekten yedik yine. Manila'daki hostelde de bunlardan yemiştik. Si-log bir parça et, pilav ve yumurtadan oluşuyor ayrıca ne etinden yapılıyorsa ona göre önüne bir isim daha alıyor.

 

Yemekten sonra boğazımız yine rahat durmadı. Otele dönerken donut satan bir dükkan gördük. Kendimizi tutamayıp bir kutu da donut aldık. Otelde kahvelerin yanında bir güzel gömdük.

Ertesi gün otelden çıkmamız gerekiyordu. Öyle de yaptık. Hemen bir hostele geçtik. Hosteldeki rezervasyonu otele yerleşir yerleşmez yapmıştım. Bu hostel Panglao'ya gelmeden dikkatimi çekmişti. Kamping tarzı bir yerdi. Her yerde hamaklar vardı. Yerde uyunuyordu ve herkesin yattığı yer ayrı ayrı cibinliklerle kaplanmıştı.

Filipinler'de tavuklu si-log.
Burada denizde yüzmek mümkün değil.

Eşyalarımızı hostele bıraktıktan sonra sahile indik. Denize girmek için düzgün bir yer aradık. Tüm sahili turladık. En sonunda kalabalığın yoğun olduğu tarafa gitmeye karar verdik. Havluları serip denize girdik ama deniz rezaletti. Zaten o kadar komik bir görüntü vardı ki. Kimse yüzmüyordu. Çünkü yirmi metre ilerisi tamamen yosunlarla kaplıydı. O yüzden herkes sığ kıyıda suya oturmuş vaziyette. Bu yüzden denizden hiç zevk almadık. Akşama kadar kumların üzerinde uzandık ki bembeyaz ve sıkı kumlar gerçekten çok güzeldi.

 

Akşam yemeği için ucuz ve doyurucu bir yer bulup oradaki günlerimiz boyunca hep orada yedik. Koca bir tavuk parçasını yanında pilav ve kolayla birlikte oldukça ucuza veriyordu. Bizim de uğrak mekanımız oldu.

 

Hostelde gördüğüm bir ilan dikkatimi çekti; "Chocolate Hills Tour". Bohol tarafına gelmemizin en önemli sebebi zaten bu tepelerdi. O yüzden hostelin sahibi olan kadına turu sorduk ve o da ismimizi yazdı. Ertesi sabah erkenden bir minibüs gelip bizi aldı ve tura katılmış olduk.

Minibüs önce yüksekçe bir yerde durdu. Buradaki manzaranın hoşumuza gitmesi gerekiyordu herhalde. Ama biz pek umursamadık. Diğerleri de sanki adet yerini bulsun diye fotoğraf çektiler. Sonra bir müzede durduk. Neredeyse kimse girmedi. Girenler de çarçabuk çıktı. Biz turun sadece tepeleri kapsadığını düşünüyorduk oysa tepeler turun finaliydi. Tabi tur ile ilgili başka yanılgılarımız da vardı... Neyse. Müzeden sonra hayvanat bahçesine gittik. Burada talep daha fazlaydı. Hatta Tolga da girdi. Ben girmedim. İşte yanılgımız da burada başlıyordu. Turun tüm duraklarında giriş için kendi ücretlerimizi ödüyorduk. Bizim hostelde ödediğimiz kelle başı 400 peso sadece yol parasıydı. Bu durum bizi bir nebze de olsa telaşa sürükledi. Tolga hayvanat bahçesinden kısa sürede çıktı. Hiçbir şeyin olmadığını söyledi. Diğerleri ise çok daha sonra çıktı. Onlar çok beğenmişlerdi. Herkes birbirine boyunlarına doladıkları yılanların fotolarını gösteriyordu. Meğersem bizim Tolga hayvanat bahçesinin bir bölümünden diğer bölümüne geçmeyi atlamış, sadece birkaç tane sıradan hayvanın sergilendiği yerde turlayıp aynı yerden de dışarı çıkmış. Oysa esas can alıcı bölüm diğer taraftaymış.

 

Paralarımızı çarçur etmeye tüm hızımızla devam ederken Kelebek Parkı'na uğradık. Benzerleri pek çok yerde olan, sadece kelebeklerden oluşan bir hayvanat bahçesiydi burası. Haliyle girmedik. İyi ki de girmemişiz çünkü sonrasında süper bir yere gittik, adventure park. Öyle ahım şahım bir şey değildi gerçi. Bir tane zipline vardı, bir de teleferik. Parka geldiğimizde Tolga grubumuzdaki Çinli kızla muhabbet kurmaya başlamıştı. Kız bizle hayvanat bahçesinde sohbet etmeye çalışmıştı ama biz becerememiştik. Yılmayan Tolga burada kolları sıvadı. Zipline görünce ikisi de galeyana geldi. İyi ki de geldiler, yoksa ben tek olsam zipline için cesaret gösteremezdim. Daha önce hiç yapmamıştım. Neyse, aldık biletleri çıktık tepeye. İki tane hat vardı ve iki kişiyi yan yana gönderiyorlardı. Teli düşürme korkusuna aldırmadan video çekme derdine düşmüştüm. Tolga ile halatlara bağlanırken açtım videoyu. Neyse ki kazasız belasız videoyu çektim. İyi ki çekmişim. Manzara süperdi. Altımızdan akan bir nehir vardı. Süper bir deneyimdi. Bulduğum yerde zipline yapmaya karar vermiştim.

Boat on the River.

Boat on the River

 

Sırada öğle yemeği vardı. Üstü masalarla dolu bir nehir teknesine bindirdiler bizi. Rastgele oturduk. Çinli dostumuz da bizim masaya denk geldi. Masamızda üç de Filipinli kız vardı. Yemek sırasında baya sohbet ettik. Türk olduğumuzu öğrenince epey şaşırdılar. Yemek ise açık büfeydi. Masaların ortasına büfe atılmıştı. Dişimize göre yemek olmadığından ve de kızların yanında rahatça yiyemediğimizden neredeyse aç kaldık. Teknemiz, zipline ile üzerinden geçtiğimiz nehri boydan boya arşınladı. Bir de müzisyen abi çıktı sahneye. Gitarını tıngırdatıp şarkısını söyledi. Şarkılardan biri de Boat on the River'dı:))). Yemeğimiz sürerken tekne kıytırık bir iskeleye yanaştı. İskelede çocuklardan oluşan bir topluluk yerel kıyafetlerini giyip bize kısa bir dans gösterisi sundular. Bir kadın da elinde bir kutuyla yolculardan para topluyordu. Tekneden de inip katılanlar olsa da biz istifimizi bozmadık.

 

Yemek sonrasında başka bir hayvanat bahçesine daha uğradık. Durakların ardı arkası gelmiyordu. Bu kez de bölgeye özgü Tarsier maymunlarının bulunduğu bir parktaydık. Para sıkıntısı çektiğimiz için girmekte tereddüt etsek de sonunda girdik. Maymunlar neredeyse avucumuzun içi kadardı ve hareketsizdiler. Sonradan öğrendiğime göre Star Wars evreninin efsanevi karakterlerinden Yoda bu maymunlardan ilham alınarak tasarlanmış.

 

Nihayet tepelere vardık. Bizi önce bir dükkana soktular. Burada isteyenler ATV kiraladı. Ama bizde o kadar para yoktu tabi. Herkes aracını kiraladı da bir tek biz ve bir de açık etmemeye çalıştığı pintiliğini gizlemeye çalışsa da bizim fukaralığımızdan cesaret alan çekik gözlü bir abi kiralayamadık. Görevli kadın neden kiralamadığımızı sorunca nafile umutlarla kendimi acındırmak için "Paramız yok." bile dedim ama gruptaki kimse bize kıyak yapmaya yanaşmadı. Onlar araçlarına atlayıp ufukta kaybolurlarken biz de yeniden minibüse binip tepelere çıktık. Burada yüksek bir gözetleme alanı yapılmıştı turistler için. Tolga burasının kapitalizmin araçlarına hizmet etmek için feda edilerek turizm üssü haline getirilmiş eski bir tepe olduğu kanaatinde bulundu. Mantıklıydı. Gel gelelim tepeler epey hoşuma gitti. Çok ilginç oluşumlardı. Benim için ekstra değerliydi çünkü seyyahlık damarımın kabarmaya başladığı sıralarda burayı görmüş ve etkilenmiştim. Saklı bir hazine gibiydi. İnsanın rahatını bozup buralara kadar gelmesi kolay değildi.

Dünyanın ucundaki hazine, Chocolate Hills.

Çikolatalı tepeler

 

Manzaranın tadına vardıktan ve bolca da fotoğraf çektikten sonra diğerlerini almak için dükkana geri döndük. Onları alınca, bu kez de paşaları yayan gezdirmek için tekrar aynı tepeye bir kez daha gittik. Şaka gibi!

Dönüşe başladığımızda hava kararmıştı ve yolun büyük bölümünde sızdım. Hostele vardığımızda hostelde resmen parti vardı. Meğerse hostel sahibi, her cumartesi yemek yapıp müşterilerle beraber ziyafet çekiyormuş. Bizdeki şans işte. Yorgunluktan ötürü yemeğe meyil etmedim. Tolga kaçırmadı.

 

Panglao ile ilgili söz etmem gereken önemli bir husus da motor konusu. Oradaki ikinci yada üçüncü günümüzde, kaldığımız hostelin hemen yanı başında motor kiralayan bir yer gördük. Tolga motor kiralama fikri attı ortaya. Ben ilk başlarda pek ısınmasam da kabul ettim. İyi ki de etmişim. Tolganın arkasına atlayıp adayı turladık epeyce. Sonra tenha bir yer bulup motoru ben aldım. Kullanmayı bilmememe rağmen Tolga bana pratik bir ders verdi ve motoru kullanmaya başladım. Yola çıkıp hünerlerimi sergiledim. Gayet de iyi kullandım. Motor esasında scooter tipiydi ama olsun sonuçta kullanmıştım. Bu sayede Tolga benim ustam olmuştu, motor ustam. Panglao da motor kullandığım ilk yer olarak kayıtlara geçmişti. "Motosiklet kullanmayı Panglao'da öğrendim." Uff, ne havalı laf bee!

Motor ustam Tolga ile talimdeyim.

Yollarda bir yedi bela..

Panglaodaki hostel bazı fiziksel sıkıntılar barındırıyordu. Mesela tahareti geçtim, sifonu bile yoktu. Tuvaletlerde koca koca kovalar vardı ve bunların içindeki maşrapalarla işi hallediyordun. Aynı şey duş için de geçerliydi. Maşrapa ile duş almak zorunda kalıyorduk. Bir de kötü kokular yayılıyordu. Grubumuzun alfası Tolga bunun sebebine yönelik teorileri ortaya atmıştı elbette. Hatta bu ve benzeri tavırları yüzünden Tolga'ya "baba" demeye bile başlamıştım. Tipik bir Türk babası gibi girdiği bir mekanın anında fizibilitesini çıkarıyor, alışılagelmişin dışındaki haller için hemen mantıklı açıklamalar üretiyordu. Tanıdınız değil mi? Baba işte. Hepimizin evinde var böyle bir tane. Olumsuzluklara rağmen hostelin sahibi çok iyi kadındı. Her sabah kahvaltı hazırlıyordu ve eğer ki kahvaltıda domuz var ise bizim için farklı şeyler hazırlıyordu, üstelik bunu kendi akıl ediyordu. Biz ona domuz yemediğimiz bilgisini vermemiştik. Türk olduğumuz için bunu kendi akıl etmişti. Telefonunu unutan bir müşteri için de taa iskeleye kadar koştura koştura gitmişti. Böylece hafızamda yer etmiş oldu.

Kaldığımız en acayip hostel.

Bir garip hostel...

 

Panglao'dan ayrılırken yeni hedefimiz Siquijor'du. Taksi ile iskeleye geçtik. Gördüğüm en geveze taksiciye denk geldik. Adam bize bütün hayatını anlattı. Karısını aldatmış, sonra geri dönmüş, şimdi bütün parayı karısına veriyormuş falan filan. Sonra Filipinler'in iç işlerine girdi. Ülkedeki uyuşturucu trafiği ve yaşanan çatışmalar falan derken iskeleye kadar konuştu da konuştu.

 

Siquijor

 

Epey uzunca bir feribot yolculuğunun ardından Siq.'e -Siquijor yazmak çok zahmetli olduğu için bu şekilde kullanacağım- vardık. Aklımız başımıza geldiği için doğruca bir tricycle kiralayıp hostele geçtik. Bu seferki epey lüks bir hosteldi, hatta oteldi. Sadece bizim gibiler için bir yatakhane yapmış deniz kenarında bir oteldi burası. Kaydımızı yapıp direkt yerlerimize kurulduk. Otel hemen plajın üzerinde olduğu için plaja atıldık. Ancak plajda tek bir Allah'ın kulu yoktu. Boylu boyunca plajı turladık. Nafile. Denize girmek imkansız. Her yer yosun ve deniz kirli. Filipinler'de deniz sezonu daha açılmamıştı. Biz de otelin kanosunu almak istedik ama kullanılmıyor dediler. Saçı sakalı birbirine karışmış iki berduşa güvenmediler muhtemelen. Çaresiz, biz de mini havuza attık kendimizi.

 

Yine bir motor kiraladık. Panglao'da motor kiralamak için pasaportu alıyorlardı ancak burada iş iyice laçkalaşmıştı. Parayı verip motoru alıyordun. Prosedür mrosedür hak getire! Benzin de yol kenarlarındaki tezgahlarda litrelik kola şişeleriyle satılıyordu.

 

Tolga, otelde Alman bir kızla tanıştı, 28 yaşındaki Amy. Ben yatakhanede kestirirken tanışmışlardı. Yanıma gelip böyle böyle diye anlattı. Beni de alıp kızın yanına götürdü. Onun da bir arkadaşı varmış. Tahminen aynı yaşlardaki İngiliz Esther. Dördümüz beraber yemeğe gittik. Gittiğimiz yer, şu filmlerde gördüğümüz bar ile lokanta karışımı, ortasında bilardo masası olan salaş yerlerdendi. Siparişimizi verip kütük masalardan birine oturduk. Elimizden geldiğince muhabbet etmeye çalıştık. Türk yemeklerinden, seyahatlerden, İstanbul'dan ve muhtemel tehlikelerinden bahsedip durduk. Ben İstanbul'un bozulduğunu her yerin Arap kaynadığını, tramvaya bindiğimde Türkçeden çok Arapça duyduğumu söylediğimde Esther, "Ben de Londra'da metroya bindiğimde her yerden Türkçe duyuyorum." şeklinde yakındı. Sus pus kaldım. Bohem tavırlarım bir anda tuzla buz oldu. Elimden geldiğince konuyu değiştirdim. Şansıma fazla geçmeden yemekler geldi. Beklenmeyecek kadar lezzetli yemekleri iştahla mideye indirdik. Sonra da otele döndük. Onlar otelin barında biraz daha takıldılar. Ben ise geçip yattım.

Serçe parmağı büyüklüğünde balıklar Tolga'nın ayakları mideye indiriyor.

Ertesi gün Tolga kızlarla takılmaya devam etti. Haliyle bende. Motorlara atlayıp Balıklı Havuz'a gittik. Koca bir ağacın dibindeki -gerçekten de koca- bir göletti bu. İçinde de bir sürü balık vardı. İnsanlar ayaklarını buraya sokuyor ve balıklar da ayaklarını minik minik ısırarak onlara masaj yapıyorlardı. Ayaktaki ölü deriyi kaldırıyorlardı. Ben fazla dayanamadım çünkü minnacık dişlerine rağmen baya baya acıtıyorlardı. Koparacak gibiydiler neredeyse. Hiçbirimiz dayanamıyorduk zaten. Katil balık işkencesinden sonra birer hindiztan cevizi sütü içtik. Bir tek ben beğenmedim. Aşırı mayalı ve ağır bir içecekti. İşimiz bitince kızlar plaja gittiler, biz hostele döndük.

Sonraki gün Siq'in meşhur şelalesine gittik. Şelaleye atladık. Artistlik yapma peşine düşüp elime yüzüme bulaştırarak çuval misali suya çakıldım. Bir süre, benim aksime balerin gibi süzülerek suya atlayan Japon aşiretini seyrettik. Şelale Dönüşünde de yola ters taraftan devam ederek Siq'in çevresini turlamış olduk.

Siq'de ne yazık ki gereğinden fazla kaldık. Çünkü paramız suyunu çekti. Tolga'nın çoktan gelmesi gereken parası da bir türlü gelmedi. O yüzden bir süre yer değiştiremedik. Acayip sıkıldık. Boş beleş günler geçirdik. Başlarda otelde kaldığımızda hayatım düzene girmişti. Akşam on gibi yatıp uyuyordum. Sabah da yedide hiç zorlanmadan uyanıyordum. Kaldığımız yer de düz ayak olduğundan ve 

Siquijor şelalelerinin tadını çıkaran Japon aşireti.

direk bahçeye açıldığından hemen kendimi dışarı atıyor, kitap okuyor ya da seyahatimiz ile ilgili yazıyordum. Veya hamağa uzanıp müzik dinliyordum. Tabi Siq'in en ama en güzel tarafı olan gün batımlarını da atlamamak lazım. Bahsettiğim plaj aslında okyanus kenarı olduğu için önümüzde uçsuz bucaksız deniz vardı. Güneş de tam karşımızdan batıyordu. Hatta, şansımıza otelin bahçesi gün batımının en iyi izlenebildiği yerlerdendi. Diğer otel ya da hostellerden de pek çok insan gün batımı için bizim otelin önüne geliyordu. Hamağa uzanıp kulağımda hoş bir müzikle her gün güneşin batışını huşu içinde seyrediyordum.

Hayatımın en huzurlu dakikaları. Siquijor'da gün batımı.

Okyanus, gün batımı, hamak, müzik...

 

Otelden ayrılma vaktimiz gelip çattığında başka bir hostele geçtik. İki gün kaldığımız hostelde tam anlamıyla azap çektik. Kötü şartlar, korkunç bir sıcak, üzerimizden bir türlü atamadığımız kumlar vs. İnanmayacaksınız, bu kumlar İstanbul'a kadar vücutlarımızdan ayrılmadı.

 

En sonunda maddi durumlarımızı bir nebze yoluna koyunca hemen Dumaguette'ye geçtik feribotla. Sondaki birkaç kötü güne rağmen Siquijor benim nezdimde seyahatimizin zirvesiydi. Gün batımına karşı hamakta sallanarak uyuklamak sadece bu seyahatin değil hayatımın en özel anısıydı belki de. Bu yüzden de şehir hayatında canım her sıkıldığında, her bunaldığımda kendimi tekrar oraya atmak isterim. Başka yere değil!

 

Dumaguette

 

Dumaguette -Dum- Siq gibi izole bir ada değil. Aksine şehirleşmiş bir yer. Hatta ben sahil kesimini biraz Pendik'in sahil tarafına bile benzettim. Bununla beraber hareketli bir çarşısı ve tüm Filipinler'de olduğu gibi kabus gibi de bir trafiği var.

 

Öncekinin aksine bu kez kısa süreli bir feribot yolculuğunun ardından Dum'a vardık. Çarşının içinden yola düşüp biraz da sora sora hosteli bulduk. Kaldıklarımız arasında en iyilerden biriydi. Ranzalardaki karyolalar neredeyse çift kişilik olacak kadar genişti. Duşlar temiz ve genişti. Klimalı, geniş bahçeli, temiz bir hosteldi.

 

Dum'da gezilecek çok yer yoktu. Tolgayla hesapları ayırdığımız için biraz daha bireysel takılmaya başlamıştık. Çıkıp şehir merkezini şöyle bir turladım. Her zamanki gibi yine korkunç bir trafik vardı. Kahvaltımı donutla yaptım. Hatta bir de ekstradan donut kazandım. Dum sahilinde yürüdüm. Meydandaki heykelini ve yıkılmaya yüz tutmuş yapılarını inceledim. Aslında burada bir cevher vardı sanki ama cevher boydan boya şehir içinde kalmış ve en ufak bir özen görmemişti.

Üç kafadarın Dumaguette'ki lokantası, Anadolu.

Otele dönerken Anadolu adında bir lokanta gördüm. Önünden geçip gittim ama sonra pişman olup geri döndüm. Tezgahtaki adama İngilizce "Türk müsünüz?" diye sordum, "Evet." deyince "Ben de." dedim. Oturttu beni iki çift muhabbet ettik. Geceye kadar açık olduklarını öğrendim. Akşam Tolga'yı da alıp buraya getirdim. Köfte yeyip ayran içtik. Ellili yaşlardaki üç ortak buraya gelip küçük bir dükkan açmışlardı. Kazandıklarını da herhangi bir birikim gayesi gütmeden gönüllerince yiyorlardı. Bu yüzden de yemekler pek bir şeye benzemiyordu ama kalite ortakların pek de umurunda değildi.

Dum'dan ayrılma günü geldiğinde hostelin kudretli klimalarının gazabına uğramış ve şifayı kapmıştım. Boğazım epey kötüydü. Tolga'da da ufak emareler vardı ama o şimdilik iyiydi.

Sabah hostelden çıkınca yine donut ile yaptık kahvaltımızı. Yedikten sonra da feribot saati gelene kadar serin dükkanın içinde laklak yaptık.

 

Dum'dan feribotla Cebu'ya geçtik. Saat geç olmuştu. Zar zor bir taksi bulup havaalanına en yakın hostele gittik. Burayı önceden ayarlamıştım. Hostele geldiğimizde taksiden inerken montumu takside unuttum. Taksiciyle 100 pesonun pazarlığını yaparken sevdiğim iki üç giysimden birini de Cebu'da, takside unutmuş oldum.

 

Hostele girdik. Fazla kalmayacaktık. Uçak sabah 6 sularındaydı. Dışarı çıkıp yiyecek bir şey aradık. Hamburger satan bir teyzeye yanaştık. Suratsızdı. Izgaradaki altı hamburgerini de mideye indirerek keyfini yerine getirdik.

 

O gece hiç uyuyamadım. Başım ağrıyordu. Kafamın dibindeki adam da avazı çıktığı kadar horluyordu ve sabahın köründe uyanacak olmak beni biraz germişti. Sonunda yataktan çıkıp giyindim ve terasa çıktım. Orada takıldım. Saatimiz gelince de önceden ayarladığımız taksi ile havaalanına geçtik.

 

Havaalanında bin bir hokkabazlıkla çantalarımızı kabin hakkı seviyesine düşürdük. O parça benim çantaya, bu parça Tolga'nın çantaya derken ağırlıkları tam sınıra getirdik. Hatta bilim adamı titizliğindeki bu ince çalışmamız başarıyla taçlandığında hemen arkamızdaki gruptan takdir niteliğinde gülüşler yükseldi.

 

Uçakla Manila'ya döndük tekrar. Bu kez daha düzgün ve merkezi bir hostel seçmiştik. Gider gitmez yatağa girdim ve akşama kadar küp gibi uyudum. Akşam olunca yemek almaya çıktık. Neredeyse bir saat dolaştık ama düzgün bir şeyler bulamadık. Basit hamur işleri alıp hosteldeki beleş kahve eşliğinde akşam yemeğini hallettik.

 

Ertesi sabah taksiyle havaalanına geçtik. Uçağımız akşamdı. Bu yüzden orada saatlerce bekledik. İkimiz de oldukça yorgunduk. Bir fırsat çıksa karşıma hemen İstanbul'a dönebilirdim. Tolga da aynı hissiyattaydı muhtemelen. Üstüne bir de check-in yaptığımız esnada hemen yanımızdaki bankoda THY'nin İstanbul uçağının check-in işlemi yapılıyordu. Tahminimce ikimiz için de zor bir andı. Elbette yapacak bir şey yoktu. Uçağımıza binip Singapur aktarmalı olarak Phuket'e uçtuk. Singapur'da yaklaşık 8 saatlik bir bekleme süremiz vardı. Oraya indiğimizde geceydi ve sabaha kadar beklememiz gerekiyordu. Biz de havaalanının kuytu köşelerinden birine geçip tulumları serdik. Sabaha kadar mışıl mışıl uyuduk.

Dünyanın en fantastik havaalanı Changi'de uyumakla yetindik.

Gerçek bir sırt çantalı her ortamda sızabilmelidir

 

Phuket

 

Filipinler'den sonra durağımız yeniden Tayland'dı. Gel gelelim bu süreç benim adıma oldukça sıkıntılı bir hal almıştı. Son günlerde baş gösteren soğuk algınlığım nedeniyle burnum tıkanmıştı. Bu sayede öğrenmiş oldum ki asla ama asla tıkalı bir burunla uçağa binilmemeliydi! Kabin içerisindeki müthiş basınç, geçit vermeyen burun deliklerim yüzünden adeta kafatasımın içinde savrulup duruyordu. Öyle bir zonklama, öyle bir baskı hissediyordum ki kafam infilak edecek gibiydi. Öyle zor durumdaydım ki burnumdaki kılcal damarlar dayanamaz hale gelip pes etmişlerdi. Kan, ince bir sızıntı halinde burnumdan akıp gidiyordu. Ne yapsam boştu. Uçak yeterince yükseğe çıktığında sızı hafifleşiyor hatta normale dönüyordu ama kalkış anında acı muazzamdı. İnişte uçak kabul edilebilir yüksekliklere düştüğünde beynimi saran hava bulutu sönmekte olan bir balon gibi dağılıyordu da ancak o zaman rahat enfes alabiliyordum. Siz siz olun bu vaziyette uçağa binmeyin. Ya da bir doktora falan danışın. Belki basit bir çözümü vardır.

 

Tayland'da bu seferki durağımız Phuket'ti. Phuket'de uçaktan inip bir sürü Türk ile beraber pasaport kontrolünden geçtik. Havaalanından kalkan otobüslerden birine atlayıp Phuket Town'a gittik. Phuket Town, Phuket'in nispeten daha az popüler yerlerinden birisi. Phuket'in deniz kenarındaki sayısız cazibe merkezini birbirine bağlayan merkezdi burası. İç kesimlerde, sakin bir yerdi.

 

Hostelimiz otobüs garının hemen dibindeydi. Gidip check-in yaptık. Hostel boş olduğundan bize iki kişilik özel bir oda önerdiler. Biz de salak gibi atladık. Odaya bir girdik ki o da ne? Tek bir yatak var, ama çift kişilik. Böylece Tolga ile birkaç romantik gece geçirme fırsatı yakaladık:)

 

Tolga, Town'da şifayı kaptı. Bende Dum'dan beri hastaydım zaten. Seyahatin sonuna doğru yaklaşırken ikimiz de arıza vermiştik.

Tolga ile kendimizi düşürmedik hal kalmadı.

Town'daki ilk günümüzün ardından ben biraz daha iyi gibiydim. Tolga yataktan çıkamıyordu. Tek başıma biraz Town'u dolaştım. Pek görülecek bir şey yoktu aslında. Bangkok'a nazaran çok daha sakin ve düzgün bir yerdi. Tabi başkentteki o korkunç sıcaklık ve kokunun burada olmadığını da söylemeliyim.

Town'da önce genişçe bir cadde çıktı karşıma. Akşam için hazırlanıyordu belli ki. Bir açık hava pazarı kurulacaktı. Tek tük tezgahlar vardı bile. Bir dondurmacıdan dondurma aldım. Hiç fena değildi. Adam kendiliğinden denememiz için küçük kaşıklarda dondurma ikram ediyordu. Elimde dondurmamla caddeleri arşınladım. Buradaki binalar çok güzeldi. Küçük rengarenk binalardı. Bu bölgenin koloni döneminden kalma olduğunu öğrendim sonradan.

Akşam yemeğini hostele yakın salaş bir lokantada yedik. Ama yediğimiz en güzel yemeklerden biriydi. En azından benim için. Deniz mahsullü pilav söyledim. Ağrıyan boğazıma iyi gelmesi için acıyı da bastım. Yemek gerçekten lezzetliydi ve kısa sürede ayaklanmama yardımcı oldu.

Ertesi akşam Tolga ile çarşıya gittik. Tolga da ortamı görünce beğendi. Tezgahlar caddeyi doldurmuş, kalabalık her yanı sarmıştı. Şu meşhur Asya wafflelarından aldım. Enfesti, müthişti. Sonra Koreli gençlerin yaptığı tavuklardan aldım. Kore'nin meşhur acılı tavuklarındandı ve ikimizin de çok hoşuna gitti. Tolga başı kapalı kızların sattığı dönerden almaya çalıştı ama nasıl olduysa beceremedi. Bu olay bir sır perdesi olarak kaldı. Sonra gidip normal bir waffle aldı, ben çok beğenmedim. Bir tur daha attıktan sonra gidip Tolga'nın alamadığı dönerden almak için tekrar harekete geçtik, bu kez elbirliğiyle başarıya ulaştık. Mide fesadı geçirmemize az kala hostele döndük. Tolga hala daha doymadığı için hazır yemeklerden aldı. Ben de yine boş durmadım ve bir paket meyve aldım.

Phuket Town Phuket'in bilinmeyen hazinelerinden.

Ertesi gün hemen dibimizdeki otogardan kalkan minibüslere atlayıp Patong'a gittik. Yarı açık minibüsle birlikte püfür püfür bir yol oldu. İndiğimiz yer, şu çılgın Phuket manzaralarının tam göbeğindeydi. Hemen hostele gittik. Hostel de sanki kendini gizleme telaşında. Hiç bir tabela falan yok ortada. Şans eseri tam da Tolga'ya hostelin adını sorduğum sırada kapı önünde duran kadın bizi içeri çağırdı. Müthiş zamanlama! Sanki kutsal bir güç bizi tam doğru anda hostelin adını söylemeye itmişti. Hostele iki dükkan arasındaki dar bir koridordan geçip üst kata çıkılarak ulaşılıyordu. Kadın bizi duyup ses etmese kim bilir ne kadar daha aranacaktık.

 

Eşyalarımızı bırakıp dolanmaya çıktık. Ortam resmen cayır cayır yanıyordu. Millet şort ve parmak arası terliklerle dolanıyordu. Bazı erkekler tişört bile giymemişlerdi. Etraftan müzik sesleri yükseliyordu. Acayip hareketli bir ortamdı. Patong'un barlar sokağında turladık. Sağlı sollu diskolar, dükkanlar vardı. Pederin selam gönderdiği ahbapının dönercisi de buradaydı. Girip adamı sordum, yoktu. Daha sonra yemek yemeye geldiğimde de yoktu. Çalışanlardan biri aracılığıyla selamı ilettim, benden çıktı. Deniz kenarına gidip yürüdük. Plaj tıklım tıklımdı. Jet skiler, paraşütler falan, ortam canlıydı.

 

Hostele döndük. Akşam çıkıp yeniden turladık. Yiyecek düzgün bir şey bulamadığımızdan Burger King'e girdik. Çıkınca da Haagen-Dazs adındaki meşhur Alman dondurmacısından dondurma aldım. Güzeldi. Öte yandan yolda pek de rahat yürünmüyordu. Sokak kenarlarında, kadınlar sıra sıra dizilmiş bizi bir yerlere davet ediyorlardı. Güya masaj salonunda çalışıyordu bu ablalar. Pek pas vermeyince işi abartıp yanlarından geçerken ellemeye kadar götürdüler.

Denizin keyfine bir tek Patong'da varabildik.

Ertesi gün denize gittik. Filipinler'deki rezaletten sonra burada biraz daha düzgün çimebildik. Su acayip dalgalıydı gerçi ama beni rahatsız etmedi. Sudan çıkıp biraz da plajda kestirdikten sonra akşamı ettik ve hostele döndük.

 

Hosteldeki ortam güzeldi. Herkesin sere serpe yayılabileceği bir lobi vardı ve genelde millet burada takılıyordu. Birileri film takıyordu ve topluca film izleniyordu.

Son günümüzde Tolga hastalığının zirvesinde olduğundan paso yattı. Ben de gitmediğimiz tarafları dolandım. Bir kaç parça hediye aldım.

 

 

Patong'daki zamanımız tükenince minibüsle Town'a döndük. Burada bir gece kalmak zorundaydık. Önceki gelişimizde kaldığımız hostelde kaldık tekrardan. Ben iyiden iyice düzelmeye başlamıştım ama Tolga epey fenaydı.

Bir gün daha geçirip otogara gittik. Ben önceki gün gelip biletleri almıştım. Bir kaç saat bekleyip otobüse bindik. Otobüsler cillop gibiydi. Koltuklar arasında acayip mesafe vardı. Battaniye falan da verdiler. Bangkok'a kadar küp gibi uyuduk. Bangkok'ta taksiyle havaalanına geçip birkaç saat burada uçağı bekledik. Saatimiz gelince uçağa bindik. İkimiz de epey yorgunduk. Doha'ya kadar deliksiz uyuduk. Doha'daki aktarmadan sonra da memlekete kadar film -Deadpool- izledim.

 

İstanbul'a gelince pasaporttan geçip bizim eve gittik. Zayıflamış, kararmış ve insanlıktan çıkmıştık. Hayatlarımız boyunca unutamayacağımız muhteşem bir deneyim yaşamıştık! Kendi adıma adeta imkansız bir bir iş başarmıştım. 

bottom of page