top of page

20-) Almanya - Danimarka - İsveç

Hamburg

25.03.2022 - 31.03.2022

Çok da kısa sayılmayacak bir pandemi arasının ardından ilk fırsatta kendimi Avrupa semalarına attım. Önceki başvurumda olduğu gibi yine altı aylık ve çok girişli bir vize tarafıma reva görüldü. Açıkçası bu kez altı aydan daha uzun bir vizeyi hak ettiğimi düşünmüş ve bir hatta iki yıllık vize hayalleri kurmuştum. Ahmak! Gel gelelim konsolosluk benimle aynı fikirde değildi ne yazık ki.

Bu vizeye başvuru yaparken aslında beni itekleyen esas şey Erasmus’tu. Üniversiteden akademik personel olarak Erasmus+ faaliyetine katılmaya hak kazanmıştım. Bizimkisi öğrencilerin yaptığı Erasmus gibi aylarca sürmeyecek, yalnızca bir hafta ile sınırlı kalacaktı. Öte yandan işin daha güzel tarafı, 5 günlük faaliyet için 1.280 euro alacak olmamdı. Ulusal Ajans’ın üniversite vasıtasıyla ödediği bu hibe tam bir piyangoydu. Hostellerde konaklayıp, ulaşım aracı olarak tabanvaydan başka şey kullanmayan, tek öğünle günü atlatan benim içim bu para ciddi bir kaynak işlevi görecekti. 

Erasmus anılarıma zamanı gelince değineceğim. Şu an beni vize almaya iteklediğinden söz etmem yeterli. Hal böyle olunca “Nasıl olsa vize alacağım, eğitim için başvurmaktansa turist olarak başvurayım bari.” düşüncesiyle harekete geçtim. Endişem, akademisyen olarak başvurduğumda yalnızca faaliyet süresi kadar vize çıkması ve daha da önemlisi Schengen yerine ulusal vize verilmesiydi. Bu riske girmemek adına önceden turist vizemi alıp yoluma bakmaya karar verdim.

E malum, ayağımız alıştı. Önceki vizemde olduğu gibi başvuruyu yine Almanya’dan yaptım. Hem bu kanadın prosedürüne aşinaydım hem de aynı yerden başvurmak işimi kolaylaştırır diye düşünmüştüm. Haliyle rotamı da bu doğrultuda belirledim. Almanya’dan başlayacaktım ama esas hedefim Almanya değildi.

Köln

Madem Alman topraklarına ikinci seferimi düzenliyordum, farklı destinasyonları seçmek yapılacak en doğru iş olacaktı. Seçenekleri ölçüp biçip nihayet Köln’de karar kıldım. Methini çok duyduğum bu güney şehrine Pegasus ile kolayca uçtum. Henüz sona ermekte olan pandemi kabusu nedeniyle yanımda bir koca dosya evrak götürmek zorunda kalmıştım. Aşılar, kodlar, şunlar bunlar derken çantamda ciddi bir yer işgal etmişti bu belgeler.

İniş için alçalırken hoş bir Köln manzarası buldum karşımda. Yılan gibi kıvrılarak kilometrelerce ilerleyen Ren Nehri’nin kıyısında kurulu irili ufaklı tesis ve yerleşimlerin arasında Köln inci gibi parıldamaktaydı. Kuş bakışı seyrettiğim şehir manzarası şimdiden ilgimi çekmişti bile.

Köln

Bir pandemi klasiği; maske...

Uçak piste iniş yapıp da yolcuları dış hatlara kadar taşıyacak otobüslere doluştuğumuzda tatsız bir sürpriz ile karşılaştık. Otobüsün arka kapısı bir türlü kapanmıyordu. Önce şoför, sonra yolcular, sonra da şoförün çağırdığı teknik destek ekibi ne yaptıysa kapıyı kapatamadı. Yaklaşık yarım saat Cem Yılmaz’ın balzamik hikayesini andıran bu mücadeleyi seyrettik. En sonunda insanlar isyan bayrağını çekmeye ufaktan başlamışlardı ki araçtaki her dört yolcudan üçünün Türk olduğu gerçeğini idrak ettim. Bu dakikaları koltuğumda oturarak geçirmiş olsam belki söz etmeye değer bile bulmazdım ama hem ayakta dikilmek zorunda kalmam hem de nadide dakikakalarımın heba ediliyor olması ufaktan gerilim yarattı bünyemde. Hepi topu 100 metrelik bir yol gidecektik ve otobüs tıkış tıkış da değildi. Bizim Gebze-Harem şoförleri şehrin bir ucundan diğerine açık kapı giderken bu adamlar trafiğin dahi olmadığı iki dakikalık bir yolculukta neden kapıyı kapatmaya bu kadar takmışlardı? Namını çok kereler işittiğim Alman disiplini bu kadar sert ve tavizsiz bir şey miydi? Yoksa bu ısrar yine namını çok kereler duyduğum fakat ne olduğunu kavrayamadığım Alman otizminin canlı bir örneğini mi teşkil ediyordu?

Sıkıcı bekleyiş sonunda kapı nihayet kapatıldı ve yaklaşık 40-45 saniye içerisinde hedefimize vardık. Hemen bina girişindeki nispeten dar koridora yan yana yerleştirilmiş iki kontrol noktasında sıralandık. Yaklaşık on beş dakika içerisinde sıra bana geldi. Tam da tahmin ettiğim gibi memurlar yanımda getirdiğim bir dünya evraktan bir tanesini bile talep etmediler. Sadece aşılarımın tam olduğunu kanıtlayan uluslararası geçerliliğe sahip karekod uygulamasını cep telefonumdan gösterdim ve bingo, içerideyim! Peki o halde sorarım sizlere; ölüm döşeğindeki yaşlı  bir deniz kaplumbağasının bile dakikalar içerisinde kat edebileceği mesafedeki yolculuğu açık kapıyla yapmaktan kaçınan Alman disiplini, nasıl olur da dünyayı kasıp kavuran salgını bu denli umursamıyor gibidir? O zamanlar bizlere gerek televizyonlardan, gerek gazetelerden, gerek diğer medya araçlarından durmaksızın pompalanan “Avrupa’da sınırlar kapatıldı.”, “Kırmızı kodlu Türkiye’ye vize verilmiyor.”, “Kapıdan dönme ihtimaliniz çok yüksek.” gibi haberler gerçekle ne kadar örtüşmektedir?

Asma kilitler

Bir Avrupa klasiği; asma kilit...

Şehir merkezine gitmek için en pratik yol olan banliyö trenlerine bilet almak için kioskların çevresindeyken bir hanımefendi yanıma yaklaşıp bilet almak için yardım istedi. Hemen ardından auramdan anlamış olacak ki Türkçeye dönüş yaptı. Almanya'da gerçekten de elini sallasa insan Türk'e denk geliyor. Birlikte trene bindik. Kendisi şu an ne olduğunu hatırlayamadığım bir festival için Köln'e gelmişti ve Alman memurların pandemiyi hiç de umursamayan tavırları karşısındaki şaşkınlığımı paylaşıyordu.

Trenden indiğim bölge şehir merkezinden taş çatlasın yarım saatlik bir yürüme mesafesinde olmasına karşın oldukça sakindi. Çoğu dükkan kapalıydı, sokaklar boştu. Bir nebze yolumu uzatıp şehir merkezinin aksi istikametinde yürüdüm. Şehrin çok amaçlı spor salonu Lanxess Arena’nın çevresinde bir tur atıp tam da Hohenzollern Köprüsü’ne çıkan ana caddeyi tespit ederek yürüyüşe koyuldum. Çok geçmeden nehir kıyısına vardım. Burası boylu boyunca uzanan bir yürüyüş yoluyla döşenmişti. İnsanların sere serpe yayılabileceği geniş basamaklar bulunmaktaydı. Ben de hem biraz çekim yapmak, hem de manzarayı izlemek için burada uzun uzun oturdum. Şehrin hoş bir silueti vardı. Nehir üzerinden sakince geçen tekneler de manzaraya canlılık katıyordu.

Nehir kıyısından kopmadan köprüye kadar devam ettim. Köprünün her iki tarafında uzanan yaya yollarından birine kendimi atıp bu meşhur yapıdan hem şehri hem de nehri seyrettim. Öte yandan Avrupa’daki asma kilit fetişizmi burada da kendini belli etmekteydi. Köprünün çelik parmaklıklarına yüzlerce kilit asılmıştı. Tipik olarak kilitlerin üzerine çiftler isimlerini kazımış ya da küçük kağıt parçalarına yazarak kilitlere tutturmuşlardı. Kilit yoğunluğu öyle had safhadaydı ki kendim de bir kilit ekleyecek olsam asacak yer bulabilir miydim, emin değilim. Üstelik bu kalabalık köprünün başından sonuna değin uzanmaktaydı. Bunların köprü üzerinde yarattığı ekstra yükü tahmin bile edemiyorum.

Ren’in karşı tarafına geçtiğimde artık şehir merkezindeydim. Köln’ün köprüsü ile birlikte en ünlü iki yapısından biri olan ve Köln Katedrali adıyla da bilinen Dom Katedrali tüm heybetiyle karşımdaydı. Çevresinde dolanıp mimari detaylarını seyrettim. Burası sadece Köln’ün ya da Almanya’nın değil tüm Avrupa’nın en bilindik katedrallerinden biriydi. Yapı girişinin hemen önünde geniş bir avlu bulunmaktaydı. Tahmin edebileceğiniz üzere bu avlu envai çeşit açıdan, envai çeşit pozlar vermekle meşgul turistler tarafından hınca hınç doldurulmuştu. Meydanın bir köşesinde ise bir sokak sanatçısı yer edinmişti. Kendisi, dünyayı temsil ettiğini düşündüğüm devasa bir dairenin içine ülkelerin bayraklarını çiziyor ve altlarına da İngilizce olarak isimlerini yazıyordu. Sosyal medyada rast geldiğim bir videoda, tam da burada, Türk bir muhabirin “Benim bayrağımı yere çizemezsin. Bayrağımın üstüne bastırtmam.” nidalarıyla vukuat çıkartmasına şahit olmuştum. Ucuz milliyetçilik işte. Açıkçası tüm bayraklar eşit şekilde resmedilmişse kendi bayrağımın da onlar arasında olmasından rahatsızlık duymam. Ama birileri gelir de art niyetle üstüne basar, tepinirse o zaman işler değişir. Gel gelelim kimsenin böyle bir niyeti yok. 

Dom Katedrali

Yine de bayrakların çizeri belli ki daha fazla olay istemeyip aralarında bizimkinin de yer aldığı bazı bayrakları zemine resmetmemiş. Bunun yerine bu bayrakları fiziksel olarak edinip dairenin hemen dışındaki bir sepete yerleştirmiş.

Düzgünce resmedilmiş bayrakları süzerken aklıma muazzam bir ticari fikir geldi; para karşılığı bayraklara bastırmak. Amerika bayrağını mı çiğnemek istiyorsunuz, 5 papel. Fransa 3, Polonya 1, Vanuatu, bedava! Bayrakların hemen yanına resmedilen devasa İsa portresi ise bu girişimin dışında. O fazla dikkat çekebilir. Şaka bir yana, gelip geçenlerin özellikle buralara basmaktan kaçınmalarını takdir ettim. Hem de şehrin en işlek meydanında neredeyse herkes özellikle adımlarına dikkat eder gibiydi.

Katedrale dönelim. Ziyaretin bedava olduğunu görünce hemen sıraya girdim. Bekleyen 4-5 kişi vardı ve saniyeler içerisinde sıra bana geldi. Pasaport kontrolünde de gösterdiğim aşı belgemi okutup içeriye girdim. Katedralin görkemine diyecek yoktu. Bu tarz binalar odalara ve katlara ayrılmadıklarından ötürü teoride tek bir odadan ibaretlerdir. Elbette mini odacıklar köşelere serpiştirilmiştir ama bunlar zaten ziyaretçileri ilgilendirmez. Benim gibiler içeri girdiklerinde metrelerce yükselen tavana ve onu ayakta tutan koca sütunlara bakakalırlar. Restorasyon halindeki vitraylardan sızan soluk ışığın sükûnetinden etkilenirler. Söz konusu Dom Katedrali ise içeride bulunan lahitleri ve bunların üzerlerindeki süslemeleri kayda alırlar. Sözün özü böyle katedraller gerçekten de kudretli yapılardır. İçlerinde yer alan tüm o ekstra elementleri bir kenara bırakıp çıplak bir iskelet olarak baktığınızda bile o yüksek tavan ve kalın sütunlar hayranlık uyandırıcıdır.

Dışarı çıktığımda meydanın tenha bir köşesinde oturacak yer bulup bir müddet soluklandım ve zaman öldürdüm. Hemen karşımdaki hediyelikçiye göz gezdirdim. Nihayetinde katedral ziyaretimin ardından ufak ufak hostele doğru koyulmaya başladım. Giriş saatim yaklaşıyordu. 

İstikametim şehrin en hareketli yürüyüş yolundan geçiyordu. Hohestrasse adındaki bu dar cadde trafiğe kapalıydı ve şehirdeki en muazzam kalabalığı barındırmaktaydı. İki tarafa dizilmiş dükkanlarda aranılan her şey bulunabilirdi. Fast food restoranları, yerel lokantalar, ünlü giyim mağazaları, teknoloji mağazaları vb. boylu boyunca sıralanmışlardı. Canlıydı canlı olmasına ama hemen paralel caddedeki inşaat tat kaçırmıyor değildi. Şantiye alanı, katedral avlusundan başlamıştı ve beni takip etmekte ısrar ediyordu. 

Hohestrasse sona ermeye yaklaşmışken başka bir yürüyüş yoluna çıktım. Bu sefer cadde daha genişti ve mağazalar bir tık daha lüks gibiydi. Caddenin göbeğindeki çeşmede mola verdim. Çeşme dediysem bizdeki hayratlardan sanmayın ama. Yaklaşık beş metre yüksekliğinde taş bir sütunun zirvesinden tazyiksiz olarak çıkan su silindirik yapının yanaklarından usul usul süzülmekteydi. Bu çeşmeden su içmek pek mümkün değildi anlayacağınız, bütünüyle dekor. Çevresine dairesel olarak sıralanmış bodur oturaklarda bir müddet nefeslendikten sonra taş yapının yüzeyine dokunup elimde biriken su ile yüzümü ve ensemi ovaladım.

Hostele giden yol bir nevi şehir turu görevi de görmüştü. Daha varmadan şehri görüp bitirmiştim bile neredeyse. Şimdi de dört tarafı yollarla çevrili, dikdörtgen bir adacık üzerinde kurulu pazar yerindeydim. Yarı aktif durumdaki bu alanın pazardan çok kermesi andıran bir görüntüsü vardı. 

İçinden geçip gittikten sonra artık hostele çok yakındım. Kolayca bulup odama yerleştim. Dar bir koridor şeklindeki odanın bir kenarına üç tane ranza art arda sıralanmıştı. Orta ranzanın alt katını kendime yurt belleyip eşyalarımı yerleştirdim. Gerekli haberleşmeyi tamamladıktan sonra yarım saat kadar uzanıp tekrar dışarı çıktım. 

Az çok geldiğim yoldan geri dönüp mola verdiğim çeşmenin yakınlarından daracık sokaklara saptım. Bu bölge nispeten tenha ve sakindi. Rastgele bir yürüyüşle nehir kıyısına varmayı başardım. Nehrin karşı yakasının aksine burası yeşil bir bölgeydi, bir nevi park haline getirilmişti. Nehir üzerinde çalışan gezinti tekneleri de buradan kalkmaktaydı. İskeleler üzerinde tur detayları ve fiyatlar belirtilmişti.

İskeleye yakın konumda, binalarca çevresi sarılmış Heumarkt adında orta boy bir meydan bulunmaktaydı. Bir köşesi restoranlarla donatılmış meydan şehrin gastronomi merkezi hüviyetindeydi aynı zamanda. Anladığım kadarıyla kış aylarında daha hareketli olan bu meydana buz pisti ve parklar da kuruluyormuş. Bunlar benim gittiğim tarihlerde mevcut değillerdi pek tabi.

Köln

Köln'de her türden ihtiyaç düşünülmüş...

Nehir kıyısında bir süre yürüyüp geri döndüm. Yine ara sokaklara kendimi atıp körlemesine turladım. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Hostel civarına kadar geri dönüp Hahnengate ya da Hahnentor adıyla bilinen tarihi kapıdan geçtim. Şehrin eski kapılarından biri olan bu yapı, iki yanında yükselen kulelerin arasında yaklaşık bir otomobilin geçebileceği genişlikteydi. Ancak iki tarafıyla bütünüyle kaldırım üzerinde kaldığı için kapı sadece yayalara açıktı. 

Hahnentor’u geçtiğimde karşımda bir başka hareketli cadde daha buldum. Aaachenerstrasse genellikle akşam saatlerinde canlanıyordu. Ortasından tramvay geçen genişçe bir caddenin ayırdığı karşılıklı sokaklarda sıra sıra restoranlar diziliydi. Bunların büyük bir kısmı da farklı milletlerin mutfaklarından yemekler sunmaktaydı. Kaldırımlar üzerine kurulan ve tıklım tıklım dolmuş masalar gelip geçenler için engel teşkil etse de hoş bir manzara sunmuyor değildi. 

Kapatırken Köln’deki son bir yerden bahsetmek istiyorum. Şehir merkezinin bir nebze dışında kalan Köln Merkez Cami bugüne kadar gördüğüm en ilginç camilerden bir tanesi. Hatta muhtemelen en ilginci. Hostelime dönmeden hemen önce yaptığım aylak gezintimde gözüme ilişen, önceden hakkında bilgi sahibi olmadığım bir binaydı. 2009 yılında temeli atıldığında şehirde olaylar çıkmasına dahi sebep olan, yapımı tam 20.000.000 $ tutan acayip bir cami. Dış yüzeyinin yarısı cam kaplama olan bu cami alışık olduğumuz geleneksel mimarinin epey uzağında. Üzerindeki cam kaplamaların Arap harflerini andırdığını da söylemeliyim. Ama sonrasında internette bununla ilgili yaptığım araştırmadan bir şey çıkmadı.

Oldukça tempolu ve yorucu bir günün ardından hostelde küp gibi bir uyku çekmiştim. Ertesi gün erkenden otobüsüm olduğu için Köln’deki günüm haliyle epey hareketli geçmişti. 

Sabah kalktığımda neyse ki önceki günün yorgunluğundan eser kalmamıştı. Toparlanıp Hauptbahnhof’a gittim. Önceki günden ulaşım stratejimi kurmuştum. Uygun saatte kalkan bir banliyö ile rahatça otogara varma niyetindeydim. Şehrin epeyce dışında bulunan otogar Leverkusen bölgesi sınırlarında kalıyordu. Neden bileti buradan almıştım bilemiyorum. Bu nedenle de otogara gidiş için treni seçmiştim ki sabahın köründe istasyona geldiğimde tren saatlerinin tamamen değiştiğini gördüm. İnce işçiliğimle hem istasyon ekranlarından, hem duvarlardaki panolardan hem de internetten karşılaştırdığım tren saatleri şimdi baştan aşağı değişmişti. Danışmaya gidip meramımı anlattığımda tren kullanarak otobüse yetişmenin imkansız olduğunu öğrendim. İstasyonun hemen arkasından kalkan otobüslere yönlendirildim. Ancak otobüsle yetişmem de imkansızdı. İstasyona bağlı taksi durağına yöneldim gönülsüzce. Zira seyahatlerde taksi kullanmak en çok kaçındığım şeylerdendir. Ne yazık ki şimdi mecburdum. Yanlarına yanaşırken iki taksicinin de Türkçe konuştuğunu işittim. Selam verip gideceğim yeri söyledim. Yaklaşık 20 dakika süren otogar yolculuğu 35 euroya patladı. Muhtemelen kazıklanmıştım. Ama çok dert etmedim. Mecburiyetten ve çaresizlikten kazıklanmıştım. Ve de fark etmiştim ki kazıklandığının farkında olan insan kazıklanmayı o kadar da dert etmiyor. O yüzden baştan paşa paşa kazıklanmayı kabullenmek bence en iyisi. 

Planlamamı yaparken Köln’e bir gün ayırdığım için kafamda soru işaretleri oluşmuştu. Yetmeyeceğinden şüpheliydim ama şimdi bu şehri terk ederken doğru bir seçim yaptığımdan emindim. Ne yazık ki Köln beni kendine pek hayran bırakmadı. Ballandıra ballandıra anlatılan Köln benim kalbimi pek çalamadı. Ağırlıklı olarak nehrin bir yakasına kurulduğu için şehrin hareketli bölümünü gezerken nehirle pek içli dışlı olamıyorsunuz. Bu da nehrin sağladığı ferahlık ve cazibenin kanımca güme gitmesine neden oluyor. Paris ya da Budapeşte gibi sizi devamlı olarak sulak alana çıkarmıyor. Nehir üzerindeki köprüleri kullanmaya yönlendirmiyor. Elbette bu sadece benim kanaatim.

Hamburg

Yaklaşık yedi saat süren, buna karşın keyifli geçen otobüs yolculuğu sonrasında Hamburg’a indim. Hava kapalı ve serindi. Buna bir de aslen liman şehri olan Hamburg’un muhtelif bölgelerinde yükselen vinçler eklenince distopik bir endüstri kentine düşmüş gibi hissettim. Bu nedenle ilk izlenimim negatif olmuştu. Ancak Hamburg beni muazzam ölçüde şaşırtacaktı.

İlk iş olarak hostele gittim. Otogardan 10 dakikalık bir yürüyüşle hostele varıp, Russell Crowe’a benzeyen resepsiyonist eşliğinde odaya giriş yaptım. Optimum yatağa yerleşip elimi yüzümü yıkadım. Çantama ayar çekip kendimi dışarı attım. 

Hostel

Maximus?

Belirgin bir rotam yoktu. İşin doğrusu gelmeden önce doğru düzgün araştırma bile yapmamıştım şehir hakkında. Hatta ve hatta sadece yol üzerinde uygun bir duraklama noktası olduğu için Hamburg’a gelmiştim. Önceden bu şehre yönelik herhangi bir ilgim yoktu. Bu nedenle nehir kenarına doğru yola koyulmakla yetindim. 

Köln ile kıyaslandığında Hamburg adeta bir metropoldü. Caddeler geniş, düzenli ve hareketliydi. Köln’de hiç olmayan bir insan ve araç kalabalığı burada ziyadesiyle mevcuttu. Bu manzara beni şaşırtmıştı ama sizi şaşırtmasın. Çünkü Hamburg, Berlin’den sonra Almanya’nın en büyük şehri. Bendeniz, Hamburg’dan ayrıldığımda dahi bu bilgiye haiz değildim ne yazık ki.

Hamburg, liman kesiminde kanallara ayrılan bir mimariye sahip. Köln’deki Ren Nehri’nin aksine buradaki Elbe Nehri şehrin içlerine daha fazla nüfuz etmekte. Elbette su kütlesinin en yoğun olduğu alan liman çevresi. Speicherstadt olarak geçen bu kısımlarda tıpkı Venedik ya da Amsterdam gibi suyun içinden yükselen binalar bulmak mümkün. Ancak dediğim gibi bu sadece şehrin limana yakın kesiminde böyle. Burası aynı zamanda şehrin en tenha bölgesi de. En ünlüsü Denizcilik Müzesi olan bazı müzeler de bu bölgede bulunmakta.

Herhangi bir müzeye tenezzül etmeden kanalların ayırdığı adacıklar arasında şehir turumu sürdürdüm. Söylediğim gibi burası insan kalabalığından uzak bir bölgeydi ve ben kıyı hattını takip etmeyi sürdürüyordum.

Gözüme hoş bir hediyelik eşya dükkanı çarptı. Maskemi takıp içeri girdim. Anlaşılacağı üzere şehirde dolaşırken maske takmıyordum ki Köln’de de durum aynıydı. Yalnızca kapalı alanlara girerken o da girişte uyarı levhası vb. varsa maskeyi aktive ediyordum. Genel olarak da şehirde neredeyse kimse maske takmıyordu. Bizim memlekette millet maskeleri çifter çifter takıştırırken Avrupa’da pandemiden eser yoktu sanki. 

Hediyelikçinin de girişinde benzer bir uyarı gördüğüm için maskemi taktım. Magnetlere ve hediyeliklere göz atarken görevli kadının seslendiğini işittim. İnatla birine sesleniyordu. Bu kadını bağırttıran öküz kim diye içimden geçiriyordum ki meğer o öküz benmişim. Kadın yanıma kadar gelip biraz mahcup ama biraz da sert bir tavırla dışarı çıkmamı istedi. Meğer taktığım maskeden memnun kalmamış haspa. O zamanlar epey popüler olan N90 maskelerden takmam gerekiyormuş. Oysa bendeki en adi ve ucuz olan maskelerdendi. Çıkınca fark ettim ki kapıda gerçekten de N90 maske takılması gerektiği belirtilmişti. Daha önce bu ayrıma hiç rastlamadığım için dikkat etmemişim demek ki. Hediyelikçiden de kovulmadık demeyiz artık.

Denk geldiğim ukala esnafı ardımda bırakıp yoluma devam ettim. Yavaştan ortam ısınmaya yüz tutmuştu. Ben de kalabalığı takip ettim. Şansıma hava da nispeten açılmış, güneş yüzünü göstermişti. Nehir üzerinde tur yapan teknelerin kalktığı iskeleye kadar geldim. İskelenin hemen ötesinde Elbphilharmonie binası kıyı hattının son noktasını oluşturuyordu. Adından da anlaşılacağı üzere bir konser salonu olan bu ilgi çekici bina aynı zamanda şehrin en yüksek binasıydı da. 

Burası aynı zamanda kıyı hattının en canlı yeri. Tur için sıra bekleyenler ve konsere gelenler kadar çevredeki kafelerde takılanlar da buraya hayat vermekte. Ayrıca turistlere de burada çokça rastlanıyor çünkü kıyı hattında en fotojenik bölge tam da burası.

Elbphilharmonie binası önünde ben de biraz nehri izleyip yoluma devam ettim. Konser salonu önünden bir yay çizerek yolunuza devam ettiğinizde şehrin limanına çıkılıyor. Burası tıka basa teknelerle dolu. Kıyı boyunca devam eden ahşap platform muazzam bir kalabalığa ev sahipliği yapıyor. Hem turistler hem de Hamburglular burayı hınca hınç doldurmuş durumda. İnsanlar keyifli yürüyüşlerine liman boyunca uzanan büfelerden aldıkları yemeklerle devam etmekteler. Bu büfelerde de genellikle deniz ürünlerinden yapılan sandviçler ve atıştırmalıklar satılıyor. Hepsinin önünde de ise cehennem gibi kuyruklar oluşmuş durumda. 

Bunlara pas vermeden yürüyüşümü sürdürdüm. Hamburg beni içine çekmeye başlamıştı. O kasvetli ve gri şehrin aslında epey canlı ve özgün olduğunu anlamıştım. Liman boyunca uzanan tekneleri seyrederken muazzam kalabalığın içine kaptırmıştım kendimi.

Hamburg

Yalnız başına duran büfelerden sonra şimdi sırt sırta vermiş tek katlı dükkanlar belirdi yolumun üzerinde. Üstelik bunların önemli bir bölümü de hediyelik eşya dükkanlarıydı. Uzaktan göz atarken aynı uyarı levhası dikkatimi çekti. Önünden geçip gittiğim onlarca hediyelik eşya dükkanının tamamı, evet tamamı, N90 maskesi olmayanları içeri kabul etmiyordu. Anlaşılamaz şekilde şehrin tamamında marketlere, eczanelere, duraklara vb. elinizi kolunuzu sallayarak girebilirken hediyelikçilere N90 olmaksızın giremiyordunuz. Ne diyeyim, Hamburg Magnetçiler Loncası’nı bu zor zamanlardaki dirayetli ve tavizsiz duruşundan ötürü tebrik ediyorum!

Elbe kıyılarında uzun uzadıya yürüdükten sonra bölgenin heyecanını kaybettiğini hissettim ve şehrin içlerine doğru dalışa geçtim. Bu noktadan itibaren kalabalık yeniden seyreldi. Bir müddet şehrin nispeten dışında kalan mahallelerinde turladım. Karşıma çıkan irili ufaklı kilise ve katedrallere göz gezdirdim. Ardından kendimi yeniden hareketli caddelerde buldum. Bu caddeler silsilesi beni Alster bölgesine çıkardı. Nehrin genişçe bir havuz biçimini aldığı bu hareketli bölgede su kenarına yerleştirilmiş banklarda biraz soluklandım. Gece çökmek üzereyken etrafı seyrettim. 

Alster ile beraber artık şehrin kalbinde sayılırdım. Hava kararmak üzereyken Belediye Sarayı ve Rathausmarkt’ı kapsayan meydana ulaştım. Meydanın bir köşesinde ince ince akan Elbe Nehri ekstra bir güzellik katmaktaydı. Biraz çevreyi seyrettikten sonra açık bir eczane gözüme ilişti ve ne olur ne olmaz düşüncesiyle bir N90 maske satın aldım.

Mönckebergstrasse üzerinden turumu bitirmeye başladım. Burası şehrin açık ara en lüks ve hareketli caddesiydi. Cadde üzerinden ayrılan ışıl ışıl sokaklar bile insan kaynıyordu. Gözüme çarpan bir markete daldım. Mağazanın bir bölümünün ayrıldığı magnetler arasından seçim yapıp sabahtan beri süregelen mücadelemi sonlandırdım. Kör talihe bakın ki bu mağazada maske zorunluluğu bulunmuyordu.

 

Mönckebergstrasse beni şehrin merkez istasyonuna kadar getirdi. Akşam için biraz nevale depoladıktan sonra hızlıca hostele geçtim. Nevalemi mideye indirirken bir iki bölüm dizi seyredip kendimi uykunun kollarına bırakım.

Sabah yine erkenden kalkıp yollara koyuldum. 24 saat geçmemişti ki bu şehre ayak basışımdan, geldiğim otogarda buldum kendimi yine. Saatin çok erken olması nedeniyle otogar it kopuk kaynıyordu. Genelde otogarlar zaten böyle ne idüğü belirsiz tiplerin buluşma noktasıdır. Burada da durum aynıydı. Neyse ki otogar şehir içerisindeydi de bu yıkık tayfa tehdit oluşturmuyordu.

Almanya’yı ardımda bırakırken kısa bir özet geçeyim. Köln’den pek hoşlanmadığımı zaten vurgulamıştım. Beklenti içinde olduğum Köln beni hayal kırıklığına uğratırken aksine en ufak bir heyecan duymadığım Hamburg’a bayılmıştım. Öte yandan, esasında pek de ilgi duymadığım Almanya’yı karış karış gezmeye devam ediyordum. Ülkenin güneybatısında yer alan Köln’den başlayıp kuzey sınırından ülkeyi terk ediyordum. Boydan boya arşınlamıştım memleketi. Vize konusunda çizgimi korursam sanırım Almanya’yı avucumun içi gibi öğreneceğim. 

Almanya bölümünü kapatmadan bir ufak notum da Ukrayna ile alakalı. Pandemi yetmezmiş gibi aynı dönemde bir de Rusya-Ukrayna savaşı patlak vermişti. Haliyle bütün batılı devletler Rusya’yı lanetleyip Ukrayna’yı destekler pozisyona geçmişlerdi. Hem Köln’de hem de Hamburg’da hem de sıradaki duraklarda pek çok Ukrayna bayrağı gözüme ilişti. Binaların üzerlerinde, duvarlarda, gönderlerde hep Ukrayna’nın sarılı mavili bayrağı dalgalanmaktaydı. Tarihten bir anekdot olarak bunu da vurgulayıp Almanya’yı ardımda bırakıyorum.

Kopenhag

Almanya’dan Danimarka’ya olan geçiş, iki ülke arasında gidip gelen devasa bir feribot ile sağlanmaktaydı. Otobüs ile feribota bindiğimizde balkon bölümüne geçip manzarayı seyrettim. Koca Almanya ufukta yavaş yavaş kaybolurken İskandinav toprakları ise belirginleşiyordu. Sakin sularda pek hareket göze çarpmıyordu. Güney-kuzey istikametinde gerçekleştirdiğim bu seyahat beni şimdiden eriştiğim en kuzey bölgeye ulaştırmıştı ama daha yolun yarısındaydım.

Feribot

Danimarka topraklarına girdiğimizde tüm yolcular otobüsten çantalarıyla beraber indirildi. Güler yüzlü polisler hızlı bir pasaport kontrolü yaparak hepimizi otobüse yolladı. Avrupa’da bu tarz gümrük aksiyonlarına alışık olmadığımdan ötürü durumu garipsedim. Belki deniz yolu ile geçtiğimiz için belki de pandemi meselesi yüzünden böyle bir uygulama vardı. Belki de kuzeyliler nispeten daha titiz davranıyorlardı. Önemi yok. Neticede sıkıntı yaşamadan İskandinav topraklarına giriş yaptık.

Biraz uyuklayarak geçirdiğim yolculuğun ardından başkent Kopenhag’a ulaştık. Şehir merkezine çok yakın olan otogarda indim. Hostelime çok yakındım. On dakika bile yürümeden hostele vardım. Ne yazık ki giriş saatim gelmediği için beni odaya almadılar. Bu zaman kaybını telafi etmek için hemen yakınlardaki tren istasyonuna gittim. Ve travmalarım başladı…

Artan dolar ve euro kurları yüzünden artık dünyanın yarısından fazlasına uygun fiyata gidip gelmek biz Türkler için mümkün değil. Hele de bunların ana para birimi görevi gördüğü Avrupa toprakları ateş pahası fiyatlarıyla yurdum insanının gözünü her geçen gün daha da korkutmakta. Bendeniz ise inatla, oluşan maliyetin sanıldığı kadar korkutucu olmadığını vurgulamışımdır. En azından kişisel tasarruf paketlerimi her daim yürürlükte tutan kendim için. Bununla birlikte Avrupa kıtasında özellikle öne çıkan bazı ülkeler vardır. Başını İsviçre ve İskandinav ülkelerinin çektiği bu memleketler Avrupa’nın kalanından bile daha pahalı olarak bilinir. İsviçre seyahatimde avuç kadar çikolataya ödediğim 26 euro ile bu ezberi birinci elden deneyimlemiş ve doğruluğunu kanıtlamıştım. İskandinav topraklarında da kendimi benzer bir duruma hazırlamıştım hazırlamasına ama Danimarka beni 78 yerimden bıçakladı. Ayıltıp ayıltıp tekrar bayılttı. Psikolojimi sakız gibi çiğneyip tükürdü. Gözyaşlarımı “yurtiçi giriş harcı” misali söküp aldı. Danimarka benim üstümden geçti dostlar, içimden geçti… Aklımı aldı. Soyup soğana çevirdi. Peşin peşin söylüyorum hatta uyarıyorum; Danimarka çoooook pahalı! Bildiğiniz en pahalı şehri, memleketi vb. düşünün. Şimdi de onu dörtle, beşle çarpın.

Danimarka’nın pahalılığı yüzüme bir tokat gibi indiği ilk seferde kendime gelemedim. Bu söylediklerimi mizahi bir yaklaşım ya da anlatımı güçlendirecek bir mübalağa olarak görmeyin lütfen. Şu an kesinlikle işi şakaya vurmuyorum ve kesinlikle gerçekleri çarpıtmıyorum. Danimarka cüzdanıma tecavüz etti!

Kopenhag

Kamu spotu...

Tren istasyonunda ilk iş bir miktar para bozdurdum. Zira Danimarka’nın para birimi kron. Euro da pek çok yerde geçerli olmasına karşın cepte bir miktar kron bulundurmaktan zarar gelmez. Verdiğim euro miktarı karşısında elime geçen kronlar bir miktar aklımı karıştırdı. Kazıklandım ya da hesap hatası yaptım düşüncesiyle kısa bir dalgınlık yaşadım. Fazla üzerinde durmayıp istasyon içerisindeki bir markete girdim. İki şişe su ve bir paket atıştırmalık kraker aldım. Kasaya yöneldim ve kasiyer aldığım ürünleri kasadan geçirdiğinde beliren tutarı gördüm. Bir anlığına gözlerim karardı. Sanki kasaya gelmiş bir market müşterisi değil de mezbahasında şehadet sırası gelmiş bir büyükbaştım. Lanet olasıca Danimarka koca bir kesimhaneydi!

Çaresizce hesabı ödedikten sonra elimde kalan paraya baktım. O kadar az para kalmıştı ki gidip tekrar para bozdurmam gerekecekti. Hızlıca istasyonu terk edip kendimi dışarı attım. Kapı önündeki basamaklara oturup derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Gözlerim kararıyordu. Johannesburg’da ne hissediyorsam aynısını hissediyordum. Orada illegal biçimde gasp edilmiştim, Kopenhag’da ise legal biçimde soyuluyordum.

 

Kabaca şöyle bir hesap yaparak mevzuyu sizler için aydınlatmaya çalışayım. İki tane 750 mililitrelik su ve bir paket kraker aldığımı söylemiştim. Bunları, 50 euro karşılığında aldığım kronlar ile ödedim. Dönüp baktığımda elimde topu topu bir şişe daha su alacak para kalmıştı. Şimdi beni anladınız mı?

Oğuzhan’ın suçu ne? Doğru duydunuz, Oğuzhan’ın suçu ne? İstasyondan çıkıp, aldıklarıma sıkı sıkıya sarılmış biçimde ürkek adımlarla hostele dönüyordum. Kendimi yatağa atıp dışarı adım atmamayı bile düşünür vaziyetteydim. Ne olmuştu öyle? Bir yanlışlık olmalıydı? Bu kadar pahalı olamazdı hiçbir şehir? Hala kabullenememiştim, bu kadar zaman geçti, hala kabullenemedim.

Hostele girip odama yerleştim. Oldukça kalabalık, buna rağmen derli toplu ve temiz bir odaydı. Tuvalete girip on dakika kadar yüzümü yıkadım. Johannesburg’da ya da Ürdün’de bile şoku atlatmam daha kısa sürmüştü. Neyse ki kendimi toparladım. Belki de ekstra pahalı bir markete denk gelmiştim. İlla ki bir yerlerde ucuz bir şeyler satılıyor olmalıydı. 

Dışarı çıkıp şehri keşfetmeye başladım. Güllük gülistanlık bir hava vardı. Kendime kabataslak bir rota çıkarıp şehrin ortasından geçen kanallar bölgesine ilerledim. Ana bir kanal hattı şehri kabaca iki parçaya ayırıyordu. Bu hat üzerinden dağılan kollar ise şehri adacıklara ayırmaktaydı. Bazı bölümlerde köprü üstüne köprü geçerken bazı yerlerde tek parça bir şehir üzerinde seyrediliyordu.

Kanal üzerinde gerçekleştirilen tekne turları ve suya giren insanlar ile beraber bu bölge canlılık göstermekteydi. Her ne kadar güneş parıldıyor olsa da serin bir hava söz konusuydu ve Danimarkalılar buna hiç de aldırış etmeden kendilerini suya bırakmaktaydılar. Bu yaklaşımı teşvik etmek için kanal boyunca çeşitli bölgelerde ahşaptan mini plajlar oluşturulmuş ve yüzülecek kısımlar dubalarla çevrelenmişti.

Kopenhag

Beach Kopenhag...

Kanal üzerindeki köprülerden biri açılır kapanır özellikteymiş. O dönem böyle bir köprüden haberim yoktu ve rast da gelmedim. Bildiğimiz usul, geleneksel açılmaz kapanmaz köprüler vasıtasıyla karşı tarafa geçtim. Yollar beni Christiania’ya çıkardı. Burasının namını duymuştum ama Kopenhag’da olduğu aklımdan bütünüyle çıkmıştı. Şans eseri kendimi önünde buluverdim.

Önce kısaca Christiania neyin nesidir, ondan söz edeyim. 1971 yılında oluşturulmuş bu bölgeyi aslında devasa bir park gibi düşünebilirsiniz. Zira mimari olarak bundan fazlası değil. Bol miktarda yeşil alan tarafından çevrilen Christiania’da kulübe ve barınaktan hallice yapılar bulunmakta. Danimarka hükümeti tarafından özerklik verilmiş bu bölge başlangıçta hippi kasabası olarak kurulmuş. Çiçek çocukların gelip sığındıkları, özgür yaşayıp dertlerinden kaçtıkları bir bölgeymiş burası. Tabi bu işin romantik tarafı. Günümüzde burası hala özerk ama hippi masallarından eser kalmamış. Burası artık şehrin uyuşturucu deposu. Bütünüyle siyahiler tarafından kuşatılmış, baştan sona leş gibi kokan, yıkık dökük bir yer. Uyuşturucu benzeri maddeler açıkça tüketildiği gibi aynı zamanda alışverişi de rahatlıkla yapılıyor. Bu sayede her daim kalabalık ve turistik olarak da bilinen bir destinasyon olup çıkmış. Mal peşinde olmayan iyi niyetli turistler de burayı merak ediyor ve aslında sorunsuz bir biçimde ziyaret edebiliyor.

Gelelim benim macerama. Ne yazık ki üst paragrafta belirttiklerimden bihaber vaziyette dolanmaktaydım Christiania içlerinde. Sayısız turist arasında elde kamera çekim yaparken bir taraftan da bu bölgenin hikmetine kafa yormaktaydım. 

Elbette çok geçmeden esrar kokuları burnuma geldi. Sağda solda dikilen tekinsiz tipleri de görünce buranın esas manasını çözdüm. Tam da ziyareti sonlandırıp dönmek üzereydim ki yol kenarındaki siyahilerden biri “Ne yapıyorsun hemşerim?” edasıyla üzerime yürüdü. Çat pat İngilizcesiyle rahatsızlığını belli ederken iki tanesi daha dibimizde bitti. Neyse ki Afrika’daki ırktaşlarının aksine evvela diyalog yoluna gitmişlerdi bu kez. 

İlk dalganın ardından mevzuya uyandım. Ahmak bir turist gibi dakikalardır çekim yapmaktaydım ve bu torbacılar doğal olarak görüntülenmek istemiyorlardı. Belli ki şiddete başvuracak kadar “özgür” de değillerdi. Bir tanesi kötü polis misali sert bir tavır takınırken bir diğeri iyi polis ayaklarındaydı. Kibarca görüntüleri silmemi istedi. Her ne kadar tehditvari bir durum olmasa da çevrede bulunan pek çok siyahinin mevzuyu takip ettiği gözümden kaçmıyordu. Fazla şansımı zorlamayıp sileceğimi söyledim ama haliyle tatmin olmadılar. Kameramdan videoyu bizzat kötü polisin şahitliği altında sildim. Kalabalık rahat bir nefes alıp dağılma emareleri gösterirken kötü polis tepemde dikilmiş kalan tüm video ve resimleri de silmemi beklemekteydi. O anda tepemin tası attı. Sert bir ifadeyle başka bir şeyi silmeyeceğimi beyan ettim. İşlerin büyümesini istemeyen torbacılar sert yaptığımı görünce, istediklerini de almış olmanın rehavetiyle geri vites yaptılar. Ben de çabuk adımlarla geldiğim kapıya doğru yönelip bünyemi terk etmeye yüz tutan adrenalin gibi Christiana’yı ardımda bıraktım.

Christiania

Irkçılık tüm süratiyle kültürel kodlarımı ele geçiredursun, maddi ve manevi krizlere rağmen Kopenhag turumu sürdürme gayretindeydim. Su kenarından ilerledim ve Kopenhag Opera Binası’na ulaştım. Özgün çatı mimarisi sayesinde şapka takmış gibi görünen opera binasını uzaktan kesip Nyhavn bölgesine giriş yaptım. 

Nyhavn Kopenhag’ın açık ara en meşhur yeri. Google’da Kopenhag ismiyle bir arama yapacak olsanız karşınıza çıkacak ilk fotoğraf buraya ait olacaktır. Kanalın şehir içine iyice sokulduğu bu yer alabildiğine hareketli kafe ve restoranlarla dolu. Kıyılar ise yelkenli kayıklar tarafından adeta süslenmiş. Şehrin açık ara en turistik ve en kalabalık yeri burası. Güneşli bir günde buradaki mekanlardan birinin yola bakan bir masasına kurulup deniz ürünlerini mideye indirirken kalabalığı ve rengarenk bitişik evleri izlemek eminim ki pek keyiflidir. 

Beş asırlık geçmişe sahip bu bölge en başta liman olarak inşa edilmiş. Zaten isminden de bu özelliğini açığa vuruyor. Danimarka’nın anadili Danca’da “Ny” kelimesi yeni anlamına gelirken “Havn” ise liman manası taşıyor. Yani Nyhavn demek aslında Yeniliman demek. Bu bilgiden yola çıkarak şehrin ismiyle ilgili de fikre varmak mümkün. Zira şehrin isminde saklı bir “Nyhavn” da dikkatli bakacak olursanız gözünüze çarpacaktır. Kopenhag ismi tüccar limanı anlamı taşıyor.

Nyhavn

Nyhavn yani Yeniliman...

Nyhavn bölgesinin muazzam kalabalığından sıyrılıp şehrin bir diğer ikonik noktası olan deniz kızı heykeline çevirdim yönümü. Sakin sokaklardan geçip yeniden kıyı bölgesine vardım. Burası şehrin bir ucunu meydana getirmekteydi ve geniş yeşil alanlar arasına kondurulmuş yürüyüş yolları eşliğinde huzurlu bir ambiyans barındırmaktaydı. 

En nihayetinde hedefe vardığımda zaten pek de beklenti içerisine girmediğim deniz kızı heykelinin tam bir fiyasko olduğunu gördüm. Brüksel’deki işeyen ufaklık heykeliyle aynı kategorideydi benim için. Kıyıdan on metre kadar açıkta bulunan heykel ancak yarım insan boyunda olup estetik olarak da bir şey vaat etmiyordu. 

Öte yandan öğrendim ki gariban heykelin başına meğer gelmedik kalmamış. Medeni görünümlü bu vandal Danimarkalılar zavallı taş parçasına defalarca saldırıda bulunmuşlar. Kafasını mı kesmemişler, kolunu mu kopartmamışlar, boyalar mı atmamışlar… En çarpıcı olanı da ülkemizin Avrupa Birliği sürecini protesto etmek için 2004 yılında heykele burka giydirmeleri.  

Ayaklarıma artık kara sular inmişken günü bitirip hostele dönmeye karar verdim. Marketi, içeriklerine dahi bakmadan bulabildiğim en ucuz sandviç, su ve atıştırmalıktan alıp kaçarcasına terk ettim. Yine bütün param bitmişti.

Ertesi gün yataktan zor kalkıp hostelden zar zor ayrıldım. Dışarısı Açlık Oyunları misali savaş alanıydı. Kahramanımız asgari nispette para harcamalı, en ucuz ürünü bulmalı, açlık ve susuzluğa mukavemet göstermeliydi.

Girince alışırım düşüncesiyle sessiz sakin yerlerde dolaştım bir müddet. Tenha parkları, şehrin hakiki yaşam alanlarını gözledim. Elbette cangıla karışmadan günü tamamlayamazdım. Lake Pavilion civarında bir müddet soluklandım. Dikdörtgen biçimli geniş havuzlar özenle biçimlendirilmiş burada. Büyük su kütleleri arasına yapılmış yürüyüş yolları göl boyunca süregidip enfes bir parkur meydana getiriyordu. Yerliler parkurun tadını çıkaradursun, ben banklara çöküp etrafı seyretmeye koyuldum.

Epey hareketli geçen günde şehrin çok sayıda önemli lokasyonunu görme fırsatı buldum. İzninizle bu yerleri hızlıca özetleyeyim;

Rosenborg Kalesi çevresi su dolu hendeklerle sarılmış yeşiller içerisinde mini boy bir kale. Kurtarıcı Kilisesi, alemi ve renk düzeniyle dikkat çeken şehrin en bilindik dini yapısı. Round Kulesi bilinen en eski gözlemevlerinden biri. Kastellet, Nyhavn ile deniz kızı heykeli arasındaki yolda kıyıya yakın konumda yer alan büyükçe bir yeşil alan. Burası aslında bir kale ancak bildiğimiz kalelerin aksine minyatür boyutlarda. Grundtvig Kilisesi ütopik bir filmden fırlamış gibi duran bir acayip kilise.

Andersen mezarı

Andersen'in mezarı...

Diğer belli başlı yerlerden biri Assistens Mezarlığı. Şehrin göbeğinde bulunan bu mezarlık öylesine yeşille kaplanmış ki mezarlık olduğunu içinden geçerken ancak fark edebildim. Bizdeki mezarlık algısının tam tersi mevcut bu kuzeylilerde. Zira vaziyet İsveç’te de aynı. Mezarlıklar şehrin merkezi yerlerinde ve dışarıdan bakıldığında park ya da koru izlenimi uyandırmakta. Bizdeki mermerden mezarlık alışkanlığı da olmadığından mezar alanları kısa boy taşlarla çevrilip yalnızca mezar taşlarıyla işaretlenmiş. Bu haliyle bizdekine nazaran pek sade bir görüntüsü var. Doğrusunu isterseniz burada dolaşmaktan pek keyif aldım. Mezar taşları arasında belli bir standart olmadığı için kimileri gerçekten ilgi çekici biçimde yapılmış. Ağaçlar arasında yürüyüp giderken rastgele yönünüzü değiştiriyorsunuz ve pat diye karşınıza kıyıda köşede kalmış başka mezarlar çıkıyor. Alışılmışın dışında olacak ama bu mezarlığı dolaşmanızı gerçekten öneririm. Bir ufak ekleme daha, masallarıyla meşhur Andersen de burada yatıyor.

Torvehallerne şehrin gurme çarşısı. Yan yana kondurulmuş üstü kapalı iki tane çarşı yeri burası. Bir ucundan diğeri yüz metre kadar. Öyle gez gez bitmez boyutlarında değil anlayacağınız. İçeride pek çok tezgahta çeşit çeşit yemekler, meyveler, balıklar vb. satılmakta. Açık alana serpilmiş masalarda da satın aldıkları yiyecekleri afiyetle mideye indirmekte insanlar. Pek tabi benim böyle bir keyif için ayıracak bütçem olmadığından keşif yapmakla yetindim. Ancak yine de söylemiş olayım ki Torvehallerne, Kopenhag’a uğrayan turistler için biçilmiş kaftan.

Tivoli Bahçeleri Kopenhag’daki en canlı yerlerin başında geliyor. Benim hostlime de çok yakın bir konumda bulunan Tivoli Bahçeleri ya da daha yaygın kullanımıyla Tivoli devasa bir eğlence alanı. İçerisinde lunapark, konser alanı, yeşil alan vb. yerler bulunmakta. Benim ziyaretim esnasında bakım gördüğü için kapalıydı. Haliyle sizlere detaylı bilgi veremeyeceğim.

Son olarak da Stroget’ten bahsedeyim. Stroget şehrin merkezi yürüyüş yolu. Yukarıda saydığım pek çok yeri birbirine bağlayan, yer yer kafeler yer yer hediyelikçilerle dolu devasa bir koridor burası. Bir ucu City Hall binasına bağlanıyor. City Hall önündeki geniş avlu hem toplanma hem de soluklanma işlevleri görmekte. Ben oradayken, yakın zamanda başlayacak ve Danimarka’dan start alacak Paris Bisiklet Turu’na yönelik tanıtımlarla çevrelenmişti bu alan. Öyle ki geri sayım platformu bile kurulmuştu.  

 

Kopenhag faslını nihayete erdirirken şehrin canıma nasıl okuduğunu son bir kez daha vurgulamak isterim. Tüm olumsuz deneyimleri bir kenara bırakıp şehri objektif biçimde değerlendirmeye gayret etsem de ne ölçüde başarılıydım bilemem. Zira objektif olarak da Kopenhag’ı pek sevemedim. Hala daha hatırıma geldiğinde hoş hissiyatlar bırakmaz bende. Kopenhag’a dair yer etmiş yegane olumlu hatıram hostelde hemen karşımdaki ranzada geceleyen Arjantinli hanımefendiye ait!

Kopenhag'dan mezar taşı potporisi...

Kopenhag'da mezar
Kopenhag'da mezar
Kopenhag'da mezar

Malmö

 

Kopenhag’ı nihayet terk edip otobüs vasıtasıyla İsveç’e geçtim. Sınırda pasaportlarımız toplandı ve bizler otobüste beklerken kontrolden geçirildi. Ardından koca bir köpekle beraber otobüse binen polis, tasmasını zor zaptettiği canavar vasıtasıyla otobüsü ve çantaları hızlıca aradı. Danimarka girişinden sonra İsveç girişinde de kontrolden geçmiştim. Avrupa’nın geneliyle zıt düşen bu uygulama geçici midir yoksa standart prosedür müdür ne yazık ki bilemeyeceğim.

Yol bir çırpıda sona erdi. Zira Kopenhag ile Malmö bir boğaz vasıtasıyla birbirinden ayrılan komşu şehirler. Bir bakıma İstanbul’un bir yakasından diğerine geçmeye benziyor. Aradaki ulaşım da Öresund Köprüsü ile sağlanıyor ki bu epey bilindik bir köprü. İnternette karşınıza çıkmamış olması düşük ihtimal.

Malmö Üniversitesi

Malmö Üniversitesi

Malmö’yü Souleymane Youla’nın tarihe geçen performansıyla kazandırdığı maçtan anımsarım. Kendisinin başka bir iyi maçı olmasa da parlak formalı Malmö takımını her nasılsa aklıma kazımıştı. Hal böyle olunca ben de Stockholm yolu üzerindeki bu küçük şehirde bir gece kalmaya karar vermiştim.

Malmö’de şehrin göbeğinde otobüsten indim. Otobüs durağı ile entegre haldeki tren istasyonuna girip Stockholm için tren bileti aldım öncelikle. Bileti satan güleryüzlü hanımefendiyle ayak üstü sohbet ettim. Kendisi nereden geldiğimi, İsveç’i beğenip beğenmediğimi sordu. Ben de uygun dille cevapladım. 

Turning Torso

Turning Torso

Şehrin denize bakan kesiminde sakin bir yürüyüşle başladım güne. Bu kısımlar şehrin en tenha bölümü. Tek tük insan göze çarpıyor ve sessizlik had safhada. Turning Torso ismindeki bina, ne yalan söyleyeyim bütün bu ıssızlıkla büyük bir tezat oluşturmakta. Söz konusu yapı gerçek bir gökdelen. Kalıplar halinde üst üste yerleşirilmiş parçalardan yapılmışa benzeyen binanın alametifarikası döner yapıda inşa edilmesi. İki ucundan tutulup da bükülmüşe benziyor. 

Kıyı hattındaki yürüyüşüm beni tam da Öresund Köprüsü’nü cepheden gören bir parka çıkardı. Deniz kenarında biraz soluklanmak üzere yere serildim. Öresund Köprüsü’nün diğer ucundaki, Kopenhag an itibariyle sis tarafından perdelenmiş haldeydi ve zar zor seçilebiliyordu.

 

Buradan ayrılıp şehir merkezine doğru yol alma vaktidir. Yürüyüş yolunu takip edip Lilla Torg denilen merkezi alana ulaştım. Kafe ve lokantalarla çevrelenmiş bu alan Malmö’nün en şirin yeri. Dakikalar önce sahil bölgesindeki durgun hava burada nispeten canlılık kazanıyor. City Hall ise Kopenhag’dakine benzer biçimde ve benzer işlevler taşıyor. 

City Hall önünden geçen tramvay hattını takip ederek şehir mezarlığına vardım. Şaşırtıcı biçimde Kopanhag’dakinden bile daha aleni konumda bulunan bu mezarlık aynı zamanda daha çıplak. Uzak mesafeden mezarlık olduğu anlaşılabiliyor ve mezar taşları rahatça seçilebiliyor. Yeşil ile donatılmadığından ötürü Kopenhag’daki sükunet ve huzurdan burada söz etmek güç.

Bu yönde devam ederseniz sizi karşılayacak bir sonraki yapı Malmö Kalesi. Hendeklerle çevrili kale aynı zamanda içinde müze de barındırmakta. Bendeniz pas geçtim.

Malmö’deki en ilgimi çeken yer esasında Disgusting Food Museum’du. Yani İğrenç Yemekler Müzesi. Adından da anlaşılacağı üzere burada yenilmesi pek mümkün görünmeyen teorik yemekler sergilenmekte. Dünyanın farklı yerlerinde tüketilen ancak modern Avrupa toplumunca kabul görmesi olanaksız yiyecekler de müzenin repertuarında mevcut. Burası aslında son derece kolay bir lokasyonda. Ben de aramaya dahi ihtiyaç duymadan kendimi önünde buldum. Ne yazık ki kapalı olduğu bir güne denk geldim. Böylece Malmö sayfası benim için kapanmış oldu.

Sessiz sakin parklardan geçip hostelime vardım. Hostelworld’den ancak bir tane hostel bulabilmiş, çaresiz ona rezervasyon yapmıştım. Malmö küçük şehir eyvallah da bu kadar olmamalı yahu! Bir tanecik hostel ne demek? Üstelik hostel de hostel olsa… Ön kapı arızalı olduğu için beni arka kapıdan içeri aldılar. Saçları dökülmeye yüz tutmuş, parmakları ojeli gençten bir oğlan giriş işlemlerini yaparken Putin’e sallamaktan geri durmadı.

Yatak odasından ziyade soyunma odasını andıran jumbo boyut yatakhaneye girip en dip köşedeki yatağa yerleştim. Dışarı çıkıp karnımı doyurma niyetindeydim ama çevrede tek bir lokanta, tek bir kafe yoktu. Süpermarket ile bakkal arası bir işletmeye girip günlerdir olduğu gibi sandviçler satın aldım.

Malmö

Gece ilerlerken ranzama iliştirilmiş örtüyü çekip bir başıma dizi izledim. Koca odada yalnızca üç kişiydik. Haliyle şehrin geneline yansıyan durgunluk burada da baskındı. Ortak salona geçip ne var ne yok diye bir bakınayım dediğimde birbiriyle alakası olmayan, çeşit çeşit milletten bir sürü insanı küçücük odaya sıkışmış vaziyette buldum. Malmö git gide daha gizemli bir yere dönüşüyordu. Şehrin yegane hostelinde, envai çeşit insan sanki gezici bir kumpanyadalarmışçasına absürt bir manzara ortaya koymaktaydı.

Ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte hostelden ayrıldım ve tren istasyonuna doğru yola koyuldum. Banklardan birine oturmuş tren saatini beklerken elinde valiziyle Arap bir adam yaklaştı yanıma. “Selamun aleyküm.” dedi. “Aleyküm selam.” dedim. Araya mesafe bırakıp banka oturdu. Ardından kulaklarıma inanamadığım o soruyu yöneltti bana. “Arap mısın?”. Garipser gözlerle baktım herife. Sorusunun saçmalığını suratına çarparcasına gözlerimi diktim. Yani kardeşim, benim gibi bir Arap sen nerede gördün? Arap’a benzer nasıl bir emare tespit ettin ki bende, bu düşünceyi ayyuka çıkardın gafil? Cevap vermeye dahi gerek duymasam da herif talepkar biçimde beni dikizliyordu. Çaresiz olumsuz cevap verdim kendisine. Uslanmadı. Arapça bilip bilmediğimi sordu. Tekrar hayır dedim. Yetinmedi. Bu kez de İngilizce biliyor muyum diye sordu. Yine olumsuz cevap verdim. Sinirimi bozmuştu, uğraşmak istemedim. Bakışlarından inanmadığı belliydi ama elden gelen bir şey yok. Keşke bu soruyla girseydi mevzuya. O vakit efendi efendi konuşur anlaşırdık.

Trenim gelip de koltuğuma yerleştiğimde yanımda İsveçli bir teyzenin oturduğunu gördüm. Kendisiyle Stockholm’e kadar kardeş kardeş yol aldık. Yol boyunca ara ara manzarayı seyredip ara ara uyukladım.

Stockholm

Stockholm faslına girişmeden İsveç ile aramızdaki tarihi bağlantılara ve bu bağlantıların İsveç mutfağını nasıl şekillendirdiğine değinmek istiyorum. Bunun için de mevzuya belki de en bilindik İsveç firması olan IKEA üzerinden giriş yapacağım. IKEA’yı hepimiz biliriz. IKEA’nın, her bir mağaza içerisindeki bir bölümde müşterilerine uygun fiyatta hizmet veren bir lokanta barındırdığını da çoğumuz biliriz. Eğer ki bu lokantalara uğramış iseniz bazı geleneksel İsveç yemekleri dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Zira bunlar bizim için pek tanıdık olan, bizim mutfak kültürümüzden çıkma yemeklerdir. Haliyle şüpheli bir durum söz konusudur.

İsveç köftesi

İsveç’in coğrafi konumu göz önüne alındığında, bu kuzey ülkesiyle belirgin bir kültür alışverişinde bulunmuş olma ihtimalimizin düşük olduğu aşikardır. Öyleyse bu gastronomik etkileşim nasıl ve ne şekilde gerçekleşmiştir?

 

Bu sorunun cevabı için sizleri 18. yy.a götüreceğim. 1697 yılında İsveç tahtına 15 yaşında bir kral çıkar; XII. Şarl. Kuzey coğrafyasında hareketli bazı mücadeleler veren Şarl 1707 yılında görkemli bir Rusya seferine girişir. Ağır mağlubiyet ile sonuçlanan sefer akabinde Şarl canını adeta zor kurtarır ve 2.000 dolayında askeriyle beraber Osmanlı’ya sığınır. Osmanlı tarafından unvanına uygun biçimde muamele gören Şarl sarayda kendisine tahsis edilen dairede ağırlanır.

İsveç köftesi

Şarl en kısa sürede ülkesine döneceğini garanti etse de memleketindeki politik çalkantılardan ötürü İstanbul’da kalmaya devam eder. Saray hesabından karşılanan giderleri zamanla “demirbaş” olarak kaydedilmeye başlanır. Kral bundan sonra saray duvarları arasında Demirbaş Şarl olarak anılır. Şarl İstanbul’daki masrafları için çok sayıda senet imzalayıp Galata bankerlerinden yüklü miktarlarda borç alır. Saraydaki misafirliği iddia ettiği gibi kısa süreliğine olmaz. Demirbaş neredeyse beş buçuk yıl boyunca İstanbul’da kalır.

 

Yıllar geçtikçe bu misafirlik hoşnutsuzluk yaratmaya başlar. Osmanlı bu davetsiz misafir için bir servet harcar, kralın borçları da her geçen gün artar. Dahası kendisinin saraydaki varlığı siyasi problemler de çıkarmaya başlar. Hal böyle olunca lisan-ı münasiple kendisi İsveç’e yolcu edilmek istense de çabalar başarılı olmaz. Hatta bu girişimlerden rahatsız olan Şarl adeta tribal enfeksiyon kaparak padişahın armağanı olan 20 kadar atı kurşunlatır. Nihayet kral ülkesine dönmek üzere İstanbul’dan ayrıldığında sene 1715 olmuştur. 

 

Yaklaşık 15 yıl sonra kralın borçlarının tahsili için İsveç’e elçi yollanır. Ancak ne senetlerin karşılığı ne de bankerlerden alınan borçlar tahsil edilemez. Elçilik heyeti İskandinavya’dan eli boş döner. Demirbaş Şarl hem Osmanlı’ya hem de İstanbul bankerlerine sağlam bir kazık atmıştır. Yetmez gibi Şarl’ın dönüş yolculuğunda kendisine eşlik etmek üzere görevlendirilen muhafız bölüğü askerleri de geri dönmez. Pek çoğu kuzey topraklarında kendilerine yeni hayatlar kurar. İsveç dilindeki bazı Türkçe kökenli kelimeler ve ülkedeki Türk dilini andıran yer isimleri işte bu göç hikayesinin bir sonucudur. 

Gelelim bizi asıl ilgilendiren meseleye yani gastronomiye. Osmanlı’nın altınlarını ve askerlerini İsveç’e taşıyan Şarl elbette yemeklerini de taşımaktan geri kalmaz. Özellikle de sarayda kaldığı yıllar boyunca en sevdiği iki yemek olan köfte ve lahana sarmasını. Bilhassa köfteyi, top top hazırlanarak meyaneli yapılan usulüyle çok sever ve bu yemekleri İsveç mutfağına dahil etmekten geri durmaz. Köfte İsveçliler arasında çok sevilir, çok yapılır. Haliyle bugün İsveç köftesi diye bilinen yemek ortaya çıkmış olur.

Nefis hikaye değil mi? Nereden nereye dedikleri gibi. Üstelik bu mesele rivayet ya da çarpıtılmış bir hikaye değil. Tarihi kaynaklara dayanan ve delilleri bulunan, herkesçe de kabul edilen bir olay. Öyle ki 2018 yılında İsveç resmi Twitter hesabı paylaştığı bir gönderide bu macerayı vurgulayarak köftenin İsveç’e Türkiye’den geldiğini kabullenmekte beis görmüyor. Medeni adamlar neticede. Yoğurt, baklava, kebap ve daha nicesi üzerinde manasızca hak iddia eden Yunan’a nasıl da benzemiyor!

Günümüze ve Stockholm’e dönelim. Hostelimin istasyona yakın olmasını fırsat bilip trenden iner inmez hostelime yöneldim. İstasyonu doğru çıkıştan terk etmek için kırk takla attım. Stockholm’deki tren istasyonu devasa bir yeraltı AVM’sinin içerisinde. Bizde de vardır benzerleri, mesela Pendik YHT istasyonuna da yeraltı çarşısı içinden geçilerek ulaşılır. Ama buradaki biraz abartı. İstasyonun birbirine en ters kalan girişleri arasında muazzam bir uzaklık var. Bir tanesi doğruca şehir merkezine açılırken bazıları şehrin ücra kesimlerine ulaştırıyor insanları. Burası bir istasyon değil, bir AVM değil, bir yaşam alanı.

Hostelime varıp bir çırpıda fazlalıklarımdan kurtuldum. Gerisin geri Stockholm şehir merkezinin yolunu tuttum. Stockholm, köprüler vasıtasıyla birbirine bağlanmış adalardan meydana geliyor. Daha doğrusu iki ana kara parçası ve bunların arasında kalan adacıklar şehrin ana gövdesini oluşturuyor. Bu adacıklar üzerinde başta Nobel Müzesi olmak üzere çeşitli müzeler, kiliseler ve resmi binalar bulunmakta. Elimden geldiğince bu adacıklar arasında git gel yaptım. Hatta Riddarholmen Kilisesi yakınlarında üst geçitten geçerken genç bir kız elinde valiziyle bana seslendi. İngilizce konuşup bana tren istasyonunun yerini sordu. Hiç bozuntuya vermeden, şehirde an itibariyle bildiğim yegane yerin sorulmasının talihiyle, anadan doğma İsveçli misali istasyonu tarif ettim.

Allah’ın işi işte. Saatler önce Arap ırkına mensup olduğum sanılmışken şimdi İsveçli yerine konmuştum. Hollywood tabiriyle “ethnically ambiguous” olduğumu pek sanmıyorum. Yine de aynı gün içerisinde iki uç millete zanni olarak dahil edilmiş olmak hoş bir anı oldu.

Stockholm

Stockholm’ün ünlü Gamla Stan’ı, sanki turistleri karşılarmış gibi bir anda karşınıza çıkacak muhtemelen. Burası dar yürüyüş yolları vasıtasıyla birbirine bağlanan irili ufaklı meydanlar ve tüm bu hattı süsleyen kafe ya da hediyelikçilerden müteşekkil. 

Gamla Stan’ın sonuna yaklaştığımda kendimi şantiye alanının içinde buldum. Yollar kapatılmış, caddeye açılan sokaklar bariyerle çevrelenmişti. Stockholm Belediyesi’nin hummalı çalışmalarının yarattığı tahribat arasında yolumu bulup bir başka köprüye çıktım. Çalışmalar yüzünden koca köprü araç trafiğine kapatılmıştı. Bu sayede köprü tümüyle biz yayalara kalmıştı.

Köprünün vardığı bölüm artık şehrin son kısmıydı. Buradan itibaren bir başka köprü olmayacaktı. Aynı şekilde şehrin canlı bölümünün yavaş yavaş da sonuna geliyordum. Burada kalabalık sürmekteydi ama belli ki turistlerden ziyade yerel halktı sokakları arşınlayan. 

Bir tepeyi gözüme kestirip aradan dereden yol bulup çıktım. Ağaçların arasından net bir manzara yakalayamasam da tepeden Stockholm’ü seyretme fırsatı yakalamış oldum. Söylemiş olayım ki Stockholm hoş bir şehir. Adalar ve köprülerden ibaret olduğu için estetik ve renkli bir hüviyete sahip. Kopenhag gibi dümdüz ve sıkıcı olduğu kesinlikle söylenemez. Adalar arasını dolduran deniz de tüm bu kompozisyonu tamamlayan bileşen bana kalırsa. Resimlerden gördüğüm kadarıyla kış aylarında tüm bu su kütlesi donuyor. Şehrin boşluklarını dolduran bembeyaz bir örtü…  Açıkçası sırf bu nedenle Stockholm’ü kış aylarında ziyaret etmeyi ve buz tutmuş şehri gözlerimle görmeyi çok isterim. Kısmet…

Yorulmuş bedenimi dinlendirmek üzere küçük bir parkta soluklanırken tuhaf bir doğa olayına da tanık oldum. Yerliler için tuhaf olmadığı belli olsa da toz misali yağan kar bana pek ilginç geldi. Açıkçası kar olup olmadığından bile emin değilim. Sanki yakınlarda bir yerlerde bina boyutunda bir halı silkelenmiş de ondan kopan tozlar usul usul üzerimize yağmakta.

Gamla Stan

Gamla Stan

Hazır yeri gelmişken bir not daha. İsveç’te eşcinsellik belli ki çok yaygın. Özellikle de erkekler arasında. Hem Malmö’de hem de Stockholm’de el ele tutuşan, öpüşen o kadar çok çift gördüm ki inanamazsınız. Yanlış anlaşılmasın, yargıladığım falan yok. Sadece Türkiye gibi bu tarz aktivitelerin hoş görülmediği, bu nedenle günlük hayatta yeri olmayan bir ülkeden gelip de bunlara şahit olmanın yarattığı şaşkınlıktan söz ediyorum burada. O kadar ülke, o kadar şehir gezdim ki pek çoğu Avrupa şehirleriydi, bu ölçüde normalleşmiş olanını  görmemiştim.

Günü geldiğim rotadan fazla sapmadan dönerek tamamladım. Kraliyet Sarayı’nın dış avlusunda dolanıp, aylar sonra Salwan Momika’nın önünde Kur’an yakacağı Parlamento Binası’nın çevresini turladım. Parlamento Binası ile tren istasyonu arasında kalan ve şehrin en lüks bölgesini oluşturan geniş caddelerde yürüyüp, AVM’lerden birinde tuvalet ihtiyacımı giderdim. Burger King’de karnımı doyurup hava kararmaya yakın hostelime döndüm.

Henüz İsveç ile ilgili negatif bir durumdan söz etmedim farkındaysanız. Söylemiş olayım ki İsveç’in de maddi olarak komşusundan kalır yanı yok. Gel gelelim bana sanki bir tık daha insaflı geldi burası. Öte yandan bu durum üç günde kazandığım alışkanlığın bir tezahürü mü yoksa gerçekten de öyle mi emin olamıyorum. Her halükarda bildiğim bir şey var o da asıl darbeyi Danimarka’da yemiş olduğum. O yüzden İsveç pek de acıtmadı. He, tersi olsaydı ve ben Danimarka’dan evvel İsveç’e gelmiş olsaydım belki de darbeyi burada yiyecek ve Danimarka’ya karşı biriktirdiğim tüm kini İsveç’e yöneltecektim.

Altı kişilik yatakhanemiz nedense pek şendi o gece. Hemen altımda yatan safça Polonyalı pek çenebazdı. Karşı yataktaki siyahi Hollandalı da ona uyum sağlayınca uzun süre bu ikilinin muhabbetine maruz kaldık. Bir noktada Leh dostumuz beni de sohbete çekmek için laf attı ve kendimi istemsizce aralarına karışmış buldum. Konuşmanın bir bölümünde Polonya’da öğretmenlerin çok düşük maaşlar aldığını öğrendim. Alın bu bilgiyi ne yaparsanız yapın!

Laf lafı açarken en uzaktaki ranzanın üst katındaki saçları kırlaşmış abimiz de konuşmaya katıldı. Hemen ardından da odanın son üyesi İtalyan delikanlı aramıza katıldı. Temel fıkrası misali toplanmıştık ki kır saçlı abinin Türk olduğunu öğrendim. On beş dakika falan olmuştu konuşmaya dahil olalı ve doğal olarak birbirimizle İngilizce konuşuyorduk. Türkçeye geçiş yapınca da gruptan bir nebze ayrıldık. İki hemşehrinin yarattığı sinerji tüm odayı sarmış olacak ki biz sazı elimize alınca diğerlerinin birer birer sesi kesildi.

Mühendis Yusuf abi İsveç’de bir firmadan iş teklifi almış. Henüz düşünme aşamasındaymış ve bu sırada İsveç’e gelip memleketi kendi gözleriyle görmek istemiş. Ertesi sabah vedalaşıp peşi sıra hostelden ayrılmıştık ki yol üzerinde tekrar rast geldik. Böyle olunca istasyona kadar beraber yürüdük. Kendisi o sıralar İsveç’ten pek memnun kalmamıştı ama turu da bitmiş değildi. Trene atlayıp ülkenin kuzeyine doğru ilerleyecekti. Hakkında hayırlısı…

Östermalm Saluhalle

Östermalm Saluhalle

Ben de kalan zamanımda şehrin görülesi yerlerini elimden geldiğince aradan çıkarma niyetindeydim. Merkezi bölge dışında kalan yerlerde uzun yürüyüşler yaptım. Fazla açılmadan rastgele gezip dolaştım. Ardından Östermalm Saluhall’e doğru rota çizdim. Burası Kopenhag’daki Torvehallerne’in işlevsel kopyasıydı. Diğerinin aksine bu, binalar arasında kalmıştı. Yeme içme alanları içerideydi. İki tur atıp ne var ne yok iyice göz gezdirdikten sonra eve götürmek için şarküteri ürünleri almaya karar verdim. Biraz bakındıktan sonra tezgahlardan birindeki vakumlu paketleri gözüme kestirdim. Kurutulmuş etlerin paketleri üzerine hangi hayvandan imal edilmişse onun resmi basılmıştı. Bir paket geyik eti aldım. Bir paket de ayı eti aldım. Yol gideceğimi söyleyip, sıkıntı olup olmaz mı diye danıştığım görevli nereli olduğumu sordu. Türkiye cevabını alınca göz koyduğum ayı etinin aslında ayı-domuz karışımı olduğu hakkında beni uyardı. Hal böyle olunca bu düşünceli tavrından ötürü kendisine teşekkür edip başka bir ürün satın aldım.

Stockholm’ün adalar şehri olduğundan bahsetmiştim. İşte bu adalardan biri Djurgarden adındaki bahçe tarafından kaplanmış vaziyette. Burası şehrin göbeğinde bir mesire alanı. Şehirden uzaklaşmak için buraya gelmek yeterli anlayacağınız. Girişindeki geyik motiflerinden de yola çıkarak çarçabuk bir beyin jimnastiği ile park isminin "djur/deer" + "garden" yani Geyikbahçe manasına geldiğini çözdüm. Doğru mudur yanlış mıdır, orasını bilmiyorum.

Aynı ada üzerinde bir de Vasa Müzesi bulunmakta. Tabi sadece bu değil. Burası adeta şehrin müzeler bölgesi. Viking Müzesi, ABBA Müzesi ve dahası bu bölgede bulunuyor. Benim hedef seçtiğim Vasa olduğu için ondan girdim mevzuya. Vasa’nın özelliği içinde asırlar öncesinden kalma bir gemi bulunması. Hem de özgün haliyle. Gerçek boyutlu bu gemiyi görmek için büyük bir heves duyuyordum. Öyle ki yememden içmemden kısmış, buraya para ayırmıştım. Gel gelelim nasip olmadı. Sabahtan beri dakikalarımı hoyratça harcamıştım ve şimdi müzeye ayıracak pek vaktim kalmamıştı. Bir dahakine diyerek hafif buruk, oradan ayrıldım.

Djurgarden

Djurgarden

Artık dönüş zamanıydı. Vasa’yı da aradan çıkarabilmiş olsam Stockholm’ü tamamlamış olacaktım. Yine peş peşe köprüler geçerek, olabildiğince deniz kıyısından ilerleyip önceki gün ıskaladığım park ve meydanları da görerek istasyona gittim. Şehir merkezine kırk dakika mesafede bulunan Arlanda Havalimanı için Flixbus üzerinden bilet almıştım. Otobüsüme binip hayatım boyunca vardığım en kuzeye, Arlanda Havaalanı’na doğru yola koyuldum.

Sert gireceğim. Arlanda Havaalanı dünyanın en kötü havaalanı. Stockholm’den, şehirle alakası kalmayacak kadar uzak olması bir yana otobüs haricinde akıl kârı bir ulaşım şekli yok. Havaalanına giden trenlerin biletleri servet değerinde. Otobüsle ise 7 euro karşılığı ulaşım mümkün. Ancak çile daha yeni başlıyor. Havaalanına gelen tüm yolcular ikili bir kapıda kontrol ediliyor. Burada sıra öylesine uzun ki bekleyen yolcular yemek alanını sarıp sarmalayan bir hat meydana getiriyorlar. Bir saati aşkın bekleyip kontrolden geçtikten sonra bu kez havayolu bankosunda beklemek icap ediyor. En azından bizler için zira Pegasus’un burada online check-in hizmeti yok. Bir öncekinden kalır yanı olmayan bu ikinci sırada artık delirme noktasına gelmiştim ki şans yüzüme güldü. İşlem yapmayan ikinci bir Pegasus bankosuna gidip boş boş oturan görevliye çantam olmadığından işlemimi aradan çıkarabilir mi diye sordum. Bu ümitsiz girişimim başarıya ulaştı. Pek çok kişi arkamdan gelip ikinci bir kuyruk meydana getirme telaşına düşmüşken ben rahat adımlarla pasaport kontrolüne yöneldim. Siz siz olun bu Allah’ın belası havaalanına en az dört saat önceden gelin. 

Ve bu maceranın da sonuna geldik. Uzun bir aradan sonra dünya Covid ile Rusya-Ukrayna savaşı ile cebelleşirken yollara düşmüştüm. Gezegen derin bir buhran halindeydi. Belki yaşarken farkına varamadık ama tarihe tanıklık ettik. Yıllar sonra bu günleri anarken ya da genç kuşaklara bahsederken daha iyi farkına varacağız bu gerçeğin.

Mesaj vermeyi bir kenara bırakıp işimize dönelim. Bu seyahatte aklımda en çok yer eden şey Kopenhag oldu. İnsanın cebine meydan okuyan bu amansız şehir en sağlam iradelileri bile zıvanadan çıkaracak kadar pahalı. Onun dışında iki kuzeyli başkenti arasında kabaca bir kıyas yaparsam Kopenhag’ın çok daha sade ve sakin, Stockholm’ün ise daha kaotik olduğunu söyleyebilirim. Yine de bu seyahat özelinde favorim açık ara Hamburg oldu. Beni hazırlıksız yakalayan bu koca şehre hayran kaldım dersem abartmış sayılmam. Her halükarda kapıların yeniden açılması sanırım herkese iyi geldi.

bottom of page