21-) İber
Lo que importa en la vida no es lo que te pasa sino lo que recuerdas y cómo lo recuerdas.
Gabriel Garcia MARQUEZ
23.04.2022 - 01.05.2022
Haydi gelin, hep beraber bir yiğidi yad edelim bugün. Tarihler 1466’yı gösterdiğinde Hollanda’nın Rotterdam şehrinde bir adam doğdu. Statükoya savaş açtı, gençlere yol yordam öğretti. Öyle büyük bir adamdı ki ölümünden asırlar sonra bile Türk gençleri Avrupa’ya onun adını haykırarak, onun namıyla gitti. Toprağın bol olsun Desiderius ERASMUS…
Şimdi ben de o gençlerden biriydim işte. Akademik personel kontenjanından Erasmus+ hareketliliğine katılma hakkı kazandığımda takvim yaprakları 2020’yi gösteriyordu. Araya giren pandemi belası yüzünden benim Erasmus ertelendikçe ertelendi, ertelendikçe ertelendi. Ta ki 2022 baharına kadar.
Neyse ki iki yıl süren bekleyiş sona erdi ve bize Avrupa yolları göründü. Aynı fakülteden toplamda dört kişi olarak aynı üniversiteye, ayrı zamanlarda başvuru yapmıştık. Hepimizin aynı okulu seçmesinin sebebi bu okulun bizler gibi Erasmus gönüllülerine karşı son derece yardımsever olmasıydı. Yardımseverlikten kastım da ilk gün atılan karşılıklı imzaların ardından öğrencilerin azad edilmesinden ibaret.
Sabah namazını müteakip kalkacak uçağımız için İstanbul Havalimanı’nda toplandık. Dört genç akademisyene bir tanesinin sevgilisi, bir tanesinin de eşi eklenince toplam altı kişilik ekibimiz meydana gelmiş oldu. Lafı açılmışken, yazının tamamı boyunca altı kişilik bu kadroyu “ekip” olarak isimlendireceğimi ve kadronun kalanı ile ilgili detay paylaşmayacağımı bildirmek isterim. KVKK böyle buyuruyor!
Havalimanında birkaç saat oyalanıp, standart prosedürleri tamamladıktan sonra bizi Portekiz’e götürecek uçağımıza biniş yaptık. Her birimizin tüm yol boyunca küp gibi uyuduğu bir yolculuk bizleri bekliyordu.
Lizbon
İlk durağımız Portekiz’in başkenti Lizbon olacaktı. Esasında okulumuz Porto şehrindeydi. Ancak ortak bir program yapıp hafta sonunu Lizbon’da geçirmeyi kararlaştırmıştık. Hafta başı Porto’ya geçip oradaki işimiz bittiğinde de vakit kaybetmeden İspanya’ya geçecektik. Bunun üstüne okuldan gelen bir mail de keyfimize keyif kattı. Şansımıza tam da Porto’ya geçmeyi planladığımız pazartesi günü meğer resmi tatilmiş. Bu yüzden salı günü gelmemizi istemişlerdi. Ne denir ki? Canımıza minnet.
Lizbon’da bizi epeyce zahmetli bir pasaport sırası bekliyordu. Sanıyorum ki kontrolden geçip çantalarımızı almamız bir saati aşmıştır. Bundan sonrasında metroya atlayıp Airbnb üzerinden ayarladığımız eve en yakın olan durakta indik. Hava güneşli ama hafif rüzgarlıydı. Grup halinde açlık belirtileri gösterince evvela karınları doyurmaya yeltendik. Karşımıza ilk çıkan McDonald’s mağazasına girdik. Ekip üyeleri karınlarını tıka basa doyururken bendeniz seyahat modunu açtığımdan ötürü henüz acıkmamıştım. Süreci uyuklamakla geçirdim.
Yemekten sonra doğruca eve geçtik. Evvela odalara yerleştik. Çift kişilik odalar haliyle ekibin çiftlerine gitti. Tek kişilik oda ekibin açıkta kalan bayan üyesine nasip oldu. Bana da oturma odasındaki kanepe düştü böylece. Geniş ve konforlu kanepeye şikayet etmeden yerleştim. Öte yandan evi hepimiz beğendik. Bol miktarda odası, geniş bir banyosu ve iş görür bir balkonu vardı.
Biraz soluklanıp dışarı çıktık. Ekipten biri seyrüsefer sorumluluğunu üstlenince bana da kendimi akıntıya bırakma fırsatı doğdu. İlk kez bu kadar kalabalık bir ekiple geziyor ve prensiplerimden ödün veriyordum. Haliyle bu kalabalığın özgürlük kısıtlayıcı bir etkisi vardı ama çok da dert edinmemiştim doğrusu. Bu seferlik de böyle olsun!
Lizbon’daki ilk gün hepimiz için oldukça zorlayıcıydı. Hepimiz uykusuz ve yorgunduk. Buna rağmen şehir turundan ödün vermemeye gayret ettik. İlk durağımız Chiado oldu. Nakış gibi işlenmiş rengarenk parke taşlarıyla dikkat çeken Chiado aynı zamanda hem bir meydan hem de bir cadde. Burada lüks mağazalar bulunduğu gibi şehir tiyatrosunun da kalbi burada atmakta.
Yürüyen merdiven vasıtasıyla üst caddeye çıktık. Hayır, bir yanlışlık yok. Lizbon tıpkı İstanbul gibi indili çıktılı bir şehir. Bu nedenle yer yer yürüyen merdivenler yapılmış ki durmadan rampa çıkmak zorunda kalmasın insancıklar. İşte bu merdivenlerden biri vasıtasıyla daha hareketsiz ancak daha yüksekte bulunması sebebiyle manzara sahibi bir caddeye geçtik. Bulunduğumuz konumdan, şehrin paragraf başında belirttiğim özelliği net biçimde ayırt edilebiliyordu.
Rotamızı Lizbon Katedrali’ne doğru ayarlamıştık ki şehrin en tepe noktalarından birinde yer alan katedrale kadar nasıl çıkacağımızı kara kara düşünmeye başladık. İşin kötü tarafı, durmadam batıp çıkan Lizbon sokakları şehrin çoğu yerinde karmakarışık haldeler. Yani Lizbon bu bakımdan da Avrupalı akranlarından ziyade İstanbul’u andırmakta.
Hem doğru yolu tutturamamış hem de yorgunluk iyice kendini hissettirir olmuşken imdadımıza şehrin özellikle bu bölümünde aktif olan tuktuklar yetişti. Başta gönülsüz yaklaşsak da atılgan tuktuk şoförü bizi kafalamayı başardı. Hep beraber tuktukun koltuklarına yerleşip adrenalin dolu bir yolculuğa çıktık.
Nefes kesen bir Lizbon macerası...
Çılgın şoförümüz bizlere unutulmayacak bir anı bırakmak istemiş olacak ki Lizbon’un dar ve meyilli ara sokaklarında adrenalin yüklü bir tura başladı. Yokuşlardan tam gaz inip çarpışmaya ramak kala fren sıkıyor, bir araç boyu boşluk bulduğunda tereddütsüz dalışa geçiyor, gaz pedalına yüklenmekten zinhar imtina etmiyordu. Çığlıklar eşliğinde, bir lunapark oyuncağındaymışız gibi geçen yolculuk yaklaşık on dakika sürdü. Ne yazık ki benim için bu deneyim eğlenceli olduğu kadar muhtemelen sonsuza dek bir kahır sebebi olarak kalacak. Zira tüm bu yolculuğu kameramla kayıt altına almış olmama rağmen kayıtlarımı sakladığım bellekte meydana gelen bir arıza nedeniyle bu kayıt silinip gitti. Yanında bir kaç irili ufaklı video ve fotoğrafı da götürdü ama benim için esas darbe tuktuk videosu oldu. Ne diyelim, sağlık olsun!
Se de Lisboa adıyla da bilinen Lizbon Katedrali şehrin en hakim tepesinde kurulu. Öyle cüsseli bir yapı beklemeyin zira katedral aslında ara sokakların birleştiği görece geniş bir avluda bulunuyor. Yarımada misali üç tarafı binalar ve yaşam alanlarıyla doluyken diğer tarafı nefes kesici Lizbon manzarasına dönük. İşin doğrusu diğer pek çok turist gibi bizlerin de esas derdi işte bu manzaraydı. Bir örnek yapılmış evler sahile kadar birbirlerine dayanmış biçimde devam ediyordu. Limanda Cruise gemileri demirlemişti. Burası kesinlikle şehrin en görülesi yerlerinden biriydi.
Katedral ziyaretimizin ardından hemen yakındaki bir kafeye oturup bulabildiğimiz en soğuk içecekleri kana kana içerken kalabalığı da seyre koyuldum. Katedral çevresinde muazzam bir yoğunluk vardı. Turist kütlelerinin bir kısmı katedrale ulaşmak için rampayı tırmanırken diğeri ise aşağı doğru yol alıyordu. Şehrin meşhur tramvayı da tam önümüzden geçerken bu kalabalığı ortasından yarıyordu. Son derece keyifli bir hava ve elimdeki soğuk mu soğuk içecekle beraber bu dakikalardan pek keyif aldığımı söylemeliyim.
Nihayetinde biz de aşağı yönlü turist kütlesine dahil olduk. Tramvay geçerken yol verdik, gözümüze kestirdiğimiz yerlerde fotoğraf çektik. Bu esnada cadde üzerinde gözüme ilişen bir mekanı yakından inceledim. Cantinho de Se ismindeki mekanda çeşit çeşit nata bulmanız mümkün. Portekiz’in meşhur tatlısı nata; milföy benzeri bir hamurdan yapılan yuvarlak kaseciklerin süt helvasını andıran bir muhallebiyle doldurulmasıyla yapılıyor. Elde rahatça tüketilebilen natalar iki ısırıkta mideye indirilmeye müsait. Dış katmandaki çıtırlık ile merkezdeki kremamsı dolgu hoş bir birliktelik meydana getiriyor. Tarçın dökülerek de yenilebiliyor. Şehrin Belem bölgesi natanın asıl meşhur olduğu yer ve buradaki meşhur pastane natanın doğum yeri olarak geçiyor. Biz orada da denedik ancak kişisel görüşüm katedral yakınındaki Cantinho de Se natalarının daha başarılı olduğu yönünde. Pastel de nata olarak da bilinen tatlının iki tanesi standart bir porsiyona denk gelmekte. Ancak uyarayım yumurtaya karşı hassasiyeti olanlar pek hoşlanmayabilir.
Meşakkatli yolculuğumuz bizi tekrardan deniz seviyesine getirdi ki kendimizi Rua Augusta üzerinde bulduk. Rua Augusta şehrin en hareketli sokağı. Oldukça uzun ve havalı olan Rua Augusta’da her türlü lokantayı, hediyelikçiyi, mağazayı bulmak mümkün. Turistler için uygun fiyatlı “ot” tedarikinin de merkezi burası. Bizler de işin ticaretini yapan arkadaşların yanaşmalarından nasibimizi aldık. Ayrıca yer yer çeşitli dans gösterileri veya top cambazlıkları da ilgi çekiyor. Burada dolaşırken pek çok tabelada “Bacalhau” yazısını göreceksiniz. Bacalhau morina demek. Portekizliler bu balığı çok seviyor ve gerek tazesini ama çoğunlukla da tuzlanmışını envai çeşit yemekte kullanıyor.
Rua Augusta, Arco de Rua Augusta yani Rua Augusta Takı ile son buluyor. Yahut sizin rotanıza göre başlıyor. Takın öteki tarafında ise Praça do Comersio bulunmakta. Mağazalar ve kafeler ile çevrili büyük bir meydan burası. Karşı tarafında deniz, göbeğinde ise Estatua Equestre de Dom Jose I’in at üstündeki heykeli bulunuyor. Burası şehrin dünyaya açılan yüzü. Turistlerin uğrak mekanı.
Portekiz'in cesur denizcileri anısına...
Bu noktada hepimizin ayaklarına kara sular inmişti. Şehir turunun eziyete dönmemesi adına karınları doyurup eve geçmeye karar verdik. Yemek için önceden yine Erasmus vasıtasıyla buraya gelmiş bir başka meslektaşımızın önerdiği yere gittik. Biraz zahmetli olsa da yeri bulduk. Bulduk bulmasına ancak henüz kepenk açılmamıştı. Personel yarım saat kadar sonra açacaklarını söyleyince başka bir maceraya kalkışmaktansa kapının önünde beklemeyi yeğ tuttuk. iPhone mağazaları önünde kamp kuranlar gibi restoran önünde bitap düşmüş vaziyette dakikaları sayıyorduk.
Nihayet kapı açıldı ve içeri girdik. Salaş ama özenli mekan, yaşını almış garsonlarla da birleşince beklentim arttı. Belli ki burası emektar bir işletmeydi. Az sayıdaki masalardan birine kurulduk. Çeşitli siparişler verdik. Tercihimi ahtapottan yana kullandım. Ne yazık ki hiç de memnun kalmadım. Ahtapot aşırı tuzlu ve lezzetsizdi. Yanındaki bir dolu garnitürün hiçbiri damak tadıma hitap etmedi. Genel toplamda yemeği abartılı ve başarısız buldum. Ekibin diğer üyeleri de pek memnun kalmadı. Anlaşıldığı üzere Portekizlilerin porsiyonları tepeleme doldurma alışkanlıkları vardı. Tıpkı tabağa yığdıkları ürünlerin arasında uyum gözetmeme alışkanlığı gibi…
Yemek sonunda ikram edilen içecek haricinde bütünüyle keyifsiz geçen yemeğin ardından eve doğru yola koyulduk. 20:00 sularında eve vardık. İçeri girer girmez herkes pestili çıkmış vaziyette kendi odasına çekildi.
Lizbon’daki ilk günü tamamlarken şehrin tarihinden bir kesit sunayım sizlere. 1 Kasım 1755 tarihinde, kayıtlara geçmiş en büyük depremlerden biri vurur Lizbon’u. Uzmanların şiddetini 7.8 ile 8.8 arasında hesapladığı deprem, Afrika’nın kuzeyi ile İber Yarımadası’nın güneyinde de etkili olmasına rağmen esas darbeyi Lizbon’a indirir. Arkasından tsunami de getiren deprem bütün şehri dümdüz eder. Ölü sayısının 50.000’i aştığı tahmin edilmektedir. Şehrin neredeyse tüm önemli yapıları yerle bir olur. Afet yüzünden devletin iç ve dış politikaları bile akamete uğrar. Kaos ortamından istifade etmek isteyen fırsatçılara mani olmak için ordu görevlendirilir ve darağaçları kurulur. Depremin Azizler Günü gibi kutsal bir günde meydana gelmesi ve şehirdeki çoğu dini yapının yerle bir olması Portekiz halkında büyük travma meydana getirir. Depremi ilahi bir ceza olarak görmeye başlarlar. Şehir neredeyse sıfırdan tekrar inşa edilir ve bu olay Avrupa’nın hafızasında derin izler bırakır. Hatta Belem bölgesinde bu deprem üzerine bir müze bile bulunuyor. Tek başıma olsaydım muhtemelen buraya vakit ayırırdım ama ekip dinamiğine muhalefet etmemek adına göz ardı ettim.
Sabah, marketten aldıklarımızla kendi kahvaltımızı hazırlayıp evden çıkmadan karnımızı doyurduk. Bugünkü rotamızda sahil tarafı ve Belem vardı. Doğruca sahile inip Praça do Comersio yakınlarındaki istasyondan trene bindik. Yaklaşık yarım saatin ardından Belem’deydik.
Belem’de deniz kenarından yürüyüşe başladık. Çok geçmeden tüm azametiyle Padrao Dos Descobrimentos karşımızda dikiliverdi. Lizbon’u Atlas Okyanusu’na bağlayan Tejo Nehri’nin kıyısına dikilen heykel karadan suya doğru yönelen bir yelkenlinin güvertesinde toplanmış denizcileri betimliyor. 1960 yılında açılan bu heykel ülkenin kudretli denizcilik geçmişini yad eden bir abide hüviyetinde.
Lafı açılmışken bu konuda bir iki kelam edeceğim. Top 5 sayfasında belirttiğim üzere Portekiz en çok merak ettiğim ülkelerden biriydi. Bunun nedeni de ülkenin Avrupalı komşularından pek çok açıdan ayrılması ve okyanus kenarında bir başına hayat mücadelesi veriyor olmasıydı. Günümüzde kıtanın nispeten silik ülkeleri arasında sayılan Portekiz tarihin bir bölümünde hiç de böyle değildi. Özellikle, her ne kadar bizim tarihimiz açısından vahim sonuçlar doğursa da kişisel olarak tarihin en ilgi çekici bulduğum dönemlerinden biri olan Coğrafi Keşifler sürecinde.
Coğrafi Keşifler’in babası olarak adlandırabileceğimiz Denizci Henry 1394 yılında doğmuş bir Portekiz prensidir. Haritanın keşfedilmemiş kısımlarına yönelik derin bir iştah duymaktadır. Hem bu bilinmeyen diyarları tanımak, hem efsanevi Hristiyan kralı Prestor John’u bulmak, hem de dinini yaymak adına denizcileri mümkün olan her şekilde destekler. Bu sayede Afrika kıtasının büyük bölümü Avrupa’da tanınır hale gelir. Portekizliler bu vesileyle Coğrafi Keşifler’in başlamasına önayak olur ve dünyanın çevresini dolaşacak yaman denizciler yetiştirir. Ancak Portekiz’in denizlerdeki hakimiyeti uzun sürmez. İngilizler geriden gelerek sadece Portekiz’i değil İspanya, Hollanda, Fransa gibi diğer rakipleri de geride bırakarak denizlerin hakimi olur. İmparatorluğun batmayan güneşi denizler üzerinde yükselir.
Belem Kulesi...
Padrao Dos Descobrimentos çevresinde bolca vakit geçirip zemine çizili dünya haritası üzerinde geyik yaptıktan sonra Belem Fener’ine yöneldik. Portekiz denizcilik geçmişinin bir diğer nişanesi olan fenerin hemen ardından marina bölgesi geliyor. Onun da sonrasında sadece Belem bölgesinin değil Lizbon’un en meşhur yapılarından olan Belem Kulesi bulunuyor. Basit bir iskele aracılığıyla kıyıya bağlanan kule suyun içinde yükselen, mağrur bir yapı. Tek bir kule ve avlusundan oluşan kule özellikle konumu itibariyle muhteşem bir manzara sunuyor. İçine girmedim. Lakin içine girmenin pek bir esprisi olmadığını da söyleyebilirim.
Sahildeki işimiz bitince bölgenin iç kesimlerine yöneldik. Yukarıda belirttiğim üzere burada bulunan Pasteis de Belem neredeyse iki asırlık bir işletme ve nata yemek isteyen herkesin koşa koşa gittiği yer. Hakkını vereyim, dükkan on numara. Bol miktarda nata alıp yayıla yayıla mideye indirdik. Ama tekrar etmem gerekirse ben katedral tarafındaki natayı daha çok beğendim.
Belem’deki bir diğer lokasyon da Mosteiro dos Jeronimos, yani Jeronimos Manastırı. Bahçesiyle beraber epey büyük bir kompleks olan bu manastır 1500’lerin başına uzanan bir geçmişe sahip. Ekip olarak pas geçme ve uzaktan bakma kararı aldık.
Belem’deki işimizi bitirip şehir merkezine dönüp geri kalan birkaç yeri aradan çıkardık. Barlar sokağından geçip ikonik bir yapıya yöneldik. Elevador de Santa Justa şehrin en alengirli konumunda bulunan bir asansör. İşlevi bakımından İzmir’deki akranını andıran asansör bir çırpıda benzersiz şehir manzarası sunmayı vaat ediyor. Dolayısıyla her daim önünde metrelerce uzanan bir kuyruk mevcut. Hali hazırda manzara dozumuzu aldığımızdan, önünden geçmekle yetindik.
Monumento dos Restauradores göbeğinde anıt bulunan meydanlardan. Hem burayı görmek hem de yakınlardaki bir başka köklü işletmeyi ziyaret etmek adına meydana geldik. Meydanın köşesinde bulunan Ginjinha Sem Rival adlı minicik dükkanda yapılan vişne likörü çok meşhurmuş. Özellikle de bu dükkanda. Ekip üyelerimizden birinin rehberliğinde buraya gelip likörün tadına baktık. Fena değil de bu kadar ünlü nasıl olmuş ben çözemedim.
Bu noktada şehirle işimizin bittiğine kanaat getirip eve dönmeye karar verdik. Bir müddet dinlenecek, akşam yemeği için restoran seçecek ve yeniden dışarı çıkacaktık. Eve döndük dönmesine ama ben dışarı çıkamadım. Sabahtan beri ufak ufak kendini hissettiren migren krizim iyice şiddetlenince evde kalmaya karar verdim. Ekip yemek için çıktığında bol miktarda ağrı kesici, sıcak bir duş ve sağlam bir uyku sayesinde ağrıdan kurtuldum.
Porto
Lizbon’daki mesaimiz sona eriyordu. Sabah bulabildiğimiz en erken otobüsle Porto’ya geçtik. Burada da yine Airbnb üzerinden ev kiralamıştık. Porto otogarına yürüme mesafesindeki adrese vardığımızda kendimizi bir hostelde bulduk. Zili çalıp resepsiyona çıktık. Öğrendik ki kiraladığımız ev iki sokak yukarıdaymış. Evin idaresini de hostelden sağlıyorlarmış. Giriş saatimiz gelmediğinden ötürü eve giriş yapamadık. Çantalarımızı hostele bırakıp dışarı çıktık.
Şehrin en önemli meydanı olan Praça de Liberdade ne yazık ki kapalıydı. Koca bir şantiyeye dönmüş alanda yolumuzu zar zor bularak çamurun, toprağın arasından ilerleyip McDonald’s’a girdik. Aç olanlar karınlarını doyurdu. Çıkışta ekip ilk olarak bölünme sürecimizi yaşadık. 3/2/1 usulünde bölünen ekibin, takdir edersiniz ki tek tabancası bendim. Belli bir saat ve mekanda sözleşmek üzere Porto’nun muhtelif yerlerine dağıldık.
Gün boyu Porto’da nereleri gezdim, nereleri gördüm hızlıca özetliyorum. Torre dos Clerigos şehrin 76 metre yüksekliğe sahip çan kulesi. Geniş bir avlunun ortasında yükseliyor. Se de Porto şehrin ana katedrali. Bahçesinden bile nefes kesici bir şehir manzarası yakalayabilirsiniz. Palacio de la Bolsa şehrin denize nazır sarayı. Oldukça büyük ve resimlerden gördüğüm kadarıyla epey de şatafatlı. Capela das Almas esasında dini bir bina olsa da dış cephesi vesilesiyle şöhret sahibi olmuş bir yapı. Duvarları süsleyen mavi renk işlemeler tüm turistleri buraya çekmekte.
Zona Ribeirinha şehrin liman bölümü. Gezinti tekneleri, sokak gösterileri, kafeler vb. ile burası cıvıl cıvıl bir bölge. Douro Nehri kıyısında Porto’nun medarı iftiharı Porto şarabı eşliğinde peynir tabağınızı zevkle mideye indirirken arka fonu Ponte de Dom Luis köprüsünün süslediği şehir manzarasınının tadını çıkarabilirsiniz. Tam bir gusto!
Ponte de Dom Luis, Eyfel Kulesi’nin mimarı Gustave Eiffel’in ortağı ve öğrencisi Teophile Seyrig tarafından tasarlanmış bir köprü. Tek bir bakışla bile köprüdeki Eiffel etkisini görmeniz mümkün. İki kademeli köprünün ilk kademesi nehir seviyesine yakınken üst kademe çok daha yüksekte bulunuyor. Yaya olarak her iki kademeden de istifade edilebiliyorken üst kademe tramvay geçişine de imkan tanıyor.
Köprünün öteki tarafına geçtiğimde, bir nehir tarafından ikiye ayrılan çoğu şehirde olduğu gibi Porto’nun da zenginliklerinin geride bıraktığım kısımda olduğuna kanaat getirdim. Burası daha çok şehrin yerlilerine aitti. Bu tarafta, meraklıları için şaraphaneler bulunmakta. Bunları ücret karşılığında gezmek, tadım turlarına katılmak mümkün. Ertesi gün ekibimizin şarapçı üyesi burada bir tura katılmışken bize onu lobide beklemek düşecekti.
Kendi şehir turumu tamamlayıp buluşma noktası olarak kararlaştırdığımız Se de Porto’ya doğru yöneldim. Nehir kıyısı ile şehir merkezi arasında muazzam bir rakım farkı mevcut. Dolayısıyla nehirden katedrale giden yol boyunca rampa tırmanmak gerekmekte. Porto da tıpkı Lizbon gibi inişli çıkışlı bir şehir. Ancak Lizbon’a kıyasla daha kompakt ve bohem burası. Lizbon ise başkent olmanın getirdiği tüm o keşmekeş ile daha cüretkar ve kaotik.
Sözleşilen saatte Se de Porto’da olmama karşın gelen giden kimse yoktu. Yarım saat kadar katedral bahçesinde bekledim. Anladım ki ekilmiştim. Hostele döndüm. Evin anahtarını ve çantamı alıp eve geçtim. İyi ki de geçtim. Zira ekibin kalanı ile beraber hareket etmiş olsam hepimizin kapıda kalma riski doğacaktı. Bu bakımdan ekibin hayatını kurtaran bir süper kahraman olduğumu vurgulamak isterim.
Bir iki saat kadar sonra ekibin kalanı da geldi. Oda paylaşımını yaparken bana yine kanepe düştü. Bu sefer evimizden hiçbirimiz memnun kalmamıştık. Memnuniyetsizliğimizin ana nedeni de evin darlığıydı. Gerçekten de sanki daha ufak tefek bir insan türü için tasarlanmış kadar ufak bir evdi. Hele tuvaleti… Klozet o kadar dar bir aralığa sokuşturulmuştu ki biraz cüsseli birinin sıkışması imkansızdı. Mesela benim…
Ertesi gün asıl geliş vesilesimizin hakkını vermemiz gerekiyordu. Ekibimiz bu kez 4/2 biçiminde ayrıldı. Benim de dahil olduğum dörtlü üniversiteye gidecek, kalan üyeler ise bir şekilde biz dönene dek zaman geçirecekti. O gün evi terk etmek durumunda olduğumuz için çantalarımız da bu iki arkadaşın sorumluluğuna kalıyordu.
Tramvay vasıtasıyla kampüse ulaştık. Okul şehrin Matosinhos bölgesindeydi. Burası merkeze göre çok daha sakin bir yerleşim yeriydi. Bizdekinin aksine yatay büyümeyi tercih etmiş üniversitenin 1.5 katlı kampüsü uzaktan bakıldığında hiç de üniversiteyi andırmıyordu.
Tonton Antonino...
İçeri girip kendimizi tanıttık. Bizi bir konferans salonuna aldılar. Bizimle beraber beş kişilik bir başka grup daha vardı ki bilin bakalım onlar nereden gelmişti? Türkiye. Türk akademisinin uyanıklığı diyelim buna. Neyse. Çok geçmeden buradaki bağlantımız Antonino geldi. Altmışlı yaşlarındaki bu sevimli ihtiyar hepimizle yakından ilgilenmişti. Her birimize defter, kalem vb. müteşekkil hediyelerimizi dağıtıp sunumuna başladı. Önce kendini tanıtıp ardından üniversite ile alakalı bilgiler verdi. Son olarak da Matosinhos ile ilgili yönlendirme ve tavsiyelerde bulundu. Ardından kampüs turu için salondan çıktık. Sınıfları ve atölyeleri gezdik. Tüm kampüs titizlikle dizayn edilmişti. Bizdeki üniversitelerin aksine belli ki burası kapasitesinin üstünde öğrenci alımı yapmıyordu. Takdir etmemek mümkün değildi.
Son olarak Antonino’nun ofisine gittik. Antonino burada hepimizden imza alıp sertifikalarımızı dağıttı. Hatıra fotoğraflarımızı çekinip kampüsten ayrıldık. Erasmus faaliyetimiz işte böyle son buluyordu. Geriye sadece gezip tozmak kalmıştı.
Okuldan ayrılınca yarım ağız Matosinhos’ta dolanmayı teklif ettim. Anlaşılan burada da görülesi yerler yok değildi. Ancak mevcut ekip üyelerimiz geride bıraktıkları partnerlerine kavuşmanın özlemiyle yanıp tutuşuyor olacaklar ki bu teklifime sıcak bakmadılar. Ben de çıkıntılık yapmayıp onlara ayak uydurdum ve geldiğimiz tramvayla gerisin geri şehre döndük.
Güllük gülistanlık giden havaya nazar değmişti. Porto’daki ikinci günümüzde kapalı bir hava vardı. Neyse ki yağmur çamur olmadı da tadımız kaçmadı. Aksi takdirde günü kapalı ortamlarda geçirmek durumunda kalabilirdik. Öyle olmayınca ikinci günümüzü şehrin liman bölgesi dolaylarında geçirdik. Kafelerde oturup hediyelik eşya bakındık. Günü daha çok vakit öldürmekle geçirdik. Akşam kalkacak otobüsle Madrid’e geçecektik.
Otobüs saati yaklaşırken Porto ile vedalaşıp çantalarımızı almak üzere hostele döndük. Eşyalarımızı sırtlanıp otogara geçtik. Öncesinde karnımızı doyurmak için otogara yakın bir kafeteryaya oturduk. Mekanın sahibi Türk çıktı. Almanya’da, Belçika’da, İsviçre’de Türk görmeye alışık insan ama Portekiz’de garipsemedim desem yalan olur. Gerçekten de Türkler her yerde, her masada.
Porto’nun ünlü yemeği francesinha tercih etmiştik. Neredeyse hepimiz birer tane ısmarlamıştık. Francesinha, tıka basa et ile doldurularak yapılan bir sandviç. Ancak bununla kalmayıp üzerine yumurta ekleniyor ve domates sosu boca ediliyor. Yanında da patates kızartması veriliyor. Aslında domuz etiyle yapılıyor olsa da bizim Türk işletmeci domuz yerine sığır kullanıyordu. Oldukça doyurucu, biraz ağır bir yemek francesinha.
Portekiz’in natasından, Porto’sundan, devasa porsiyonlarından, francesinhasından bahsettik. Son bir anekdot ekleyip Portekiz gastronomisini tamamlayayım. Bir tarihte, İskoç kraliçesi Mary deniz yoluyla Portekiz’e gelir. Ancak uzun deniz yolculuğu kraliçeyi bitkin düşürür ve kraliçe rahatsızlanır. Gemi Portekiz’e varır varmaz kraliçenin Fransız hizmetçisi ortalığı ayağa kaldırır. Kraliçenin hastalandığını duyurmak için “Mary hastalandı.” nidalarıyla yaygara koparır. Ancak bu cümleyi kendi anadilinde söyler. Yani tam olarak şöyle; “Marie est Malade.” Derhal kraliçeye ilaç hazırlanır ve kraliçe kendine gelir. Şipşak hazırlanan ilaç ise zamanla hizmetçinin feryatlarıyla isimlendirilir. “Marie est malade” ile başlayan söyleniş zamanla “marmelat” şeklini alır. 1942 tarihli “Tha Gay Galliard: The Love Story of Mary, Queen of Scots” isimli romanda bu hikaye olduğu gibi geçer. Gel gelelim tüm bu hikayenin rivayet olduğu su götürmez. Zira meselenin aslı açıkça bilinmekte. Marmelat kelimesi ayvanın Portekizce karşılığı olan “marmelo” sözcüğünden türemiştir.
Karnımız tok sırtımız pek Porto otogarına vardık. Minibüs durağını andıran otogarda bizi zorlu saatler beklemekteydi. Kapalı bir alan olmadığı için açıkta bulduğumuz yegane banka doluştuk. Saatler ilerledi ama bizim otobüs gelmek bilmedi. Her gelen otobüse durumu soruyorduk. Bizimle beraber Madrid otobüsünü bekleyen diğer yolcular da aynı durumdaydı. Şoförlerden birine aracının nereye gittiğini sormak için yanaştığımda, bekleyen hanımlardan birinin de aynı amaçla şoföre yanaştığını fark ettim. Cevap olumsuzdu. Flixbus uygulaması üzerinden kontrol ettiğimizde nihayet otobüs saatinin bir saat ileri alındığını gördük. Uyuz olduk ama en azından gelişme vardı. Bir saat sonra tekrar bir saatlik erteleme ve tekrar bir saatlik ertelemeyle karşılaşınca iyice sinirler laçkalaştı. Ekibin kızları ciddi bir tuvalet krizi yaşamaya başladılar. Biz oğlanlar olarak hemen otogarın arka tarafındaki tenha park alanında işimizi görmüştük. Kızlar hanımefendiliklerine yediremediklerinden tuvalet arayıp durdular. En sonunda bizimle aynı metodu paylaşmaya mecbur kaldılar.
21:00’de kalkması gereken otobüsümüz 01:00’de kalktı. Allahtan hava çok soğuk değildi. Ekibimizin üyelerinden biri bilet alımında yaşadığı bir aksaklık nedeniyle ertesi gün Madrid’e geçecekti. O hostelinde mışıl mışıl uyuklarken biz saatlerce otobüs beklemiştik. Nihayetinde otobüsümüz geldiğinde yerlerimize kurulur kurulmaz sızıp kaldık. Şoföre istikamet soran hanımefendi ile yan yana oturmuştuk. Gecenin ilerleyen saatlerinde kısa süreliğine ayıldığımda kızın başını omzuma koyduğunu gördüm. Meraklanmayın, ilişkimiz bununla sınırlı kaldı. Otobüsten inene kadar ne o ne de ben yaşananları dillendirdik. Hayatlarını teğet geçen iki yabancı olarak kalmayı seçtik…
Madrid
Erken saatlerde Madrid’e vardık. Otogar çıkışında bir kez daha yol ayrımına gelmiştik. Bu noktadan itibaren ortak konaklama sona ermişti. Her koyun kendi bacağından asılacaktı. Bir eksikle Madrid’e ulaşan grubumuz üçe bölündü. Ben yeniden tek tabanca kontenjanını doldururken kalan üyeler zaten çiftler olduğundan doğal olarak aralarında bölündüler. Madrid otogarında kısmi olarak vedalaşıp yollarımıza gittik.
Şehir merkezinin dışında kalan otogardan merkezde kalan hostelime doğru uzun bir yürüyüşe koyuldum. Hostele giriş yapabileceğim saate daha çok vardı. Bu yüzden epey düşük tempoda yol aldım. Yine de şehrin merkezi yerlerinden elimden geldiğince uzak durdum. Adam akıllı gezip göremeyecektim haliyle. Bu yüzden tadı kaçmasın diye sonraya saklama arzusundaydım.
Üç dört saat kadar oyalandım şehirde. Zaman bu kadar geniş olunca ne kadar kaçınırsam kaçınayım kendimi gözde lokasyonlarda bulmaktan alıkoyamadım. Misal Puerto del Sol. Burası şehrin kalbi diyebileceğim bir meydan. Gel gelelim orada bulunduğumuz süre zarfında burası koca bir şantiyeye dönmüştü. Meydanın dört bir tarafında yollar kesilmişti. Madrid belediyesi bizi gafil avlamıştı. Porto’dan sonra Madrid’de de şehrin ana meydanını kapalı bulmuştuk.
Puerto del Sol’ün hiç de uzağında olmayan bir diğer meydan da Plaza Mayor. Burası Puerto del Sol’e kıyasla daha bohem ve özgün bir alan. Dört tarafı çevrili olup meydana geçişler ancak tüneller aracılığıyla sağlanabiliyor. Ayrıca çevresi kafe ve restoranlarla çevrili olduğundan burada daha kontrollü bir kalabalık mevcut.
Meydanları geride bırakıp caddelere geçiş yapıyorum. Gran Via tam olarak Bostancı Caddesi’nin Madrid versiyonu. Geniş ve hareketli bir cadde. Işıl ışıl mağazalar, kafeler ve oteller… Gran Via Madrid’in alışveriş merkezi ve belki de en şatafatlı bölgesi.
Fotojenik değiliz kardeşim...
Bu üç lokasyon arasında mekik dokuyarak, ara sokaklarda gezip tozarak saati 14:00 ettim. Puerto del Sol’e topu topu yüz metre mesafedeki hostelime girip hemen ranzama sığındım. Porto’daki azap dolu bekleyişin ardından yedi saatlik bir otobüs yolculuğu ve nihayetinde dört saatlik zaruri şehir turu gelmişti. Oldukça yorulmuştum. Odaya çıkar çıkmaz internete girdiğimde Madrid tayfasının akşam için yemek planı yaptığını gördüm. Lizbon’da memnun kalmadığımız restoranı bize öneren arkadaşa bir şans daha verip kendisinin Madrid tavsiyesini de değerlendirme kararı aldık. Şansıma, gideceğimiz lokanta hostelime çok yakındı. Buluşma saatine alarmımı kurup fosur fosur uyudum.
Buluşma saati yaklaşırken çantamı hazırlayıp hostelden çıktım. On dakika içerisinde mekana varmıştım. Ekibin kalanını sokağın ağzında bekledim. Kadro tamam olunca içeri girdik. Taberna el Sur sokak arasında, epey küçük ve salaş diyebileceğim bir mekan. Sınırlı sayıdaki masalardan birine yerleşip siparişlerimizi verdik. Güzel bir somon siparişi verdim. Ortaya da bir koca sürahi sangria söyledik. Dolu porsiyonlar, lezzetli yemekler ve enfes bir sangria. Çeşitli tatlandırıcılar ve meyve eklemeleriyle yapılan kırmızı şarap temelli bu İspanyol likörünü ilk kez tatmıştım ve hayran kaldım. Genel olarak Taberna el Sur’dan memnun ayrıldığımı, ayrıldığımızı söyleyebilirim.
Hayal kırıklığının fotosunu çektim...
Yemekten sonra Gran Via çevresinde yürüyüş yaptık. Gözümüze kestirdiğimiz bir mekana oturup bir şeyler içtik. Buradayken ekibin son üyesi de aramıza katıldı. Biraz zaman geçirdikten sonra evli evine köylü köyüne dağıldı.
Madrid’deki ikinci günümde ekipteki üç kişiyle beraber şehir turuna başladım. Gün içerisinde Madrid Kraliyet Sarayı’nı, Santiago Bernabeu Stadyumu’nu, Plaza de Toros de Las Ventas’ı, Plaza de Cibeles’i, Paseo del Prado’yu gezdik. Santiago Bernabeu lokasyonu itibariyle beni çok şaşırttı. Koca stad uzun boylu binaların arasında kalmıştı. Genellikle böyle büyük stadyumlar şehrin nispeten dışında olur ve etrafında büyük kalabalıkların toplanabileceği geniş alanlar bulunur. Oysa burada durum hiç de öyle değildi. Çocuk parkı yapılması gereken yere stad yapmış adamlar. Bu da yetmezmiş gibi stadın uzun zamandır devam eden renovasyonu henüz bitmemişti. Bu yüzden stadı doğru dürüst göremedik bile. Yarım kapasite çalışan mağazaya ise girmemizle çıkmamız bir oldu. Bütçeme uygun hiçbir şey bulamadığım gibi forma hayallerim etiketleri görür görmez yerle yeksan oldu.
Gelelim gün içerisinde neler yiyip içtiğimize. İlk olarak Mercado San Miguel’den bahsetmem gerek. Burası kapalı bir yeme içme pazarı. Sıra sıra dizilmiş tezgahlardan istediklerinizi alıp masalarda afiyetle yiyebilirsiniz. Biz de tapaslar, tortillalar, zeytinler ile masayı donatıp enfes bir yemek yedik. Gün içerisindeki bir diğer kayıntımız çok daha mütevaziydi. Ağırlıkla Plaza Mayor çevresinde bulunan pek çok dükkanda Madrid ile özdeşleşmiş bir yiyecek olan bocadillo de calamares satılıyor. Türkçesi kalamar sandviçi olan bu yiyecek sandviç ekmeği arasına doldurulan kalamar ve tarator sostan mütevellit. Gel gelelim öylesine lezzetli bir meret ki en iyi yemeklerin en basit olanlar olduğuna dair söyleyişe hak vermemek elde değil.
Akşamı etmişken yeniden yol göründü bizlere. Yine bir akşam otobüsüyle Madrid’i terk ediyor ve bir başka ünlü İspanyol şehrine, Barcelona’ya geçiyorduk. Bilet alımında yaşanan bir karışıklıktan ötürü ekip olarak aynı otobüse bilet alamamıştık. Aynı saatte hareket eden otobüslerden birinde çiftler, diğerinde saplar yolculuk edecekti.
Barcelona
Tahmin etmeliydim! Madrid’den kalkan otobüs tam da şafağın o benzersiz ilk ışıklarıyla Barcelona sınırlarına vardığında uykumdan uyanmamın boşuna olmadığını tahmin etmeliydim. Otobüs yokuş yukarı çıkarken sağlı sollu bize eşlik eden palmiyeler, üzerlerinde titreşen soluk ışıkla beraber öylesine tapılası bir manzara meydana getiriyordu ki. Her bir zerresi özenle biçimlendirilmiş bir sanat eseriydi bu. Yarıya kadar açılabilen gözlerimle bu manzaraya tanık olmamın aslında bir nevi foreshadow olduğunu o an nereden bilebilirdim?
Tıpkı Madrid’de olduğu gibi Barcelona’da da şehre girişimiz pek bir erken saate denk gelmişti. Otobüsten indiğimde ayakta duracak halim yoktu adeta. Yolculuğu beraber yaptığım ekip arkadaşım diğer iki üyeyle beraber ayarladığı eve gitmek üzere şehir merkezi yoluna düşerken ben birkaç saatimi otogarda uyuklamakla geçirmeye karar vermiştim. Otogarda boş bir koltuk bulup çantamla beraber kuruluverdim. Ara ara kısa uyanışlarla kesilen uykum neredeyse öğlene kadar sürdü.
Otogardan ayrılırken sabahki manzara hala aklımdaydı. Belki uyku mahmurluğunun da getirdiği bir sersemlik sonucu beni öylesine etkilemişti bilemiyorum ama aklımı başımdan almıştı. Hal böyle olunca şehre yönelik heyecanım tavan yapmıştı. Barcelona’nın kıtadaki en güzel şehirlerden biri olduğunu çok yerden duymuş olmama rağmen o ana kadar böyle bir heyecandan eser taşımıyordum.
Hostelimi ararken köşe başı bir yerde yanıma zayıf ve çelimsiz bir adam yaklaştı. Çeşitli dillerde konuşmaya başladı. Anladığım kadarıyla adres sorma niyetindeydi. Şaşkın suratıma baka bak 6-7 farklı dil deneyerek benimle iletişim kurmaya çalıştı. Baktı olmuyo, nereli olduğumu sordu. Türkiye cevabını alınca hafif çatlak Türkçesiyle meramını anlattı. Ben de hayranlık içerisinde yardımcı olamayacağımı belirttim. Gece karanlığında karşılaşsanız yolunuzu değiştireceğiniz bu adam bir yabancı dil makinesi çıkmıştı.
Hostelime yerleştikten dakikalar sonra ekip üyelerinin bir kısmından davet aldım. Zaten dışarı çıkmak üzere olduğumdan daveti kabul ettim. Gönderdikleri konumu takip ederek şehrin ara sokaklarını arşınlayarak Plaça Reial’e gittim. Bölgenin mimarisini dibine kadar yansıtan üç katlı binalarla sarılmış genişçe bir meydandı burası. Meydanın çevresini kafe ve restoranlar kaplıyor, alanın göbeğinde palmiye ağaçları bulunuyordu.
La Rambla...
Kafelerden birinde ekip üyelerine katıldım. Bir şeyler içip yarım saat kadar lafladık. Sonrasında sırada plaj ziyareti vardı. Denize girme niyetim ve hazırlığım olmasa da peşlerine takıldım. La Rambla üzerinden şehrin plajı Barceloneta’ya yöneldik.
Önce La Rambla’dan söz edeyim. La Rambla yaklaşık 1.5 kilometre uzunluğunda bir cadde. Merkezde genişçe bir yürüyüş yolu ve iki tarafta tek şeritli yollar var. Sıra sıra mağazalar, kafeler, büfeler vb. La Rambla üzerinde sıralı halde. Şehrin simgesi niteliğindeki bu cadde her daim turist işgali altında ve kalabalık bir an olsun dinmiyor. Barcelona’da bulunduğum süre zarfında bir aşağıya bir yukarıya kat ettiğim La Rambla bana muazzam keyif verdi. Buradaki coşku ve ambiyans beni benden aldı diyebilirim.
La Rambla’nın deniz tarafına çıkan ucunda bizleri Kristof Kolomb Anıtı karşıladı. Yüksek bir kaide üzerine kondurulan Kolomb heykeli Amerika kıtasını işaret etmekte ve çevresinde dolanan yolların göbeğinde yer almakta. Hemen anıtın sonrasında ise artık deniz kenarına varmış oluyorsunuz. Onlarca teknenin sıralandığı limanlar ile oteller ve akvaryum burada muazzam bir kalabalık yaratmakta. Hemen limanın batısında da Barceloneta yer almakta. Barceloneta ücretsiz bir halk plajı. Bizdeki halk plajlarının aksine hem enine hem de boyuna oldukça cüsseli. Mis gibi havanın da etkisiyle tıklım tıklım dolu vaziyetteki plajda ilişecek yer bulmakta bile zorluk çektik.
Barcelona’nın bir hikmeti daha işte. Şehrin göbeğinde, yaşam alanının merkezinde devasa bir plaj. Barceloneta’nın şehre inanılmaz bir hava kattığı görüşündeyim. Gel gelelim bu bölgede fazla fotoğraf yahut video çekemedim. Zira sayısız hanımefendi üstsüz vaziyette güneşlenmekte. Haliyle Barceloneta’nın taşıdığı kültür şoku potansiyelini göz ardı etmemek gerek.
Kısa bir plaj molasının ardından yeniden La Rambla tarafına yöneldik. Barceloneta ile La Rambla arasında kalan alternatif yolda nostaljik bir yaşam alanı, eski lakin dinç binalar, pencereler arasına çekilmiş bayraklar gizli. Burayı sizlerin de keşfetmenizde fayda var. Benzer şekilde Barceloneta ile La Rambla arasında kalan Dino’nun dondurmalarını da denemenizi öneririm. Pişman olmazsınız.
Ekip üyelerimin Plaça Reial’deki oteline döndüğümüzde ayrılık vakti de gelmişti. Akşam yemeği için sözleştikten sonra onlar odalarına çekildi. Benim için ise kendimi Barcelona’nın kollarına atmanın vakti gelmişti.
La Rambla’dan yukarı doğru çıkarken Mercat de la Boqueria’ya daldım. La Rambla üzerinden giriş yapılabilen bu mekan şehrin gıda pazarı. Sebze, meyve ve et ürünlerinin yanı sıra burada güzelce karın doyurmak da mümkün. Envai çeşit yemek hazırlayıp bunları ufak kaplarda satan işletmeler arasında dilediğiniz türde yemeği bulabilirsiniz. Ben henüz deneme fırsatı bulamadığım bir ürünü tatmak istedim. Gözüme bir tezgah kestirip bir tane istiridye aldım. Boştaki masalardan birine geçip istiridyeyi nasıl mideye indireceğimi düşünmeye başladım. Bildiğim kadarıyla bunları çiğnememek gerek. Zaten çiğnenecek bir tarafları da yok doğrusu. Allah affetsin, kıvamlı bir balgama benziyor bu veletler. Üzerlerine biraz limon döktükten sonra mideye indirmek için çeşitli girişimlerde bulundum. Ne yazık ki başarılı olamadım. Bunda ilk deneyimimde kafam kadar bir istiridyeye denk gelmiş olmamın da etkisi vardı şüphesiz. İstiridyeyi yemeyi beceremedim, yalan söylemeyeceğim ama suyunu içtim. Söylenegeldiği üzere denizi yutmaya benzer bir deneyimdi. Tadı ve kokusuyla deniz suyuna benzeyen bir sıvıydı. Şimdilik bu kadarıyla yetinmekten başka çare yoktu. Bir gün alırdım intikamımı bu haylaz istiridyelerden!
La Rambla’nın diğer ucuna vardığımda Katalunya Meydanı’na çıkmıştım. Geniş bir avlu, havuzlar, heykeller ve ağaçlar… Katalunya Meydanı ideal bir buluşma noktası olduğu gibi ideal de bir mola yeri. Sürü halinde dolaşan kuşlar da atmosferi zenginleştiren bir unsur.
İnovasyonun dozu kaçmış...
Sırtımı La Rambla’ya verdiğimde artık önümde Rambla de Catalunya uzanıyordu. Ortasından yürüyüş alanı geçen çift taraflı, geniş bir caddeyi burası. Dümdüz takip ettiğimde iki önemli binaya ulaştım. Önce Casa Batllo, ardından Casa Mila. Her ikisi de Barcelona’nın simgelerinden ve şehrin tescilli mimarı Gaudi’nin eserleri. Eğer bu beyefendinin çalışmalarına aşina değilseniz, Barcelona dönüşünde kendisinin tarzına hakim olacaksınız. Zira kendisi şehre adeta damgasını vurmuş. Casa Batllo ve Casa Mila da kendisinin tarzını bütünüyle yansıtıyor. Çatılarda ejderhalar, balkonlarda kurukafalar, dalgalı duvarlar, eliptik pencereler vb. Mimari lügatım bunları tarif etmeye yetmeceğinden sizleri Google Görseller’e davet ediyorum.
Gelelim bir başka Gaudi eserine. Barcelona’nın 1 numaralı mimari simgesi La Sagrada Familia’nın fotoğrafını görmemiş, hikayesini duymamış olan yoktur. Gaudi’nin 1800’lü yılların sonunda yapımına başladığı bu La Sagrada Familia, inşaatının halen daha tamamlanamamış olmasıyla meşhur. Heybeti ve tepeden tırnağa süregiden süslemeleriyle hayranlık uyandıran kiliseye ben yürüyerek vardım ama sizlere metro kullanımını tavsiye ederim. Yapının içine de girmek mümkün ancak ben vardığımda giriş saatleri sona ermek üzereydi. Haliyle girmeye yeltenmedim bile. Zaten yapının esas olayı dış cephesinde. Sizler de kilise çevresinde bir tam tur dönerek ayrıntıların keyfine varabilir, inşaatın neden bir türlü sonunun gelmediğinin hikmetini kavrayabilirsiniz. Gel gelelim ben yetkililerin inşaatı bitirmekten bile isteye kaçındığı kanaatindeyim. Düşünsenize, dünyanın en ünlü kilisesine bu payeyi kazandıran en önemli niteliklerden birisi tamamlanamamış olması. Buzz marketing yoluyla turistler arasında bir efsaneye dönüşmesinin temel sebebi bu. Bir gün bitirilirse şayet belki de tüm bu büyüsünü kaybedecek. Onu diğer devasa kiliselerden ayıracak bir şey olmayacak. En azından benim görüşüm bu yönde.
Akşam yemeği saati yaklaşırken yeniden Plaça Reial tarafına doğru yola düştüm. Şehrin çok övülen mimari yapısı da iyiden iyiye dikkatimi çekmeye başlamıştı. Barcelona’nın kuş bakışı fotoğraflarından biri ile karşılaşmış iseniz demek istediğimi anlayacaksınız. Barcelona o kadar muntazam biçimde tasarlanmış ki şapka çıkarmamak elde değil. Birbirine paralel ilerleyen geniş caddeler yer yön bulmayı inanılmaz kolay hale getiriyor. Dört tarafından caddeler geçen kare biçimli apartman yumaklarının köşelerinde, yoldan kesilen üçgen alanlarla park yerleri meydana getirilmiş ki bu çözüm basit olduğu kadar etkili de. Sözün özü Barcelona şehircilik konusunda başyapıt niteliğinde. Yapanların eline sağlık.
Plaça Reial’de buluşup meydan içerisindeki restoranlardan birinde zar zor yer bulduk. Drag queen görünümlü çalışanların gösterdiği yere oturduk. Deniz ürünü ağırlıklı bir yemek yedik ama beni sofrada esas büyüleyen şey bir kez daha sangria oldu. İspanya’da birkaç gün daha geçirmiş olsam sangria yüzünden alkolik olabilirdim.
Nou Camp'ta VR deneyimi...
Güzel bir yemek, sangria ve meydanda düzenlenen eğlencenin ardından keyifli bir akşam yemeğine nokta koyup havaalanında görüşmek üzere bir kez daha yollarımızı ayırdık. La Rambla üzerinden hostelime doğru yürüyordum ki bu kez ekibin kalan üyelerinden bir başka davet aldım. Derhal dümeni kırıp bu ikinci davete de icabet etmeye karar verdim. Plaça Reial civarında buluşup La Rambla üzerindeki turist düşmanı kafelerden birine oturduk. Birer koca bardak, daha doğrusu birer koca sürahi kokteyl ısmarladık. Aksiyon dolu La Rambla’nın gölgesinde kokteyllerimizi yudumlarken sürahilerin dibine varmamız epey vakit aldı. En sonunda üyelerden biri de iyice sarhoş olmuşken kazık mı kazık hesabı ödeyip kafeden kalktık.
Ertesi sabah, Amerikalı televizyoncu Guy Fieri’nin Barcelona’daki favori sandviççisi Conesa’ya uğrayıp biraz sıra bekledikten sonra bir sandviç kaptım. Mekan içerisindeki masalardan birine kurulup son derece ortalama, neden bu denli meşhur olduğuna anlam veremediğim sandviçimle kahvaltımı yaptım. Ardından metro vasıtasıyla zorlanmadan Nou Camp Stadyumu’na ulaştım. Şehrin aynı adlı ünlü futbol takımının stadı olan Nou Camp, Barcelona’daki önemli duraklarımdandı.
Şu notu düşmekte fayda görüyorum. Esasında bir futbolsever olarak Barcelona’dan ve hatta biraz daha ileri gidersek Katalan hareketinden pek hoşlanmam. Belki abartılı bulacaksınız ama zaman zaman Katalan ayrılıkçıları ile PKK arasında bir fark olmadığını düşünürüm. Her ikisi de bağlı oldukları ülkeden ayrılmak ve kendi devletini kurmak isteyen gruplar. PKK bunu silahla, terörle yapmaya çalışırken Katalanlar başta futbol olmak üzere çok daha insani metotlara başvuruyorlar. Gel gelelim niyet aynı. Doğal olarak bu planın başat aktörü olan futbol takımına da antipatik bakmışımdır hep.
Diğer yandan bu Katalanlar kimdir, nedir diye araştırdığımda sahiden de İspanyollardan farklı olduklarını öğrendim. Günümüz İspanyol toplumu Vizigotların torunlarıyken Katalanlar hem Vizigot hem de Alan kabilelerinden gelmekte. Zaten Katalan ismi de buradan çıkmış. Got+Alan= Katalan. Elbette bu küçük etnik fark bütün bu Katalonya rüyasını haklı çıkarmaz. En azından benim gözümde.
Stada yaklaştığımda bölgenin devasa bir kompleks olduğunu gördüm. Mağaza ve kafe gibi standart mekanların yanı sıra devasa bir otopark, turistler ve/veya çocuklar için türlü eğlence parkları ve basketbol takımının salonu Palau Blaugrana da kompleksin dahilindeydi. Bunları göz ucuyla kesip stada yöneldim. İnternet üzerinden aldığım tur biletini girişteki görevliye gösterip yönlendirme levhalarını takip ederek müzeye ulaştım. Barcelona futbol takımının kuruluşundan bugününe dek önemli eserler, formalar, video kayıtlar vb. eşliğinde müze turumu tamamladım. Aldığım bilete dahil olan sanal gerçeklik turu için ilgili bölüme yanaştım. Sıram geldiğinde görevlinin gösterdiği yere oturdum. Başıma bir VR gözlük geçirildi. Tıklım tıklım dolu bir Nou Camp atmosferini canlandırmayı amaçlayan bu deneyim yaklaşık beş dakika kadar sürüyor. Özgün ve keyifli bir deneyim olsa da görüntü kalitesinin biraz daha yüksek olmasını isterdim.
Müze turunun bitiminde bir tünel vasıtasıyla stadın içine bağlandık ve tribünlerin ziyarete açılmış bölümüne çıktık. Dünyanın en büyük kulüplerinden birinin stadyumunda atmosferi hissetmeye çalıştım. Kendimi, tam da parıl parıl çim sahayı seyrettiğim bölümde oturup Messi’nin golleri sonrasında kendinden geçen bir Barcelonalının yerine koydum. Tribünlerin sahaya olan yakınlığı karşısında şok oldum. Müzede maket olarak lanse edilen yeni stadyum projesini takdir ettim. Zira mevcut haliyle tribünlerin yarısından fazlası güneş altında kalıyor. Barcelona gibi güneşi bol bir memlekette bu taraftarlara yazık yahu!
Kulüp mağazasına uğrayıp avucumu güzelce yaladıktan sonra şehre geri döndüm. Şehrin tepelerinde kurulu Park Güell’e doğru uzun bir yürüyüş yaptım. Dere tepe gittikten sonra tam da parkın kapısına gelmiştim ki bir kez daha avucumun tadına bakmak durumunda kaldım. Bilet kuyruğunda beklerken sıra tam da benim önümdeki ziyaretçiye geldiğinde satışlar durdu. Bekleyenlere bilet satışının kapatıldığı, o gün için ziyaretlerin sona erdiği bilgisi verildi. Dakikalar ile kaçırmıştım Park Güell girişini. Çaresiz tıpış tıpış geri döndüm. Parka girmeyi başaran diğer ekip üyelerinin memnuniyetsizlikleri yarama merhem olurken nefes kesici şehir manzarası yanıma kâr kalmıştı.
Ucundan Park Güell...
Günün kalanında ve sonraki günün erken saatlerinde; Barrio Gotico sınırlarında kalan -ki Barrio Gotico da başlı başına görülesi bir alandır- Barcelona Katedrali’ni, havuzlu yeşillikli Parc dela Ciutadella’yı, onun hemen yanı başında kalan Arc de Triomf’u ve Plaça d’Espanya’yı gördüm. Park Güell’i hariç tutarsak şehirde yetişemediğim yalnızca Erotic Museum of Barcelona!! ve Templo del Sagrado Corazon de Jesus kalmıştı. Özellikle kuş bakışı müthiş bir Barcelona seyri sunan tapınak Barcelona’da ıskalanmaması gereken yerlerden.
Artık veda vakti geldi. Son iki günü bütünüyle bireysel geçiren ekip üyeleri olarak dönüş uçuşu için havaalanında yeniden toplaştık. İstanbul uçağını beklerken hemen karşımızda Fenerbahçe Beko’nun yıldız basketbolcusu Nando de Colo ve ailesiyle karşılaştık. Barcelona’nın son sürprizi…
Toparlıyorum. Devletimiz sağolsun hayatımda ilk defa kuruş harcamadığım bir seyahate çıkmıştım. Hatta üstüne epey bir meblağ da arttırmayı başarmıştım. Beleş sirkenin baldan tatlı olduğu zaten aşikar ama bir de o beleş sirke Portekiz ile İspanya olunca tadından yenmez oldu. Portekiz bir nebze hayal kırıklığı yaşattı, yalan söylemeyeceğim. Fakat belki de bunun sebebi benim ülkeye yönelik muazzam beklentilerimdi. Objektif olarak bakınca ne Lizbon’un ne de Porto’nun vasat şehirler olmadığını açıkça vurgulayabilirim.
Elbette seyahatimizin yıldızı İspanya oldu. Özellikle de Barcelona. Kabul ediyorum belki biraz popülist bir tercih ama ben Barcelona’nın büyük bir hayranı oldum. Avrupa özelinde kıyas yapmak gerekirse İtalya’nın ve İtalyan şehirlerinin gönlümdeki yerini sarstı İspanyollar ve Katalanlar. Futbol, yemek, deniz, tarih, sanat, güneş… Sözün özü şu ki nsana ne arıyorsa onu verebilecek bir şehir Barcelona.