22-) Yunanistan
28.07.2022 - 03.07.2022
Her şey sıradan bir iş gününde gelen beklenmedik bir davetle başlamıştı. Kendi arasında organize olan üç meslektaşım beni de programlarına dahil etmek isteyince tekliflerini geri çeviremedim. Aslında çok da bana hitap eden bir proje değildi bu zira pek de sıcak bakmadığım tur konseptine dayanıyordu.
Tur paketlerinden hoşlanmam evet. Zira bana kalırsa meselenin en keyifli yanını başka ellere teslim etmek anlamına gelir. İnsan özgürce rotasını çizemeyecekse, kafasına göre son dakika değişiklikleri yapamayacaksa, en ucuz alternatiflerin peşine düşemeyecekse ben ne anladım bu işten? Diğer taraftan turların sunduğu kafa rahatlığının da farkındayım. Parayı verenin düdüğü çaldığı bu senaryoda ne ulaşım ne de konaklama için düşünüp taşınmaya gerek kalmadığından insanları cezbetmesini anlıyorum. Sadece bana göre değil.
Oysa şimdi yanımda yol arkadaşlarımla memleketin en bilindik tur firmalarından birine doğru yol almaktaydım. Bu projeye dahil olma sebebim hem beni başlarında bir idol olarak gören meslektaşlarımı geri çevirmek istememem hem de zaten gidip görmüş olduğum bir ülke olan Yunanistan’ın rota olarak seçilmiş olmasıydı. Eğer bu tur tasarısı henüz ziyaret etmediğim diyarlara yönelik olsaydı muhtemelen katılmamak için elimden geleni yapardım.
Hepimiz için uygun olan tarih aralığını seçip turumuzu aldık. Erasmus sebebiyle almış olduğum vizemin henüz son kullanma tarihi geçmediğinden yapmam gereken tek şey yola çıkış tarihini beklemek olacaktı. O tarih geldiğinde, Kadıköy Evlendirme Dairesi karşısından kalkacak otobüsümüz için belirtilen saatte toplandık. Yanımıza bir miktar nevale alıp yaş ortalaması 94 olan tur ekibimize dahil olduk.
Şansımıza otobüsün arka kapısından itibaren tüm koltuklar boştu. Yarı yarıya dolan otobüsteki diğer turdaşlarımız komple ön taraflara yığılınca otobüsün yarısı bize kalmıştı. Bu sayede tüm yolculuk boyunca sere serpe yayıldık. Geniş geniş takıldık. Otobüsün çakılı olduğu tersi bir senaryoda muhtemelen sıkıntıdan, rahatsızlıktan helak olurdum.
Selanik
Arkayı dörtlüyoruz...
Günün ilk ışıklarını takiben Selanik’e giriş yaptık. Turumuzun ilk durağı olan Selanik’e kadar mışıl mışıl uyumuştuk. Şehre giriş yaptıktan sonra otobüsümüz uygun bir yerde park etti ve Yunan topraklarına ayak bastık.
Haliyle ilk durağımız Atatürk Evi oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün dünyaya geldiği bu ev bugün müzeye dönüştürülmüş ve ziyarete açılmış. Ana cadde üzerindeki bir ara sokakta bulunan ev ve bahçesi, tıpkı bir konsolosluk gibi Türk toprağı olarak kabul ediliyor. Türk askerinin nöbet beklediği yapıya tek sıra halinde giriş yaptık. Bir müddet evin küçük bahçesinde dolandıktan sonra içeri girdik. Evin içi Atatürk’e ait eşyalar, hatıralar ve aile üyelerine dair balmumu heykellerle donatılmış. Bu haliyle kapsamlı bir müze değil ve evin özgün hali korunduğundan odalar arasında geçiş yapmak da pek kolay olmuyor. Bana kalırsa müzeye dönüştürülmesine bile hacet yoktu. Zira müze olmasının yarattığı herhangi bir katma değer söz konusu değil. Atatürk’ün doğduğu ev yahu neticede, boru değil! Şahsen ziyaretimi tamamen bu duygular üzerinde gerçekleştirdim.
Atatürk Evi ziyareti sonrası mini bir serbest zaman tanındı. Bu sürede caddenin karşı tarafına geçtik. Tamamen şans eseri olarak Yorgo Rotundası ve Galerius Kemeri’ni keşfettik. Bunlar şehrin köklü geçmişini gözler önüne seren önemli tarihi eserler.
Atatürk'ün yeşillikler arasındaki evi...
Serbest zamanımızın bitiminde otobüsümüze doluşup yeniden yola koyulduk. Çok geçmemişti ki Selanik’in kalbine vardık. Şehrin en geniş caddesi Egnatia üzerinde otobüsümüzden hızlıca indik. Bu noktada rehberimiz şehre dair kısa bir özet bilgi verdi. Gezilmesi gereken yerleri ve bunların konumlarını aktardı. Son talimatlarını da verip hepimizi kendi haline bıraktı.
Caddenin hemen üst tarafındaki meydanda Venizelos Heykeli bulunuyordu. İlk önce bu heykeli ziyaret ettik. Yunanistan tarihindeki, özellikle de yakın geçmişteki en önemli figürlerden biri olan Venizelos bizlerin de yakından tanıdığı bir lider. Osmanlı vatandaşı olarak dünyaya gelse de sülalecek Osmanlı karşıtı bir ailenin ferdi olarak kendisi de Osmanlı karşıtı olur. Yunan siyasi hiyerarşisini adım adım tırmanarak en tepeye ulaşır ve Kurtuluş Savaşı’nda bizlere karşı mücadele eder. Savaş sonrasında ise “iyi oynayan kazansın” yaklaşımıyla ve elbette g.t korkusunun da etkisiyle ilişkileri sıcak tutmaya çabalar. Hatta Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü için aday göstermişliği bile vardır.
Venizelos Heykeli’nden sonra Egnatia’yı tekrar geçtik. İki tarafı mağaza ve kafelerle dolu geniş bir yürüyüş yolunu takibe koyulduk. Bu yol bizleri Aristoteles Meydanı’na ulaştırdı. Aristoteles’in gösterişsiz bir heykelinin de bulunduğu meydanı aştığımızda artık deniz kenarındaydık. Bu noktadan itibaren, deniz kenarında yaptığımız yürüyüş boyunca şehirden acayip İzmir havası aldım. Kordon ile Konak iskele arasında kalan bölümün neredeyse aynısı burası.
Deniz havası eşliğinde ağır ağır ilerlerken karınlarımızın açlığını gidermemiz gerektiğini fark ettik. Yol üstündeki lokantalardan birini gözümüze kestirip dışarıdaki masalardan birine yerleştik. Çeşitli deniz ürünleri ve Yunan’ın meşhur salatası ile karınları doyurduk. Ne yazık ki benim için keyifli bir yemek olmadı. Bir kaç saattir etkilerini hissetmeye başladığım migrenim tam gücüne kavuşmuştu. Benim için zorlu saatler başlamıştı.
Tüm sancılarımı, sızılarımı görmezden gelip grup dinamiğine elimden geldiğince uyum göstermeye gayret ettim. Yemekten sonra geldiğimiz yöne doğru ilerleyip sahil hattı üzerindeki ara sokaklara girip çıktık. Buralarda nispeten bohem kafelerin bulunduğu gizli sokaklar ve çarşılar bulunabilir. Gel gelelim turistik anlamda bep bir değer ihtiva ettiklerini söylemek güç.
Toplanma saatimiz yaklaşınca turumuzu nihayete erdirip toplanma noktasına dümeni kırdık. Toplanma noktamız şehrin belki de bir numaralı turistik yapısının hemen önündeydi; Beyaz Kule. Kanuni Sultan Süleyman’ın hemen deniz kenarına yaptırdığı Beyaz Kule şehrin simgelerinden biri olagelmiş. Belki de bu yüzden toplanma noktası olarak burası seçilmişti.
Kule’yi gördükten sonra hemen yakınındaki yeşillikler üzerine attık kendimizi. Durumum içler acısıydı. Ağrı kesicilerim bagaja verdiğim çantada kalmıştı. Öyle olmasa bile ağrı kesicinin fayda etmeyeceği seviyelerdeydi ahvalim.
Toplanıp Selanik’te kalacağımız otele doğru yola çıktık. Şehrin dışında kalan otele vardığımızda ikişerli olarak odalara dağıldık. Ekiptekilerden biri derdime çare olmak adına yanında getirdiği Arvales haplarından teklif etti. Alıp denedim. Ve dünyam aydınlandı. Bu Arvales nasıl bir şeymiş arkadaş! Arvalesi yutup üzerine de sıcacık bir banyo yaptım mı hiçbir şeyim kalmadı.
Ekipçe toplanıp otelin açık havuzuna indik. Güneş ufaktan batmaya başlamıştı ama havuz nispeten hareketliydi. Şezlonglara yayılıverdik. Bendeniz uzanıp rahatlamayı seçerken kimimiz kokteylleri mideye indirme, kimimiz havuzun tadını çıkarma kimimiz de havuzdaki kızları dikizleme derdindeydi!
Meteora
Ertesi gün Selanik’ten ayrılıp Atina istikametinde yola koyulduk. Bu istikamette birkaç saat yol gittikten sonra benim için bu tur özelindeki en heyecan verici lokasyonda bir ziyaret molası verecektik.
Meteora aslında bir vadi. Yani doğru ifadeyle Meteora Vadisi. Ancak bu vadiyi benzersiz kılan çok önemli bir özellik mevcut. O da vadi üzerine yayılmış vaziyette bulunan sütunlar. Ancak bunları sakın Peri Bacaları gibi düşünmeyin. Buradaki sütunlar, kimisi 400 metre yüksekliğe sahip olan devasa kuleler şeklinde. Zaten ismi de bu muazzam yükseklikten geliyor. Meteora yani meteor yani yüksekte duran veya havada asılı olan.
Doğal bir oluşum olarak bu sütunlar muazzam bir görsel sunuyor. Ancak Meteora’nın büyüsü bununla sınırlı değil. Sütunların üzerinde manastırlar bulunmakta. Ne ütopik değil mi? Geniş bir vadinin göbeğinden fışkırmış ince uzun kaya parçalarının zirvelerinde manastırlar…Eskiden sayıları çok daha fazla olsa da günümüzde 6 ya da 7 tane manastır kalmış aktif olan. Tur kapsamında bu manastırlardan birini ziyaret edecektik. Göreceğimiz manastır turizme özel olarak açılmış, üzerinde bulunduğu sütun anakaraya taş atım mesafesinde bulunan bir manastır.
Ziyaret alanındaki park alanında otobüsten inip manastıra doğru hareketlendik. Ağaçlarla çevrili dar köprülerden geçip manastıra ulaştık. Manastır girişinde görevli personel her birimizin dress code uyumluluğunu kontrol etti. Tur rehberimiz ve ekibimizden bir arkadaş bu kontrolden geçemeyince kendilerine naylon alt eşofmanlar verildi. Ancak bu eşofmanları giydikten sonra ziyaretlerine müsaade edildi.
Manastırın hemen girişine asılmış bazı tablo ve afişler dikkatimi çekti. Burada, bizlerin Kurtuluş Savaşı ve Büyük Taarruz olarak adlandırdığı Yunanın ise Küçük Asya Felaketi olarak andığı olayları anlatan paragraflar ve resimler yer almaktaydı. Tahmin edebileceğiniz üzere bunlarda, iyi niyetli ve cesur Yunan askerlerinin barbar Türkler tarafından maruz bırakıldığı haksızlık ve mezalimden bahsedilmekteydi. Herkesin tarihi kendine ne de olsa!
Açık konuşmak gerekirse manastırın içinde beni çok etkileyen şeyler yoktu. Tipik bir dini yapı işte. Buradaki manastırları esas değerli kılan unsur hiç şüphesiz konumları. Ekip üyelerim de benim gibi düşünüyor olacak ki ziyaretimizi fazla uzun tutmadık. Dışarı çıkıp sütunlar üzerindeki manastırları görmek ve bunları fotoğraflamak hepimize daha cazip geldi.
Anakaraya daha uzak mesafedeki sütunlar üzerinde bulunan manastırlar ulaşımı teleferik benzeri yapılar ile sağlamaktalar. Belli ki hakiki manastır yaşamı bunlarda sürdürülmekte. İstenmeyen bir durum karşısında bu manastırlar hatları devre dışı bırakıp ulaşılması neredeyse imkansız manastırlarına kapanma seçeneğine de sahipler.
Meteora işte böyle bir yer. Doğanın ne kadar mucizevi olduğunun ve insanın bu mucizelerden faydalandığında nasıl epik şeyler ortaya çıkarabileceğinin kusursuz bir örneği. Pek sapa bir yerde kaldığından bireysel Yunanistan ziyaretlerinde buraya kadar gelmek pek kolay değil. Sanırım tur ile geziyor olmanın bana en büyük katkısı Meteora oldu. Ha bir de, şoförünüzün tercih edeceği yola bağlı olarak Selanik-Meteora arasında, uzaklarda bir yerlerde Olimpos Dağı’nı görmeniz mümkün. Gözleri açık tutun!
Atina
Tam gaz Atina yoluna koyulmadan önce öğle yemeği için yol üzerindeki bir lokantada mola verdik. Sınırlı yemek çeşitleri arasından tüm yolcular gibi ben de musakkayı tercih ettim. Yunan ile aramızdaki gastronomik rekabetin simgelerinden biri olan musakkayı burada pek farklı yapıyorlar. Üstünde beşamele benzer bir sos ile hazırlanıyor. Bu haliyle hasanpaşa köfteyi andıran bir görünümü var.
Uzun bir yolculuğun ardından Atina’ya vardık. Şehir merkezine giriş yaptıktan sonra bizi ilk olarak Panathenaic Staduim’a götürdüler. M.Ö. 566 yılında açılan ve Kalimarmaro adıyla da bilinen stadyum 1896’daki ilk olimpiyat oyunlarının da gerçekleştirildiği yer olması bakımından değerli. Bir yanı bütünüyle açık olan stadyumu bu noktadan ziyaret etmek ve fotoğraflamak mümkün. Hala daha çeşitli etkinliklerin gerçekleştirildiği Kalimarmaro’ya sanırım bilet alıp girmek de mümkün ama bundan tam emin olamadım.
Stadyum ziyaretinin aradan çıkarılmasıyla beraber otobüsümüz şehir merkezinde bulunan otelimize götürdü bizleri doğruca. Vakit kaybetmeden odalarımıza yerleşip akşam yemeği için dışarı çıktık. Otelin önünden uzanan ara sokağa dalıp doğruca Monastıraki’ye çıktık. Aklım bir önceki Yunanistan seyahatimde uğradığımız tavernadaydı. Ekibin lideri olarak dostlarımı takdirimi kazanmış bu mekana götürme niyetindeydim. Ancak ismini hatırlamadığım bu yerin konumunu da yalnızca hayal meyal hatırlamaktaydım.
İçgüdülerime güvenip Monastıraki’yi soluma alıp caddeyi takip ettim. Salt hissiyatımla iki sağ sol yaptım ve pat! Tam da aradığım yerin önündeydim. Özel güçlerim mi var ne? Psyrrēkoko adındaki mekan hem kapalı alana hem de enfes bir bahçeye sahip. Güzel havanın etkisiyle bahçe tıklım tıkış dolu olsa da bizlere uygun bir masa ayarladılar. Koruya benzer bahçe de yetmezmiş gibi sakin bir de canlı müzik vardı. Deniz ürünü bazlı soframızı kurup anın tadını çıkarmaya koyulduk.
Atina’dan ayrılma günü geldiğinde Kavala yoluna düşmeden evvel Korint Kanalı’na gittik. Yapımına 1881’de başlanıp inşaatı 12 yıl süren Korint Kanalı Adriyatik ile Ege’yi birleştirerek Mora Yarımadası olarak bilinen bölgeyi Yunan anakarasından ayırıyor. Gel gelelim bugün bu kanal çeşitli nedenlerden dolayı pek aktif değil. Her geçen gün turistik bir lokasyona dönüşüyor adeta. Ekip arkadaşlarım pek etkilenmezken ben büyülendim Korint Kanalı’ndan. Safi insan eliyle yapılmış cüretkar bir yer burası.
Mevzu hazır kazma küreğe gelmişken gelin sizlere bir anekdot anlatayım. Rivayet odur ki çok eski bir tarihte Datça’nın yerlileri Marmaris’in yerlilerinin tehditi altındadır. Marmarisliler her fırsatta Datça Yarımadası’na baskın düzenleyip Datçalının malına, canına, ırzına göz koymaktadır. En nihayetinde Maori kılıklı Marmarislilerden illallah eden Datçalının aklına çılgın bir proje gelir. Datça Yarımadası’nın Anadolu’ya bağlandığı en kısa hat tespit edilir. Bu hat bugün D Maris Bay otelinin bulunduğu konuma denk düşer. Ardından Datçalılar kazma küreği kapıp bu hattı kazmaya başlar. Amaç Datça’yı anakaradan koparıp yarımadadan adaya terfi ettirmek ve bu vesileyle Marmarisli vandallardan korunmaktır. Gel gelelim işe giriştikten sonra peşi sıra depremler olmaya başlar. Bugün bile bölgeyi beşik gibi sallayan depremleri bölge halkı “Zeus yaptıklarımızı onaylamıyor.” şeklinde yorumlar ve proje rafa kalkar.
Turumuzun Atina ayağını fazla uzatmayacağım. Zira bu noktadan sonra gezip gördüğüm yerler neredeyse bir önceki Yunanistan seyahatimle aynı. Atina için detay isteyenleri oraya davet ediyorum. BURADAN hızlıca ulaşabilirsiniz.
Öncekinden farklı olarak bu kez meşhur Yunan yemeği saganakiyi deneme fırsatı buldum. Saganaki kabaca bizdeki hellim peynirine benzeyen bir ürün. Tavada kısa süre pişirilerek hazırlanıyor. Dışı hafif çıtırlık ve renk alan bu peynir sıcak sıcak tüketilmeli. Hellime benzediğinden ötürü aşina olduğumuz bir ürün. Yine de lezzet farkı var elbet. Saganaki biraz daha tuzlu ve buruk bir tada sahip. Gerçi her yerde farklı tatta da olabilir. Orasını bilemiyorum.
Monastıraki dolaylarında saganaki yiyecek yer ararken kalabalık masalardan birinde turdaşlarımız ile karşılaştık. Turun yegane 50 yaş altı üyeleri olduğumuzdan dikkat çekiyorduk. Bizi görünce hemen selam verdiler. Ayak üstü birbirimize iyi dileklerde bulunduk.
Akropolis’e girebilmek için kabus gibi bir trafik ve ucu bucağı olmayan bir giriş sırasıyla mücadele ettik. Syntagma üzerindeki Başkanlık Sarayı önünde nöbet bekleyen askerlerin değişim seremonisine denk geldik. Plaka’da boş yer bulamadık. Atina da böylece sona erdi.
Kavala
Geldik Kavala’ya. Mehmet Ali Paşa’sıyla, kurabiyesiyle ünlü Kavala’ya. Yaklaşık yedi saatlik, içimizin bayıldığı uzun bir otobüs yolculuğu ile vardık bu küçük kente. Öyle bunaldık ki yol boyunca otobüsün yarısı bizlere bırakılmış olmasa ne yapardık kim bilir?
Kavala yalnızca birkaç saatimizi ayıracağımız duraklarımızdandı. Liman tarafında uygun bir yerde inip serbest zamanımıza başladık. Vakit kaybetmeden hemen sahildeki balıkçılardan birine daldık. Deniz ürünleri temelli soframızı kurup karnımızı doyurduk. Masanın yıldızı hiç şüphesiz kabak kızartmaydı.
Yemekten sonra Kavala Kalesi’ne doğru tırmanışa geçtik. Deniz kıyısından kaleye doğru çıkan yolda hoş kafeler, kurabiyeciler bulmak mümkün. Yolun ilerisinde ise Mehmet Ali Paşa’nın evvela konağı, sonra da heykeli bulunmakta. Halil Bey Cami ve Kavala Feneri diğer görülesi yerler. İlginiz olursa Denizcilik Müzesi ve Tütün Müzesi gibi müzeler de listeye eklenebilir.
Fenere kadar gidip turumuzu tamamlayarak dönüşe geçtik. Kurabiyecilerden hediyelik kurabiye aldık. Liman bölgesine yeniden döndüğümüzde son olarak deniz kıyısında kısa bir yürüyüş yapıp Kavala’yı bitirmiş olduk. Otobüse doluşup geceyi geçireceğimiz İskeçe’ye doğru yola koyulduk.
İskeçe
Kavala’dan İskeçe arasındaki mesafe yaklaşık 55 kilometre. Kısa bir çay molası ile uzattığımız yolculuğumuz İskeçe şehir merkezinin hafif dışında kalan otelimize vardık. Yerleşip dışarı çıktık. Yirmi dakika kadar yürüyüp İskeçe’nin merkezine geldik. Merkez dediysem gözünüzde çok büyük bir şey canlanmasın hemen. İskeçe küçücük bir şehir. Merkezi bölgesinde hoş parklar ve kafeler bulunmakta. Ekstra olarak da hareketli bir barlar sokağı mevcut.
Pratik şekilde karnımızı doyurup barlar sokağında bir şeyler içtik. İskeçe gibi ufacık bir şehirde bu kadar hareketli bir gece hayatı görmek gerçekten çok şaşırtıcıydı.
İskeçe defterini böylece kapatıyorum. Sanırım bugüne kadar en kısa tuttuğum şehir oldu İskeçe.
Thasos
Sabah İskeçe’ye veda edip Thasos yahut Türkçe söylenişiyle Taşöz adası yolunun tuttuk. Kısa bir feribot seferiyle adaya ulaştık. Şehrin sevimli çarşısından geçip en yakın plaja gittik. Ekibimizin yarısı denizin tadını çıkarırken benim de dahil olduğum diğer yarısı plajın kafesinde pinekleyip soğuk içeceklerle serinlemeyi tercih etti.
Denizle işimizi bitirdikten sonra yeniden çarşı tarafına doğru geçip bulduğumuz bir köftecide karnımızı doyurduk. Hareketli çarşıda dükkanlara baka baka turladık. Nihayetinde buluşma noktasına dönüp otobüse doluşarak adadan ayrıldık.
Thasos sonrası artık turumuz bitmişti. Rota İstanbul’du artık. Sınıra yaklaşmışken şoförümüz ana yoldan çıkıp derme çatma bir toprak yola daldı. Bu yolda neredeyse yarım saat kadar seyrettik. Nedir bu yolun hikmeti diye kendi kendimize soraduralım, kendimizi pat diye sınır kapısında bulduk. Üstelik sınırdaki kilometrelerce araç kuyruğunu baştan sona by pass ederek. Aynı yolları arşınlamanın verdiği tecrübe sayesinde minimum 3 saatlik bir bekleyişten kurtulduk.
Bu sayede Yunan sınırından bir çırpıda geçmiş olduk. Tam Yunan sınırı ile bizim sınırı birbirinden ayıran Meriç Nehri üzerinden geçerken sanki savaştan dönmüşüz gibi “Ölürüm Türkiyem” şarkısı eşliğinde kendimizden geçtik.
Bizim sınırda beklerken diğer herkes gibi bizler de duty free bölgesinde havayı kokladık. Şahsen bir şey almadım ama ekip arkadaşlarım alkol limitlerini öylesine zorladı ki bir bölümünü de bana yazdırmak durumunda kaldılar. Bu esnada tur rehberimiz ve şoförümüzün de çılgınlar gibi alışveriş yaptığını gördük. Meğer bu arkadaşlar kendilerine ikinci bir iş kolu icat etmişler. Sınırdan ucuza kaptıkları içkileri, sigaraları, çikolataları eşe dosta Türkiye fiyatı ile sınır fiyatı arasında bir ücrete satıp win win usulü yollarını buluyorlar. Her mesleğin bir getirisi var işte.
Tekirdağ dolaylarında otoban üzerinde dandik mi dandik ve bir o kadar da kazık bir köftecide yemek yedik. Bütün turun en kötü ve aynı zamanda en kazık yemeğini yine dönüp dolaşıp bizim memlekette yemiştik. Trajik!
Sözü daha fazla uzatmayacağım. Tur tecrübesini de edinmiş olmam bakımından farklı bir seyahat oldu benim için. Tur rehberlerinin neredeyse bütün yol boyunca bulunduğumuz ülkeyi ve şehirlerini anlatıyor olmasını takdir ettim. Adam Yunan’ın tarihinden bir girdi, tarih boyunca aldı günümüze kadar getirdi. Kültürleri, alışkanlıkları, mitolojisi, coğrafyası… Anlattıkları arasında en dikkatimi çeken şey Yunanistan ile aramızdaki ardı arkası kesilmeyen dalaşmalar ile alakalıydı. Tüm bu Türkiye-Yunanistan geriliminin Yunanistan tarafında -tıpkı bizde de olduğu gibi- bir seçim çalışması olarak görüldüğünü ve seçim arifelerinde mutlaka Türkiye’ye sataşıldığını anlattı. Bilinen bir gerçek teyit edilmiş oldu.
Tur demek kafa rahatlığı demek evet anlıyorum ama yine de değer mi arkadaşlar? Sırf tur programında daha fazla şehir olsun diye Kavala gibi, İskeçe gibi, Thasos gibi ziyaret süresi saatlerle ifade edilecek yerleri müşterilere pazarlamak… Koştura koştura gezip tozmak ve pek çok yeri ıska geçmek… Total seyahat süresinin neredeyse yarısını yollarda, otobüslerde geçirmek… Kararı size bırakıyorum. Benim için cevap belli.