25-) Orta Asya
20.02.2024 - 12.03.2024
Ve nihayet… Sayısız kez yeltendiğim, hayalini kurduğum, bilet dahi almış olmama karşın son dakika aksilikleriyle cebelleştiğim Orta Asya seferi en sonunda nasip oldu. Gönül isterdi ki daha uzun sürsün, daha çok yer göreyim ama kısmet olduğu kadarıyla da unutulmaz bir sayahat oldu Orta Asya.
Biriktirdiğim THY millerim sağ olsun, gidiş biletimi 1.000 küsür liralık vergi bedeli hariç bedavaya getirdim. Bu sayede bütçemi daha verimli yerlere kullanabilecektim. Daha da önemlisi beleşe uçmanın tadı harbiden bir başkaydı!
Buhara
İsmi zikredilince insanın içini hoş eden, yüzünü gülümseten şehirlerden Buhara. Öyle bir tarih, öyle bir mazi saklı ki bu şehrin sokaklarında… Sanki başka bir boyuttaymış gibi efsaneleşmiş. Farklı bir dünyanın kalıntısıymış gibi başka zamanlara ait bir diyar haline gelmiş.
Hiç sevmem şu 05:00, 06:00 uçaklarını. Uyusan uyuyamazsın. Otursan dayanamazsın. Ulaşım imkanları kısıtlıdır. Yolda uyku alamazsan sersemlikten kurtulamazsın falan filan… Böyle bir uçakla çıkacaktım yollara. Gecenin bir vakti düştüm havaalanı yoluna Havabüs aracılığıyla. Bomboş havaalanında çantamı bir çırpıda teslim edip kontrolden geçtim. Neyse ki yol boyunca fosur fosur uyudum da uykusuzluğu üzerimden attım.
Küçücük havaalanına iniş yapan tek uçak benimkiydi. Pasaport kontrolünde beklerken Özbekler ile ilk temaslarımı da gerçekleştirdim. Gerek yolcuların, gerek görevlilerin Türk pasaportu karşısında gösterdikleri yakınlık ilk dakikalardan gönlümü çaldı.
Küçücük bir kabinden ibaret döviz bürosunda para bozdurup dışarı çıktım. Yolcu kovalayan taksicilerden birine kapılıp kendimi sağlam bir kazıklattım. Özbekistan’da ve hatta Kazakistan ile Kırgızistan’da Yandex’in taksi uygulaması çok yaygın. Buralarda taksi işi bütünüyle bu uygulama üzerinden dönüyor desem yeridir. Haliyle taksi bulmak kolay ve fiyatlar da uygun. Ancak ne yazık ki ben bu nimetten, külüstür telefonum sağ olsun, tam anlamıyla faydalanamadım. Acemi günlerimdeki kazıklanmalarım da işte bundandır.
İlk durak Chor Minor...
Buhara Havalimanı’nı şehir merkezine bağlayan uzun bir cadde bulunuyor. Şehir adeta bu caddenin çevresine kurulu. Güneşe inat dondurucu hava iliklerime işlerken kalan günlerin de böyle olmaması için dua ettim.
Otelde yarım saat kadar soluklandım. Yeniden dışarı çıktığımda hava biraz kırılmış gibiydi. İlk dikkatimi çeken şey çıplak ağaçlar oldu. Mevsim normallerine uygun olarak yapraklarını döküp kuru dallardan ibaret kalan bu ağaçlar soğuk havanın etkisiyle boydan boya buz tutmuşlardı. Gövde ve dalları örten şeffaf buz tabakası ağaçlara metalik bir görünüm kazandırıyordu. Öte yandan güneşin etkisiyle erimeye başlayan bu buz tabakası, ağaçlardan yağmur yağıyor illüzyonu meydana getirirken kopan buz parçaları da ağaç altlarında durmayı veya oturmayı imkansız kılıyordu.
Buhara’da ilk olarak Chor Minor Medresesi’ni ziyaret ettim. Tavla oynayanlar fark etmiş olabilir, medresenin isminin Türkçe karşılığı Dört Minare şeklinde. Bu ismi de anlaşılacağı üzere sahip olduğu dört adet minaresinden almış. Mimarının, huyları birbirinden farklı dört kızına ithafen farklı şekillerde tasarladığı minareleri burayı ünlü yapmış. Küçük bir bahçe içerisindeki küçük bir yapı olsa da epeyce meşhur Chor Minor.
Nadir Divan Bey Medresesi sıradaki durağımdı. Kapısındaki rengarenk süslemeleriyle hayranlığımı kazanan medresenin hemen önünde Lyab-i Hauz bulunuyor. Mevsim koşulları nedeniyle dibinde ancak bir su birikintisi kalmıştı. Bu haliyle herhangi bir albenisi bulunmasa da yaz aylarından kalma fotoğraflarında çok daha karizmatik durduğunu söylemeliyim.
Bir de Nasreddin Hoca heykeli var burada. Bizdekinin aksine bu Nasreddin, eşeğe düz binme alışkanlığına sahip. Orta Asya coğrafyasında farklı isimlerle anılsa da Özbekistan’da Hoca Nasreddin yahut Hoca Nasreddin Efendi olarak biliniyor ve Buhara’nın bir köyünde doğduğuna inanılıyor.
Özbek'in Nasreddin'i eşeğe düz biner...
Çatallaşan yolun sol tarafından ilerledim. Holler ve koridorlar biçimindeki çarşıları turladım. Ölü sezon olduğundan ortalık pek bir tenhaydı. Esnaf da bulduğu turistin üzerine atlamaktan kaçınmıyordu. Buhara’nın esnafı biraz yapışkan doğrusu. Sıkıntılı bir durum yaratmıyorlar ama yoldan çevirmekten, ısrar etmekten geri durmuyorlar.
Gaukushan Medresesi, Buhara’nın imzası niteliğindeki Kalon Minare’nin bir küçük boyuna sahiplik yaptığından ötürü dikkat çekici. Ayrıca önünde bir başka havuz daha bulunmakta ki bunun da hali içler acısı. Buhara’ya yazın gelmeli…
Yol yorgunluğunu henüz üstümden atamadığımdan günü erken tamamlamaya karar verdim. Şehrin ağır toplarını da ertesi güne, daha zinde bir versiyonuma devrettim. Yemek için pek bakınmamıştım önceden. Havuz yakınlarındaki bir ara sokakta bulunan hoş bir lokantaya gittim. Dünya mutfağının yanı sıra Özbek mutfağından prestijli yemekleri de yapıyorlardı. Kuzu dil sipariş edip lokum kıvamına gelene dek pişmiş yumuşacık dillerle mideme bayramı yaşattım. Dil bizde pek sevilmez, iğrendirici bile gelir kimselere ama benim için ziyafettir.
Yemekten sonra otele kadar yürümek eziyet olmuştu. Midemi henüz yeni şımartmıştım ve sıcacık mekandan dışarı adımımı attığımda yeni batmış güneşin ardında bıraktığı soğuk hava beni tir tir titretmişti. Yol üzerindeki bir marketten zar zor su ve abur cubur alıp otele gidip odamın yerden ısıtmalı banyosunda sıcacık bir duş aldım.
Buhara’daki ikinci günümü dolu dolu geçirme niyetindeydim. Otelin kurabiye seçkisi ağırlıklı uyduruk kahvaltısının ardından dışarı çıktım ve havanın önceki güne nazaran çok daha sıcak olduğunu görüp keyiflendim. Havuza dek hızlıca yürüyüp önceki gün soldan ilerlediğim çatalın bu kez sağından devam ettim.
Kukeltash Medresesi’ne dışarıdan bakmakla yetinip çeşitli el yapımı ürünlerin satıldığı çarşı Telpakfurushon’daki cüretkar esnaflardan yakamı zor kurtardıktan sonra karşılıklı dikilen Uluğ Bey ile Abdulaziz Han medreselerini turladım. Diğer bütün medreseler gibi bunlar da giriş kapısının ardında geniş bir avlu ve bu avluyu saran odalar ile balkonlardan oluşuyordu.
Kısa bir yürüyüş ile Buhara’nın kalbine vardım. Mir-i Arab Medresesi ve Poi Kalyan Camisi birbirlerine göz kırparcasına meydanı sararken meşhur Kalon Minare tüm heybetiyle dikkat çekmekteydi. Meydanı uzun süre seyredip bol bol fotoğraf çektim. İçim neşeyle doluydu. Böyle masalsı yerlerle karşılaşınca neden seyahatin maddi manevi bütün o zahmetine göğüs gerdiğini hatırlayıveriyordu insan.
Mir-i Arab Medresesi hemen yukarıda bahsettiğim medrese mimarisine sahipti. Girişin paralı olduğu cami de benzer bir tarzda inşa edilmişti ve ancak bir avludan geçildiğinde iç kısıma girilebiliyordu. Şu an burası aktif olarak kullanılmıyor ve zemin çıplak taştan ibaret. Diğer taraftan diğer tüm özellikleriyle burası tadına doyulmaz bir yapı. Cami bölümünün girişinde durup da Mir-i Arab’ın mavi kubbelerini muntazam biçimde ortalayarak fotoğraf çekebilirsiniz. İki devasa binayı asırlar önce böylesine uyumlu biçimde inşa eden beceriye hayran kalmamak elde değil.
Ark of Bukhara, diğer adıyla Buhara Kalesi. Milattan öncesine uzanan geçmişiyle alışık olmadığımız türde bir kale burası. Eğimli dış duvarları ile Buhara’nın hayal aleminden fırlamış dokusuna uyum sağlıyor. Giriş kapısından sonra ise tipik bir kale gibi içinde ahırlar, ibadethaneler, kabul salonları vb. ile karşılaşıyorsunuz. Kalenin en yüksek terasında hoş bir Buhara manzarası yakalayabilir, müzeye çevrilen daireleri ziyaret ederek Buhara tarihini yakından tanıyabilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Kalenin eski çağlardaki görünümünü ve çevresini betimleyen görseller ise o dönemlerin Buhara’sını zihnimde çok daha iyi canlandırmamı sağladı.
Buhara Kalesi...
Kale kapısının hemen karşısında Kırk Sütunlu Cami bulunuyor. Ahşaptan yapılmış bu cami adını, girişinde bulunan sütunlardan alıyor. Nefis işlemelere sahip bu sütunların sayısının kırk olduğunu düşündüyseniz yanılıyorsunuz. Camide yirmi adet sütun bulunuyor. Ancak caminin, önünde bulunan havuza düşen yansıması da hesaba katıldığında sütun sayısı ikiye katlanıyor ve caminin ismi de buradan geliyor.
İçine girmeye yeltendiğimde imam, beni okuyamadığım bir vücut diliyle beraber kapıda karşıladı. Öyle olunca Türkiye’den geldiğimi söyleyip namaz kılmak istediğimi anlatmaya çalıştım. Beni caminin yan tarafında kalan şadırvana götürdü. Şadırvan ki ne şadırvan! Musluklardan akan su sıcacık. Koca bir kasada hem eller hem de ayaklar için tertemiz havlular dizili. Beş yıldızlı otel konforunda bir şadırvan deneyimi yaşattı bana burası.
Kırk Sütun’un ardından bir taksi çevirip yaklaşık yirmi dakika mesafede bulunan Sitorai Mokhi-Khosa’ya gittim. İsmini manası Ay ve Yıldız Sarayı şeklinde ve bir zamanlar yazlık saray olarak kullanılmış. Şu an ise müze ve sergi evi niteliğinde. Salonları oldukça şatafatlı ve az sayıdaki görevli de yardımcı olma noktasında pek arzulu. Bahçesinde dolaşan tavus kuşları da cabası.
İkinci günümün akşamında daha yöresel tatlar peşindeydim ve mekanı da bu doğrultuda seçmiştim. Old Bukhara adlı restoranda güzel bir Özbek pilavı yedim ki Özbekistan’da yiyeceğim en iyi pilav muhtemelen buydu. Biraz da mantı ve samsayla menüyü tamamladım. Her birinden memnun kaldım.
En başta niyetim Buhara’da iki gün kalıp trenle Hive’ye geçmekti. Ancak işler umduğum gibi gitmedi. Buhara’dan Hive’ye giden trenin gecenin 3’ünde hareket ettiğini görünce bu fikri askıya aldım. Alternatif bir plan arayışına giriştim ve Semerkand’ı öne aldım. Böylelikle Buhara’da geçirilecek bir yarım günüm daha olmuştu.
Şehrin henüz nüfuz etmediğim kısımlarına doğru ilerledim. Geniş bir bahçenin göbeğinde bir başına dikilen Samanid Mozolesi’ne gittim. Orta Asya tarihinde önemli yeri olan Samaniler’den kalan bu mozole çok heybetli olmasa da mimari olarak ağız sulandırıcı. Tek bir odadan ibaret kubbeli yapı benzersiz bir dış cepheye sahip ve özenli bir çalışmanın ürünü olduğu her halinden belli.
Çeşm-i Ayub Mozolesi Hz. Eyüp’e adanmış bir bina. Kendisinin burada asasını yere vurma yoluyla su çıkardığına dair bir inanış mevcut. Bugün de buradaki su halen içilmekte. Diğer tarafta ise İmam Buhari Mozolesi yer almakta. Bu mozole, hilal biçiminde özgün bir stile sahip. Ancak mozoleye adını veren Buhari’nin kim olduğunu bir türlü çözemedim.
Bir de Turki Cengi Mozolesi var ki kastedilen Türk bizim anladığımız manada Türk mü emin olamadım. Bir de alanın içinde bulunan kuyunun ne olduğuna. Kapalı bir ortamda bulunan kuyunun dibindeki suyu görmek mümkün. Bu suyun da bir kutsiyeti vardır illa ki…
Sonunca Buhara’dan ayrılma vakti gelip çatmıştı. Oteldeki resepsiyonist sağ olsun bana uygulama üzerinden bir taksi çağırdı. Şehrin epeyce dışındaki tren garına gitmek nereden baksan yarım saat kadar sürdü. Son derece modern tren garının girişinde x-ray cihazından geçtim. Özbek bir genç beni yolumdan çevirip nereye gideceğimi sordu. Genelde bu tür sorulara yalan yanlış cevaplar veririm ama o an “Semerkand.” diye cevaplayıverdim. Elindeki flash belleği gösterip Semerkand’daki arkadaşına götürüp götüremeyeceğimi sordu. Kesin bir dille reddettim kendisini. Ne kadar masumane dursa da bu tür olaylar büyük riskler barındırır. Siz siz olun böyle teklifleri direkt geri çevirin. Zaten benim cevabımdan hemen sonra görevliler de olaya müdahil olup delikanlıyı uyardılar.
Özbekistan bu bakımdan övülesi bir memleket. Turistik noktalar ağırlıklı olmak üzere pek çok yerde turizm polisleri mevcut. Tam olarak görev tanımları nedir bilemem ama böyle bir kurumun varlığı bile benim gibi turistlere güven vermekte.
Benzer bir olayı Buhara uçağına binerken de yaşadım. Uçağa binmek için sıranın bitmesini, kalabalığın sakinlemesini bekliyordum ki tam karşımdaki oturağın altında duran bir cep telefonu gördüm. Orada oturan, gençten Özbek’i çok iyi hatırladığımdan telefonu uçak personeline götürüp durumu anlattım. Belki bir anons falan yaparlar diye düşündüm. Ancak ellerinden bir şey gelmeyeceğini bildirip bana da telefonu bulduğum yere bırakmamı tembihlediler. Gündelik şeyler gibi dursalar da böyle olaylar çeşitli riskler barındırmakta. En basitinden, telefonu sahibine yardımsever bir edayla ulaştırırsınız ancak karşı taraf telefonda zaten bulunan bir çiziği, kırığı vb. bahane edip bunu sizin üzerinize yıkarak olay çıkarabilir. Belki sonunda bir şey çıkmaz ama tadınız kaçar. Tabi bu en en basitinden bir örnek oldu. Söz konusu havalimanları olduğunda çok daha çetrefilli meselelerle uğraşmak zorunda kalabilir insan.
Özbek hızlı treni Afrosiyab...
Tren garının bekleme alanında bir müddet bekleyip trenime binmek üzere dışarı çıktım. Afrosiyab isimli tren ülkenin yegane hızlı treniydi. Binip, tonton bir Özbek çift ile karşı karşıya oturacağım yerime kuruldum.
Dört bir yanından tarih fışkıran bu kadim şehri geride bırakmak kolay değildi. Okullarımızdaki tarih derslerinin birkaç kuru paragraf ile geçiştirmekle yetindiği bu coğrafyanın maddi manevi nasıl zenginlikler barındırdığını keşfetmek, yalnızca insanın buraları kendi gözüyle görmesinden geçiyor. Hatta görmek bile yeterli olmayacak; mağrur atmosferini solumak, mukaddes mirasına kafa yormak gerekecek. Neyse ki Buhara’yı ardımda bırakırken yegane avuntum, beni bekleyen sıradaki durağın Semerkand olmasıydı…
Semerkand
İki kız kardeş… Aynı yolun iki yolcusu… Buhara ve Semerkand; kuru ile pilav gibi, Yunus ile Emre gibi iki ayrılmaz parça sanki. Biri olmadan öteki hiç şüphesiz yarım kalır. Öyle iç içe geçmiş ki belleklerde bu iki şehir, birinin adı duyulduğunda insanın aklında öteki beliriyor istemsizce.
Afrosiyab sağ olsun dört saat kadar yolu konforlu şekilde alıp Semerkand’a ayak bastım. Yol esnasında, karşımdaki tonton çift ile yakınlaşma fırsatı buldum. Dil bariyeri engel oldu olmasına ama yine de birbirimizi sıcak karşıladık. Pehlivan dayı Semerkand’ın ekmeğinden mutlaka yemem gerektiğini öğütledi.
Tren garının çıkışında pusuya yatmış taksici sürüsünden paçayı kurtarıp bir kilometre kadar ilerledim. Şansıma beleş internet bulup kendime taksi çağırdım. Otelime kadar sürecek yol boyunca Semerkand’ı izlemeye koyuldum.
Ne yalan söyleyeyim, Semerkand ilk karşılaşmamızda beni biraz şaşırttı. Ben Buhara’da alıştığım o zaman dışı atmosferi görmeyi bekliyordum oysa burasının büyükşehir konseptinden farkı yoktu. Birbirini kesen caddeler, toplu taşıma araçları, trafik, biçimsiz binalar, dolu kaldırımlar… Kendime dahi itiraf etmek istemiyordum ama Semerkand bu muydu sahiden?
Arabaların dönmekte zorlanacağı kadar dar sokaklardan geçip otelime vardım. Güler yüzlü şoförüme 2 Som bahşiş bıraktım. Adamın gözlerinin içi parladı. Kur farkı hep bizim aleyhimize mi işleyecek?
Garaj kapısından geçip otele girdim. Genişçe bir dairenin salonunu andıran resepsiyondaki koca masada oturan dört Rus’a dahil oldum. Daha doğrusu görevliler tarafından dahil edildim. Ben pasaportumu vereyim de girişimi yapsınlar derdindeyken onlar “Girersin girersin, sen hele otur şöyle şuraya önce.” edasıyla karşıladılar beni. Masada hazır bulunan kurabiyelere yenileri ve bal ile ekmek ilave edildi. Ardından da demleme çaylar dağıtıldı. İlk kez bu şekilde bir karşılamaya şahit olmanın şaşkınlığını üstümden atıp yumuldum nevaleye. Kurabiyeleri bala bandıra bandıra yiyip, dilimde kalan tatlı aromayı da çayla söküp aldım.
Registan Meydanı...
Baktılar karnım tok sırtım pek nihayet pasaportumu alıp odamı gösterdiler. Ödemeyi yapıp odama yayıldım. Yoğun glikoz takviyesi sonrası zuhur eden mayışmaya karşı gelmeyip tatlı mı tatlı bir şekerleme yaptım.
Kendime geldiğimde hava kararmaya yüz tutmuştu. Hemen dışarı attım kendimi. Bulunduğum mahalleyi dolandım önce hızlıca. Burası adeta dış dünyadan yalıtılmış, nasıl desem, Çukur gibi bir mahalle sanki. Daracık yollar araç trafiğine elverişli olmadığından yollar boş. Az sayıdaki dükkanların hepsi tenha. Dahası, mahallenin ana yola açılan ağzında demirden koca bir engel bulunuyor. Buradaki kapıdan geçmek suretiyle mahalleden çıkılabiliyor yahut tersi yoldan giriş yapılabiliyor. Kapısı olan mahalleyi de ilk kez burada görüyorum.
Geniş bir yürüyüş yolu olan Taşkent Yolu üzerindeki çayhanelerden birine daldım. Bunlar “çayhane” olarak geçseler de lokanta hüviyetindeler. Adı shorba olarak geçen, koca bir parça haşlama et ve çeşitli sebzelerle dolu şifa kaynağı çorbadan kana kana içtim. Yanında da bir tas Semerkand ekmeği istedim. Ne yazık ki Özbekistan’da ekmekler müesseseden değil. Sipariş etmeniz gerekiyor ve hesaba da ayrıca ilave ediliyor. Ekmeğin kendisi ise daire biçiminde ve çevresi kalınken ortası düz. Bu orta bölüm o kadar ince ki krakeri andırıyor. Kalın olan çevre ise mısır ekmeğine benzer bir dokuya sahip. Aslında kuru yenmeye pek uygun değil. Ancak sıcak bir çorbaya bandırıp da yendiğinde hünerini ortaya dökmeye başlıyor Semerkand ekmeği.
Hava kararır kararmaz tıpkı Buhara’da olduğu gibi sokaklar boşalıyor Semerkand’da da. Bende Taşkent Yolu üzerinde kısa bir git gel yapıp mahalle kapısından geçerek gerisin geri otele döndüm.
Ertesi gün otelin, girişte verdiği ikramların aynısından oluşan kahvaltısıyla güne başladım. İlk durağım İmam Maturidi’nin türbesi oldu. Otelin üç dört sokak ötesinde bulunan türbe mütevazi bir bahçenin içinde yer alıyor. İçeri girmek serbest. Tek odalı türbenin ortasında lahit bulunmakta. Türbenin içinde, cam kenarında 10 Som buldum. Mübarek yerde bana sunulan bir ikramdır dedim parayı cebe attım.
Türbeden sonra koştura koştura Registan Meydanı’na gittim. Registan Semerkand’ın kalbi. Üç tane çok önemli yapı burada yükselmekte; Şir-Dor Medresesi, Tilya Kori Medresesi ve Uluğ Bey Medresesi. Bunların hangi birini anlatayım inanın bilemiyorum. O muhteşem mimari, renkler, işlemeler… Kallavi giriş ücretini ödeyip meydana girdiğimde uzun süre bu yapıları seyretmekten kendimi alamadım. Burası, aurası insanı sarıp sarmalayan sihirli bir yer.
Her birinin içine girip uzun uzadıya gezdim. Ancak buraları fazla uzatmayacağım zira ne kadar anlatırsam illa ki bir şeyler eksik kalacaktır. Registan Meydanı bu dünyada mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Her birini görme şansına erişmiş biri olarak söylüyorum ki ne Kolezyum, ne Eyfel, ne Chocolate Hills, ne de La Sagrada Familia Registan’a rakip olabilir. Hatta ileri gidiyorum. Petra bile bu denli etkileyici, büyüleyici değildir.
Sahibkıran'ın mozolesi...
Registan’dan kendimi güç bela çıkarıp Gur Emir Mozolesi’ne doğru yola koyuldum. Sahibkıran Emir Timur’un yattığı yer olan -kimileri bunu kabul etmeyip Timur’un naaşının burada olmadığını iddia etmekte- Gur Emir’e, Google navigasyonunun talimatları doğrultusunda ilerlemekteydim. Ara sokaklar içinden geçerken istikameti defalarca kontrol ettim zira güzergah hiç de turistik değildi.
Uygulama beni Gur Emir’in arka tarafına çıkardı ve karşıma çıkan küçük demir kapıyı çekip mozole bahçesine dalıverdim. “Bu nasıl giriş böyle?” diye sorgularken bir taraftan mozoleyi gezmeye koyuldum. Ön tarafına geçtiğimde yapının ihtişamı beni yakaladı. Şehrin genelindeki mimari üsluba uygun yapılmış mozolenin bazı kısımları yıkılsa da bu haliyle bile çok etkileyici. Bahçesinde kısa bir turlayıp içeri girdim. Timur’un hayatı ve icraatları ile ilgili bir sergiye dönüştürülmüş koridorlardan geçip mezar odasına vardım. Loş ışıkla aydınlatılmış odanın duvar işlemeleri ve kubbesi beni benden aldı. Timur’u unutup bir süre bu güzelliği seyrettim yalnızca.
Odanın merkezinde tam yedi tane lahit bulunuyor. Anlayacağınız Timur burada yalnız değil. Hanedan üyelerinden bazıları da burada kendisine eşlik etmekte. Girişte hangi mezarın kime ait olduğunu gösteren bilgilendirici bir levha bulunmakta. Bir diğer mezar da bu yedi mezarı çevreleyen sınırların dışında ancak diğer hepsinden bir adım kadar daha yüksekte. Bu el üstünde tutulan şahsiyet de ismi değilse de Seyyid ünvanını anımsadığım bir kişi. Peygamber soyundan anlayacağınız.
Geldiğim yoldan geri dönüp tekrar avluya çıktım. Mozolenin bir ön girişinin olduğunun da artık ayırdındaydım ve benim haricimde herkes normal biçimde buradan giriş yapmaktaydı. Mozoleyi terk etmek üzereydim ki bir de ne göreyim? Tam girişte bulunan kabinde bilet satılıyor. Yani Gur Emir’e girmek ücretli. Durumu fark edince koşar adım alandan ayrıldım ki kimse bana “Hop hemşerim, sen nereden girdin?” falan diyemesin. Google sağ olsun Timur’un mezarını şans eseri beleşe getirmiştim. Bu formül sizin de aklınızda bulunsun. Mozolenin arka tarafında, takribi saat 11 yönünde küçük bir kapı var. Siz de oradan sıyrılıp girebilirsiniz.
Kimilerinin büyük bir hakan kimilerinin de kana susamış bir çılgın olarak nitelediği Timur tarihimizdeki tartışmalı karakterlerden biri. Moğol mudur, Türk müdür tartışması süredursun filolojik çalışmalar vasıtasıyla ağırlık kazanan görüş kendisinin Türk olduğu yönünde. Lakin kendisinin, sırf meşruiyet kazanmak adına soyunu Cengiz Han’a bağlamaya dönük bazı çabaları olduğu da söylenmekte. Türklerin başına bela olan “Nasıl ki gökte Tanrı birdir, yeryüzünde de hükümdar birdir.” düsturu sebebiyle Osmanlı’yı yıkımın eşiğine getiren, kafatasından kuleleri savaş tarihine sokmuş vahşi fakat dahi bir lider. Diğer taraftan, düşmanlarına kan kustururken kendi ülkesinde bilime ve sanata çok büyük önem veren de bir hükümdar. Bu doğrultuda, ülkesinin başkenti Semerkand’a öylesine öğretmen ile doldurmuştur ki hocalar yetiştirecek öğrenci bulmakta zorlanmıştır.
Mozoleden sonra uzunca bir yürüyüşe koyuldum. Yaklaşık 45 dakika kadar yürüyüp Siyob Pazarı’na ulaştım. Bir kısmı kapalı, bir kısmı açık olan bu pazarda etten sebzeye, kozmetikten ayakkabıya, hediyelikten oyuncağa her şey bulunmakta.
Şah-ı Zinde...
Pazardan hemen sonra bir köprü vasıtasıyla otoyol üzerinden geçip Hazreti Hızır Cami’sini ziyaret ettim. Caminin avlusunda ayrıca ülkenin kurucu cumhurbaşkanı Islam Kerimov’un mezarı da bulunmakta. Kerimov’un, Registan yakınlarında bir de heykeli yer alıyor.
Camiyi arkama alıp otoyola paralel olarak yürüdüm. Yol kenarındaki mezarlığın içine girip kabaca bir bakındım. Mezarlık bitiminde ise Semerkand’ın bir başka mucizesi Şah-ı Zinde bulunuyordu. Giriş ücreti karşısında ürküp girip girmemeyi kısa süre sorguladım. Timur’dan tasarruf ettiğim parayı burada kullanma düşüncesiyle ücreti ödeyip içeri girdim.
Şah-ı Zinde bir çeşit türbeler bütünü. Dar bir yürüyüş yolu boyunca karşılıklı sıralanmış çok sayıda türbe bulunmakta. Tek bir odadan oluşan bu türbelerden bazısında tek bir lahit, bazısında ise birden çok lahit bulunuyor. Her birinin girişinde içeride kimlerin yatmakta olduğu açıklanmakta. Bazılarında ise naaşın kime ait olduğu bilinmiyor. Türbelerden bir tanesi ise Kusam bin Abbas’a ait ki kendisi Hz. Muhammed’in kuzeni oluyor. Hz. Muhammed’e atfedilen “Erkekler arasında bana en çok benzeyen kuzenim Kusam’dır.” sözü de türbenin ve meftanın kıymetini katlamakta. Lakin sözü edilen benzerliğin fiziksel mi yoksa mizacen mi olduğu bir muamma.
Şah-ı Zinde sonrası akşamı etmek üzereydim. Uluğ Bey Gözlemevi de listemdeydi ama açıkçası gözüm yemedi. Yüksek ihtimalle kapanmadan yetişme ihtimalim de yoktu. Haliyle çark edip yeniden yolun karşısına geçtim.
Beni karşıya ulaştıran köprüden uzanan yol Taşkent Yolu’na bağlanıyor. Bu yol üzerinde karşılıklı iki önemli yapı bulunmakta. Bunlardan bir tanesi Bibi Hanım Mozolesi. Yolun sol tarafındaki mozolenin bahçesine girip dibine kadar yaklaştım. Baktım haddinden yüksek giriş ücreti istiyorlar, içine girmekten vazgeçtim. Bir de bunun karşısında Bibi Hanım Camisi bulunmakta. Şimdi, ister basiret bağlanması deyin ister düpedüz mallık deyin, ben bu camiyi Registan Meydanı’ndaki medreselerden birinin arka tarafı zannettim. Haliyle girmeye tenezzül dahi etmeden önünden geçip gittim. Jeton, yolu takip edip de yolun ucu tekrar Registan’a çıkınca düştü. Ulan mal Oğuzhan! Bir de yer yön algın kuvvetli sanırsın! Hal böyle olunca ben hem Bibi Hanım Camisi’ni görememiş -ki şehrin bir numaralı camisi burası- hem de Registan Meydanı’nda her akşam saat 19:00’da yapılan ışık gösterisini kaçırmış oldum. Tüm bu karavanaları ertesi gün telafi etme imkanım da yoktu zira o gece şehirden ayrılıyordum. Siz siz olun benim düştüğüm tufaya düşmeyin. Hatta, ne yapın edin şehri bir de akşam vakti gezin. O benzersiz yapıları bir de ışıklandırmalar altında görün!
Yol üzerindeki bir çayhanede karnımı doyurup otele döndüm. Okul üniformaları içinde karşıma çıkan çocuklar bana selam verip nereli olduğumu sordular. İçlerinden bir tanesi turistlerden aldığı kağıt paralardan koleksiyon yaptığını söyleyip benden de para istedi. Kendisine bir yirmilik ateşledim.
Bir kaç saat dinlenip görevlilerin çağırdığı bir taksiyle tren garına gittim. Trenim 01:00 kalkışlıydı ama yaklaşık üç saatlik rötar yedi. Tren gelsin de çilem bitsin derken trende ikinci bir şok yaşamaktan kaçamadım.
Semerkand’dan Hive’ye yaklaşık 12 saatlik bir yol vardı ve haliyle tren de yataklıydı. Ben de bunu bilerek biletimi almıştım. Ancak benim yanıldığım nokta yataklar arasında bir tür perde olacağı zannına kapılmamdı. Vagona girdiğim anda ne kadar yanıldığımı şoklar içerisinde kavradım. Upuzun vagonda gördüğüm ilk manzara yataklardan fışkıran ayaklar oldu. Vagonun bir yanında karşılıklı bakan iki ranza, diğer yanında ise camlara paralel yerleştirilmiş bir ötekisi. Aman Allah! Yataklar arasında kalan daracık koridorda güç bela ilerleyip yerimi buldum. Cam tarafındaki ranzanın üst katındaydım. Cam kenarında bulunan yataklar hem enine hem de boyuna daha ufaktı. O yatağa nasıl yerleştim bir ben bir Allah bilir! Durumum o kadar vahimdi ki üst kattaki yatağıma çıkarken yatak ile vagonun tavanı arasına sıkışma tehlikesi atlattım. Ben ki beş yıl yatakhanede yaşamış, ranzalara inip çıkmaya alışkın biriyim, Özbek trenleri beni bile zorladı.
Bir şekilde yatağa sığıştıktan sonra neyse ki çabucak uykuya daldım. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu koca insan yığınının nasıl horultular çıkardığını tahmin ile edemeyeceğim bu yüzden. İşin doğrusu, o yığının en aktif üyelerinden biri de muhtemelen bendim ya neyse!
Yine de gözünüzde trajik bir tablo oluşturmak istemem. Ayak kokusu, bebek zırlamaları, bağıra çağıra konuşanlar ve horultular eşliğinde geçen bir yolculuk hayal etmeyin. Özbekler, böyle bir ortamda ne kadar medeni olunabilirse o kadar medeniler. En büyük tehlike olan kokudan eser yok. Yolculuğun sonuna doğru, bütün vagona tahsis edilen iki tanecik tuvalet iflas ediyor gerçi o ayrı.
Tabut değil, ranza...
Vagonumun geri kalanı...
Hive
Trenim, son durağı olan Hive’ye yaklaştığında aklımda tek bir soru vardı; bu ranzadan nasıl inecektim? Kafamda çeşitli alternatifler ürettim. Kolumu bacağımı yerleştireceğim stratejik noktalar tespit ettim. Yatak başlarındaki ve yanlarındaki demirlerin ağırlığımı tartıp tartamayacağını el yordamıyla kontrol ettim. Sonunda en uygun yöntemi keşfedip ufak bir aksaklıkla da olsa uygulamayı başardım.
Trenden dışarı adımımı attığımda belirgin bir çöl atmosferi hissettim. Hive küçük bir şehirdi ve bütünüyle çöl dokusu taşıyordu. Özbekistan denildiğinde akla gelen ilk üç yerden biri olmasa da buraya gelmekte çok hevesliydim. Hive’nin gizli bir cevher olduğu kanaati taşıyordum.
Tren garının hemen çıkışında bekleyen az sayıdaki taksiciden biriyle anlaştım. Artık genel bir fiyat algısı kazanmıştım. Bu sayede kazıklanmadığıma inanıyordum. Taksicim beni otelime kadar götürürken şehirden de kısaca bahsetti. En iyi oteli seçtiğimi bile söyledi. Göreceğiz artık!
Otelim gerçekten de şoförün dediği kadar vardı. Eski bir kervansaraydan dönüştürülmüştü ve odalar küçük bir avlunun çevresine sıralandırılmıştı. Kendisine ait bir kulesi de vardı ki bu kuleye de çıkıp birkaç foto çekmeyi ihmal etmedim.
Eşyalarımı bırakıp dışarı çıktım. Beş dakika kadar yürüdükten sonra Hive’nin kalbine varmıştım. Evvela para bozmak icap edecekti. Bunun için iki ayrı otomatta şansımı denedim ama olmadı. O esnada otuzlu yaşlarında şapkalı bir eleman yanıma yanaştı. Elemanı uzaklaştırmaya çalıştım ama Türk olduğumu öğrenince öyle bir Türkçe konuşmaya başladı ki anadan doğma Türk sandım. Meğer kendisi Türkiye’de de yaşamış ve şu an ülkenin turizm bürosuna bağlı olarak çalışmaktaymış. Benden ala Türkçe konuştuğu için de Türkiye’den gelen her türlü bürokrata çevirmenlik yapıyormuş. Bir önceki yıl “Aksakallı” Binali Yıldırım Hive’ye geldiğinde onun aracında kendisine tercümanlık yapmış. Kısa sohbetimizde Hive’de ciddi bir atılım olduğunu, şehrin 2025’te İslam Kültür Başkenti ya da ona benzer bir şey seçileceğini söyledi. Özellikle gar çevresinde gördüğüm inşaatlar da bunu doğruluyordu.
Para bozduramadığımı öğrenince hemen telefona sarılıp birilerini aradı. Dakikalar sonra bisikletli bir genç yanımızda bitiverdi. Göğsünde taşıdığı çantasından istediğim kadar Özbek parası çıkardı. Bendeki dövizleri aynı çantaya atıp büyük bir görev bilinciyle ortadan kayboldu. Aynı eleman ertesi gün bir lokantada da karşıma çıkacaktı. Belli ki Hive’nin mobil exchange bürosu bu çocuktu.
Hive’de şehrin bir bölümü Buhara’dakine benzer kale surlarıyla çevrili vaziyette. Surların içinde yer alan bölüme İç Kale deniyor. Buraya girmek için turnikelerden geçiliyor. Aslında giriş bedava ama içerideki belli başlı yerleri ziyaret edebilmek için bu noktada bilet almak icap ediyor. Ben bilet almadan turnikelerden giriş yaptım.
Kurt gibi aç olan karnımı doyurmak için bakınadururken Hive’nin atmosferine de kapılıp gitmiştim. Çölün alametlerini yansıtan renkler ve binalar benzersiz bir imge yaratıyordu. Turizm sezonu olmasa da yer yer hediyelikçiler ortamı hareketlendiriyordu. Muhammed Emin Medresesi girenleri karşılar gibi yolun sağ tarafında yükseliyordu. Bu medrese Hive’nin bir nevi yüzü olmuş. Cüsseli minaresi o bilindik mavi rengi ile Hive denildiğinde akla gelen ilk yer.
Hive’nin büyüsüne kapılmıştım ki çok geçmeden bir lokanta bulup girdim. Gastronomik tafraları bir kenara bırakıp doyurucu yemekler söyledim. Tabi bir de çay. Özbekistan literatüründe çay demek yeşil çay anlamına geliyor. Bu nedenle özellikle “kara çay” diye belirtmek gerekiyor. Çayı üç kişiye rahatlıkla yetecek ebatlardaki bir demlikte getiriyorlar. Yanına da kulpsuz bir kase. Çayı kasenize döküp, dipte kalan çorbayı dikler gibi içiyorsunuz.
Hive düğün eğlencesi...
Lokantadan çıkıp Hive’yi dolaşmaya başladım. Kafadan söyleyeyim kale surlarının dışında görülesi bir yer yok. Surların içinde camiler, mozoleler vb. mevcut ama bunların hepsi detay. Hive’nin asıl güzelliği sokaklarında. Ben iki gün boyunca Hive’nin sokaklarını boydan boya arşınlayıp durdum. Bir an olsun sıkılmadım. Ekstra ücret ödeyerek sadece en yüksek kulesine tırmandım. Merdivenleri oldukça dik olan kuleye tırmanış pek yorucu ve gerçekten de tehlikeli. Hele bir de yolda ters yönden gelen bir başkasıyla karşılaşırsanız çok ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Zirve ise tüm bu debdebeye fazlasıyla değiyor. Ben çıktığımda zaten serin olan hava en tepede adeta fırtına halini almıştı. Çekim yapmak için elimi uzattığımda saniyeler içinde geri çekmek zorunda kalıyordum. Yine de İç Kale’nin bütününü ve hatta Hive şehrinin tamamını önünüze seren manzara tek kelimeyle muhteşem. Bu benzersiz şehri böylesine yüksekten izlemek doyumsuz.
Güç bela inip bileti aldığım odacığa girdim. Çantamı orada bırakmıştım. Oda sıcacıktı ve görevli teyze vücut diliyle oturup ısınmamı söyledi. Canıma minnet. Kocası olduğunu sandığım diğer bir görevliyle çat pat da olsa Türkçe konuşabiliyorlardı. Kısa bir muhabbete tutulduk. Türklerin Özbekistan’a pek gelmediğinden dem vurdular. Aynı şikayeti başka yerlerde de duymuştum ve duyacaktım. Sahiden de uzun sayılabilecek Orta Asya seyahatimde yalnızca bir tane Türk ile karşılaşmıştım. Bu durumun bu insanları üzdüğü ise ayan beyan ortadaydı. Zira bizleri gerçekten de kardeşleri gibi görmekteler. Bunu pek çok kere yakından hissettim.
Öte yandan Ruslar bu coğrafyaya karınca gibi yayılmış haldeler. Nereye gitsem illa ki Rus turistlere rastladım. Rusya’nın bu ülkeler ile olan geçmişini düşününce bu durum şaşırtıcı değil elbette. Aradaki bağ öyle kuvvetli ki hem Özbekler hem Kazaklar hem de Kırgızlar ikinci dil olarak Rusçayı şakır şakır konuşmakta. Bu topraklar Rusya’nın Balkanları olmuş adeta. Haliyle bizim için pek üzücü bir durum ne yazık ki. Üstelik Rusları da pek sevmekteler. Herhangi bir düşmanlık yahut hoşnutsuzluk gütmüyorlar.
Yollar beni bir kez daha Muhammed Emin Medresesi önlerine çıkardığında toplanan kalabalığı görüp sokuldum. Gelin ile damadın çevresini saran kalabalık son ses müzik açıp dans etmekteydi. Ben de bu hoş manzaraya kayıtsız kalmayıp fotoğraf ve videolar çektim. Benim gibi uzaktan seyretmekle yetinen iki Özbek ile kısa sohbetler ettim. Birinin adının İhtiyar olduğunu öğrendim. İsmi karşısında gülümsediğimi görünce, isminin bizde ne anlama geldiğini bildiğini söyleyip kendi de gülümsedi.
Yine şans eseri olarak kendimi bir atölyenin bahçesinde buluverdim. İpekböcekçiliği yapılan atölyede ufak tefek tezgahlar bulunmaktaydı. Görevli dayı beni atölyenin içine de davet etti. Ortalama bir odanın içinde beş tane kadın harıl harıl kumaş dokumaktaydı. Türk dizilerinden öğrendikleri kadar Türkçeyle beni pek sıcak karşıladılar. Sonradan böyle atölyelerin Hive’de yaygın olduğunu gördüm.
Özbekistan’daki en iyi kahvaltıyı veren otelimin güleryüzlü personelinden biri 17 yaşındaki Ebrar’dı. Bizde kız çocuklarına verilen bu isim belli ki Özbekistan’da erkeklere uygun bulunuyordu. Ebrar ile Instagram üzerinden ekleştik. Uzun sohbetler ettik. O da dünyayı gezme meraklısı bir gençti ve bana çok gelmek istediği Türkiye ile alakalı sorular sordu. Ben de ona kendi ülkesiyle alakalı sorular sordum. Türkiye’ye gelecek olursa bana danışmasını tembihledim.
Hive ile ilgili bölümü fazla uzatmayacağım. Özbekistan’daki favori şehrimin Hive olduğunu söylemek belki sizi şaşırtacaktır ama gidip görenler var ise bana hak vereceklerinden şüphem yok. Hive her şeyiyle bir bütün. Buhara ya da Semerkand’da olduğu gibi insana 21. yüzyılda olduğunu hatırlatan uyaranlardan eser yok. İç Kale kapılarından geçtiğiniz an kendinizi Hive’ye teslim etmekten başka çareniz kalmıyor. Sanmıyorum ki yeryüzünde yüz ölçümü Hive kadar mütevazi olup da bu kadar tesirli bir başka şehir olsun…
Hive'nin dokumacıları...
Urgenç
Urgenç benim için yalnızca bir ara durak olacaktı. Esasında niyetim burada da bir gece kalmaktı ama planlar uymadı. Hive’den Taşkent’e olan tren biletimi ancak Urgenç üzerinden satın alabildim. Akşam üzeri kalkacak trenden önce de erken saatte gelip şehri dolaşmayı kararlaştırdım.
Hive’deki otel üzerinden çağırdığım taksi benim yarım saat kadar bir sürede Urgenç tren garına getirdi. Yolda sohbet ettiğim taksi şoförü de Türkler ile Rusların bölgeye olan tutumundan bahsetti. Yarım yamalak da olsa konuştuğu Türkçe’yi ise Türk dizilerinden öğrendiğini söyleyip pek çok Özbek’in bu diziler vasıtasıyla Türkçe öğrendiğini anlattı. Zamanında özel bir uydu aracılığıyla dizilerimizi bu ülkelere iletmeye başlamış, bunu da ulusları birbirine yakınlaştırmak amacıyla yapmıştık. Belli ki tek taraflı da olsa bu plan sonuç vermiş.
İlk olarak tren garına gelmemin sebebi çantalarımı emanete teslim etme arzusuydu. Görevliler sağ olsun hızlıca çantalarımı bırakıp çıktım. Gar önünden başlayan uzun caddede yürümeye koyuldum. Caddenin ucu Harezmşah Devleti’nin son hükümdarı Celaleddin Mengüberdi’nin at üstündeki nefis heykeline çıktı. Çevresi bir meydanla düzenlenmiş ve farklı dillerde yazıtlarla zenginleştirilmiş heykeli çok beğendim.
Aşırı pahalı bir “Milli Taomlar” lokantasından canımı zor kurtarıp Avesta Anıtı’na yöneldim. Bir ocak, altında yanan ateş ve ateşin önündeki Zerdüşt mantrasıyla beraber burası bir Zerdüşt anıtıydı. Sonrasında karnımı doyurma arayışında şehrin altını üstüne getirdim. Dil bariyerini aşamadığım bir dönerciden hışımla çıkıp şehrin alışveriş merkezine daldım. Rastgele bir şeyler atıştırıp marketten yol için nevale topladım.
Tarihi çok zengin olsa da Amuderya’nın şehre can veren kolunun kurumasıyla çölleşen vasat bir şehir Urgenç. İstanbul’un alelade semtlerinden birinde dolaşıyormuş hissine kapılmamak elde değil. Kalabalık, gürültülü ve beton kaplı. Haliyle sunacak pek bir şeyi yok. Bazı türbeler mevcut ama Urgenç bunları görmek adına insanı teşvik etmiyor.
Avesta Anıtı...
Bu seferki tren yolculuğuna iyi hazırlanmıştım. Paraya kıyıp özel bir kompartıman tutmuştum. İki kişilik bu kompartımanlar, otel odası misali bütün halde satıldığından bir başıma olacaktım. Bayan muavin beni bizzat kompartımana kadar götürdü. Yerleşme telaşındayken Özbekistan’da tekstil işi yapan Antepli bir abiyle ayak üstü lafladık.
Trenin en arkasındaydım. Altlı üstlü geniş mi geniş iki yatak, ayarlanabilir lamba ve ısıtıcılar ile temel ihtiyaçlarımın hepsi karşılanıyordu. Dahası kompartımanın içinde ayrı bir bölüm halinde tuvalet ve banyo da yer almaktaydı. E daha ne olsun? İnsan burada yaşar bile.
Taşkent
Krallar gibi geçirdiğim tren seyahatimin ardından başkente vardım. Gar çıkışındaki taksicilerden biraz uzaklaşıp yol kenarında gelenleri bekledim. Bir iki pazarlıktan sonra bir tanesiyle anlaşıp otelime gittim. Otelin en acayip özelliği duşakabiniydi. Kabin içerisinde bulunan düğmeler aracılığıyla türlü türlü ışıklar açılabiliyordu. Dahası, kabin içerisinde bulunan hoparlöre Bluetooth üzerinden bağlanılabiliyordu ve tüm bu imkanlar, yanarlı dönerli mavi ışıklar altında Dua Lipa dinleyerek duş alma imkanı tanıyordu.
Çantalarımı bırakıp dışarı çıktım. Otelimin üzerinde bulunduğu, inşaat halindeki trafiğe kapalı caddeden ilerleyip pazara düştüm. Takip ettiğimde yolun sonu Chorsu’ya çıktı. Burası şehrin ana pazar yeri. Üstü kapalı dairesel yapının içinde et ve şarküteri ürünleri satılmakta. Hemen dış tarafta sebzeler, meyveler vb. bulunuyor. Pazarın kapalı bölümünü turlamak keyifliydi. At eti de dahil olmak üzere envai çeşit eti bulmak burada mümkün.
Başkent Taşkent, Başkent Taşkent, Başkent Taşkent...
Chorsu’dan dışarı çıktığımda şehrin albenisi yüksek kısımlarına uzak kalmıştım. Bunları bütünüyle sonraki günlere bırakmaya karar verip şehrin çok ünlü pilavcısına gitmeye karar verdim. Beşkazan adlı bu pilavcı beş ayrı kazanda kilolarca hazırladığı Özbek pilavlarını, ülke standartlarının hayli üzerindeki işletmesinde patır patır satıyor. Uzun bir yol kat edip mekana vardım. Siparişimi verip ekstra at eti eklettim.
Favorim hala Buhara. Beşkazan’da yediğim pilav biraz fazla ağır geldi. At eti ise şarküteri ürünü olarak eklenmişti. Zaten anladığım kadarıyla at etini köfte, biftek gibi tüketmiyorlar. Daha çok salam, sucuk benzeri hazırlama eğilimindeler. Lezzetine gelince de ne yalan söyleyeyim bildiğimiz et işte. Dokusu biraz daha farklı, yağ oranı düşük ve haliyle sert.
Kalan iki günümde Taşkent’in altını üstüne getirdim. İlk olarak Hazreti İmam Kompleksi’ne gittim. Barakhan Medresesi ve Tilya Şey Camisi gibi önemli yapıları kapsayan geniş bir bahçe burası. Bir de daha ufak tefek olan Muyi Mobarek Medresesi var ki ücret karşılığı giriş yapılan bu medresede, Hz. Ömer tarafından el yazması hazırlanıp farklı memleketlere gönderilen Kur-an’ı Kerim kopyalarından biri sergilenmekte.
El yazması Kur'an-ı Kerim...
Bu dolaylarda biraz daha vakit geçirmiş ya da bir iki saat sonra gelmiş olsam, dünyanın en zengin insanı Elon Musk’ın annesi Maye Musk ile karşılaşacaktım. Akşam otele döndüğümde şans eseri kendisinin de Taşkent’te olduğunu ve benim gittiğim yeri ziyaret ettiğini öğrendim.
Sovyet döneminden kalma, her biri birbirinden şatafatlı metro istasyonlarını görme bahanesiyle metrodan da faydalanarak Bağımsızlık Meydanı’na gittim. Ortasında Timur’un heykelinin yükseldiği meydan Taşkent’te yolların kesiştiği nokta.
Bu yollardan biri, bir yanında Kaşgar Parkı’nın eşlik ettiği Sayılgok Sokağı’na çıkıyor. Akşam saatlerinde hareketlendiğini tahmin ettiğim bu bölge kafeler, lokantalar, hediyelikçiler vb. ile dolu. Aynı zamanda tüm yolu adeta işgal eden Pepsi logolarıyla. Zaten ülkede bir tür Pepsi - Coca Cola savaşı var gibi. Bunların logoları, flamaları, araçları vb. o kadar ama o kadar yoğun ki anlatamam.
Sokak üzerinde fotoğrafımı çekip satmaya çalışan gençleri fırçaladıktan sonra İstiklal Sokağı üzerinden geri dönüp yol üstündeki dükkandan kaptığım samsaları mideye indirdim. Sokağın köşesinde bulunan Timur Müzesi’ne girmek üzereydim ki kapıdaki görevlilerden biri selam verip nereli olduğumu sordu. Aldığı cevap karşısında büyük sevinç duyup “Kardeş. Kardeş.” nidaları yükseltti. Böyle enstantaneleri özellikle Özbekistan’da sık yaşadığımın tekrar altını çizeyim.
Timur Devleti üzerine kurulan müze hayran bırakan giriş holüyle karşıladı beni. Fotoğraf çekmeye kalktığımda bunun için ekstra ücret ödemem gerektiğine dair nazik bir uyarı aldım. İlk kez tanık olduğum bu uygulamayı garipsesem de çaktırmadan çekim yapmayı sürdürdüm.
Resmi binalara ev sahipliği yapması haricinde bir numarası olmayan Müstakillik Meydanı’nı ardımda bırakıp geniş bir parkın önüne çıktım. Gel gelelim parka girişler kapatılmıştı ve aralıklı nöbetçiler dikilmişti. Parkı teğet geçip yoluma baktım. Şans eseri olarak, ülkenin 2. Dünya Savaşı’nda verdiği kayıplar için düzenlenmiş anıt parkı buldum. Kaçınılmaz olan sönmez ateşe başında ağıt yakan bir kadın heykeli yükselmekteydi. Esas ilginç olan, parkın iki tarafına karşılıklı olarak yerleştirdikleri ve şehir şehir, isim isim ülkenin verdiği kayıpları üzerlerine işledikleri pirinç defter yapraklarıydı.
Ülkenin asıl meydanı olma vazifesini Bunyodkor Meydanı üstleniyor. Büyükçe bir konser salonu, uzun gönderinde dalgalanan Özbek bayrağı, anıtlar, kesişen caddeler vb. Tam meydanın karşısında kalan Soy isimli restoran internette keşfedip beğendiğim yerlerden biriydi. Yolum da düşünce bir akşam yemeği için daldım. Doyurucu mu doyurucu bir kazan kebap yedim. Bir kazan dolusu kebap yemedim,i yanlış olmasın. Bir porsiyon kazan kebap yedim. Tandıra benzeyen bu yemeği bazı yerler tiftik etten, bazıları kemikli etten yapıyor. Şeklen değişse de etin hazırlanma şekli aynı. Yanına da patates falan ekleniyor garnitür olarak.
Taşkent’te ne yazık ki planladığımdan daha fazla kaldım. Tren biletlerinde yaşadığım bir başka aksilik beni buna mecbur bıraktı. Son günümü, hem tren garına daha yakın hem de bir nebze daha ucuz diye hostelde geçirmeye karar verdim. Çantamı sırtlanıp üç gündür kalmakta olduğum otelden hostele kadar olan 8 kilometrelik yolu Taşkent turuna çevirip şehrin henüz görmediğim taraflarından geçtim.
Kozmonotlar Anıtı, uzaya çıkan ilk insanları yad etmek yapılmış ve muhtemelen Sovyet döneminden kalma bir eser. Magic City ise nasıl anlatacağımı bilemediğim garip bir yer. Tepeden tırnağa Pepsi logolarıyla kaplı olan Magic City, farklı ülke mimarilerini yansıtan şatovari binalardan kurulu bir nevi açık hava AVM’si. Restoranlar, sinema, akvaryum, lunapark gibi yerlere sahip.
Sovyet metrolarına bir örnek...
Taşkent’teki sondan bir önceki günümde bir başka yerel yiyecek olan lağmandan yedim. İsmi akla başka şeyler getiriyor farkındayım ama lağmana şans vermekte fayda var. Bol miktarda lezzetli su içerisindeki linguine benzeri makarnaların yanında çok sayıda sebze ve et bulunuyor. Baharatı da ektiniz mi of! Bu zenginliğe rağmen lağman sudan ucuz bir yemek. Yanına bir tabak Semerkand ekmeği de söylenip yemeğin suyuna bandıra bandıra yenildi mi koca günde tek bir tabağının insanı tok tutmaya yeteceği acayip bir yemek lağman.
Artık Özbekistan safhasına son vermek durumundayım. Hosteldeki son günümü pinekleyerek geçirdikten sonra 02:00 civarındaki trenim için taksiyle gara gittim. Tren bu sefer zamanında kalktı. Kazakistan sınırına vardığımızda tren durdu ve görevliler pasaportlarımızı alıp isimlerimizi kaydetti. Tren bomboş olmasına rağmen işlem neredeyse bir saat sürdü. Aynı görevliler pasaportlarımızı dağıttı ve Özbekistan’dan resmen ayrılmış oldum.
Bu güzide ülkeye birkaç veda cümlesi ayırmadan edemeyeceğim. Özbekistan gerçekten de bir hazine. Nevi şahsına münhasır, insanın zaman ve uzay algısını sorgulayan bambaşka bir diyar burası. Modernitenin betondan tuzağına düşen bir başkente sahip olsa da Hive, Semerkand ve Buhara’nın her biri benzersiz şehirler. Doğu mistisizmi veya doğu egzotizmi, artık adına ne derseniz deyin Özbekistan kadar bu mereti doya doya hissedebileceğiniz bir yer bilmiyorum.
Lağman. Yemek olan...
Çimkent
Pasaport kontrolünün nasıl yapılacağının merakı içerisindeydim. Daha önce de trenle sınır geçmiş ve onda tüm yolcularla beraber trenden inip, kaşeleri vurdurup tekrar trene dönmüştüm. Burada da aynısını bekliyordum ki ellerinde taşıdıkları portatif makinelerle sayısız görevli doluştu trenin içine. Vagonların ortasında bulunan masalı koltuklara oturup teker teker yolcuları çağırdılar. Daktiloyu andıran makinelerde pasaportları okutup mühürleri bastılar. Bana ne iş yaptığımı sorup, pasaportumu da monokl benzeri bir nesneyle yakın kontrolden geçirdiler.
Elbette öncesinde genel bir arama da yapıldı. Çantalar açıldı, üst baş tarandı, köpekler dolaştırıldı. Bir saati aşan tüm bu hengame sona erdiğinde resmen Kazakistan’da; ismi, Özbeklerin 15. yüzyıldaki Moğol tacizlerine dayanamayıp yurdunu terk eden hemşerilerine hakaretamiz biçimde taktıkları “kaçak” yakıştırmasından doğan Kazakların memleketindeydim.
Peki Özbeklere neden Özbek deniyor? Doğrusu bu bir muamma. “Bir kere affetmek iyidir, iki kere affetmek tehlikelidir.” sözüyle de bilinen ve ulusun atası sayılan Muhammed Şeyban’dan hareketle uzun süre Şeybaniler olarak anılan bu milletin adı 14. yüzyıl dolaylarında Üzbek ve Özbek diye anılır olmuş. Kesin neden ne, belirsiz.
Çimkent'ten bir kuple...
Çimkent’te soğuk ve kapalı bir hava karşıladı beni. Yine de buna şükrettim çünkü yol boyunca neredeyse tipinin içinden geçmiştik. Neyse ki hava Çimkent’e doğru topladı. Yine de hava serindi ve koşar adım otele doğru yürümeye koyuldum. 20 dakika kadar yürüyüp otele giriş yaptım. İki gün kalacağım bu otel sunduğu fiziki şartlar bakımından hiç fena değildi aslında. Gel gelelim hayatımda gördüğüm en aptal resepsiyonist grubuna sahipti. “Yes” ile “no” kadar bile İngilizce bilmemelerini geçtim vücut diline de hakim değildiler. Telefondan çeviri yapıp kendi dillerinde iletişim kurmaya çalıştım o da olmadı. Son günümde, akşam almak üzere çantamı bıraktım. Akşam geldiğimde gerizekalı bana “Sen çıkış yaptın.” dedi. Çantamı emanete bıraktığımı, sadece onu almaya geldiğimi anlatmam beş dakika sürdü. Gerçek bir gerizekalılar grubu. Dahası, otelin rezalet interneti yüzünden Almatı’daki resepsiyonu yanlışlıkla iki kere yaptım ve boş yere Almatı’da ekstra para ödemek zorunda kaldım.
Bu meseleyi daha fazla uzatmadan Çimkent’e gelelim. Doğrusu beni bu şehre sürükleyen neydi bilmiyorum. Başta, yakınlardaki Sayram şehrine de günübirlik giderim hesabı yapmıştım. Bu da Çimkent tercihimde etkili olmuştu. Öte yandan Çimkent kağıt üzerinde ülkenin üçüncü büyük şehri. Belki de sırf Taşkent’ten sonra Çimkent’e gitmenin komik olacağını düşündüğümden buraya geldim. En azından annem Taşkent’ten sonra nereye gideceğimi sorup da Çimkent cevabını aldığında böyle düşünmüş. Ancak internetten kontrol ettiğinde Çimkent’in gerçekten var olduğuna inanmış.
Gel gelelim Çimkent’in kendisi beş para etmez bir şehir. Para bozdurmak neredeyse imkansız. İngilizce 0! Hiç bir yerde Latin alfabesi yok. Bunları geçtim yapılacak da bir şey yok. Bir kaç tane standart park ve heykelden ibaret şehir.
Karizmatik ismiyle dikkatimi çeken Museum of Victims of Political Repression’ı ziyaret ettim. Tek bir dairesel salon çevresine yerleştirilmiş levhalar, balmumu heykeller ve resimlerden oluşan müze baştan aşağı Kiril alfabesiyle tasarlandığından neredeyse hiçbir şey anlamadım. Küçük ebatlardaki müzenin tek ziyaretçisi olduğumdan görevli kız yanımdan bir an olsun ayrılmadı. Ben de bari biraz sohbet edeyim dedim. Ruslara karşı ne hissettiklerini sorduğumda Ruslardan pek hoşlanmadıkları cevabını aldım ki bu şaşırtıcıydı. Zira bütün ülke Rusça bilmekte ve Rus harici turiste rastlanmamakta. Özbekler bile Ruslara sempatiyle yaklaşırken müzeci hanımefendinin beyanı bana pek inandırıcı gelmedi. Öğrendiğim bir diğer şey ise yakın zamana kadar resmi dil olarak kullandıkları Rusçadan ayrılıp kendi dillerine geçmiş olduklarıydı.
Çimkent hakkında daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Çimkent denince aklıma aptal resepsiyonistler, mide bulandırıcı havyarlı Lay’s ve vahşice sokaklara tüküren Kazaklar gelecek. Son madde Çimkent’e has değil gerçi. Kazak erkeklerinde acayip bir tükürme huyu var. Ama öyle böyle değil. Genizden güçlü bir öğürtüyle mayalanan, misket büyüklüğünde fırlatılan dolgun tükürükler bunlar. Bir kaç tanesi yolda yürürken önüme doğru ateş ettiğinde kıllandım hatta. Bana mı bir şey demeye çalışıyorlar diye düşündüm. Meğer mesele çok daha basitmiş. Tükürüyorlar işte adamlar. Etrafta kim var kim yok o da önemli değil.
Almatı
Bu kez hazırlıklıydım. 23:00 civarında bindiğim trende, talihin yüzüme gülmesi sonucu vagondaki son alt kat yatağı kapmıştım. Gel gelelim benden evvel de yatağımı teyzenin biri işgal etmişti. Kabullenemezdim. El, kol, kaş, göz hareketleri aracılığıyla aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“Teyze, ne ayaksın sen?”
“Bırak da burada ben yatam kuzum. Yaşlı kadınım.”
“Senin yerin neresi?”
“Bak şuracıkta, yukarıdaki yatak.”
“Görmüyon mu ben ayı gibi adamım, nasıl çıkayım şimdi oraya?”
“Çıkarsın yavrum, çıkarsın. Kaldırma beni şimdi şuracıktan.”
“Başlatma şimdi yerine yurduna. Ben aynı eziyeti bir daha çekemem.” Ve çantamı hışımla, sahipsiz topraklara vatan bayrağını diker gibi yatağımın üzerine atıp mevzuya son noktayı koydum. Teyze çaresiz şekilde kendi yatağına doğru seyirtirken ben yatağı açtım. Bu kez de yastıksız kalmıştım. Bana verdikleri paketten yastık çıkmamıştı. Ben de kondüktöre gittim. Dünyanın en umarsız insanı olan kondüktör başka bir yataktan çalmamı önererek sorunu çözdü. Ben de sözünü dinleyip boş yataklardan birindeki yastığı kaptım.
Mışıl mışıl uyuyarak Almatı’ya vardım. Bileti alırken yaptığım hata yüzünden şehrin dışındaki garda inmek zorunda kaldım. Gardan uzanan ve kilometrelerce devam eden caddeden yürüdüm de yürüdüm. Otobanlara çıktım, parklar içinden geçtim. Sırf taksiden tasarruf edeyim diye sırtımda çantayla 11 kilometre yol teptim. Peki teptim de ne oldu? Canımdan can, kanımdan kan vererek tasarruf ettiğim parayı, sırf Çimkent’teki otelin boktan interneti yüzünden yanlışlıkla yaptığım çift dikiş rezervasyona ödemek zorunda kaldım. Canım çok sıkıldı. Öyle böyle değil. Birkaç saat bu tatsızlığı üzerimden atamadım.
Sakatat yahnisi kuurdak..
O gece kalacağım otel şu ünlü kapsül otellerdendi. Kapsül oteli membaı olan Japonya’da pas geçip Kazakistan’da deneme fırsatı bulmuştum. Doğrusu hiç de kapsül falan değil. Kabinlerin içi epeyce geniş ve ferah. Hava girmesi için küçük bir havalandırma bile yapmışlar. Haliyle en azından benim kaldığım oteldeki kapsüller tabut gibi değildi.
Almatı’daki ikinci günümü sabahtan akşama kadar yürüyerek geçirdim. Uzun zamandır sesi soluğu çıkmayan eski bir düşman fırsatı görüp hortladı; pişik. Haliyle bir noktadan sonra Almatı’da epey zorlandım. Yine de gün boyu pek çok yer gezdim. Bunları kısa kısa özetleyeceğim.
Merkez Camii, altın renk tombul kubbesiyle öne çıkan ve şehir merkezinde bulunan en büyük cami. Hemen yakınında bir Kazak kahramanı olan Raiymbeg Batur’un heykeli bulunmakta. Camiden yukarı doğru çıkan yürüyüş yolunun üzerinde Kökbazar var. Etrafını saran dar sokaklar ile bütünleşmiş bir kapalı alan pazarı burası. Şehrin batısına doğru pek çok devlet büyüğünün yahut tarihi şahsiyetin ismini taşıyan irili ufaklı parklar bulunmakta.
Bunların tam aksi istikametinde ise nazarımda şehrin en görülesi alanı bulunuyor. Büyükçe bir park içerisinde Panfilov’un 28 Muhafızı Heykeli yer almakta. Burada hoş bir çevre düzenlemesi mevcut ve heykelin kendisi de ilgi çekici. Yolun devamında ise Ascension Katedrali bulunuyor. Renkli dış cephesiyle ilgimi çeken katedrali ziyaret etmekten geri durmadım. Tipik bir ortodoks kilisesi olarak pek süslü, pek alengirliydi. Şansıma mini bir ayine denk geldim. Video ve fotoğraf çekimi yasak olsa da çaktırmadan biraz çekim yaptım. Dahası, Meryen Ana’nın tüm rölyeflerini ayrı ayrı öpenleri, galeyana gelip kilise zemininde secdeye kapananları da kayda alma fırsatı buldum.
O gün akşam yemeği için Tyubeteika adlı meşhur bir lokantaya gittim. Öncesinde hostele uğrayıp çantamı aldım. Şans eseri yolda bir kez daha para buldum ve cebe attım. Tyubeteika’da at etli mantı ve sakatat kavurması kuurdak ile karnımı güzelce doyurdum.
O gece için ayarladığım hostele doğru uzun bir yürüyüşe koyuldum. Artık akşam olmuştu ve ben güç bela hosteli bulmayı başarmıştım. Girişi yaptım ve on kişilik odaya adım atmamla başımdan aşağı kaynar suların dökülmesi bir oldu. Odada benim haricimdeki herkes tek bir gruba aitti ve bu grup Tacik erkeklerden oluşuyordu. Fars-Türk kırması olarak bilinen bu millet biraz değişik oluyor. Vasat bir hostelin niteliksiz yatakhanesinde bu at hırsızı tipli güruh ile karşılaşmak haliyle hiç hoş olmadı. Deniz seviyelerinde gezen standartlarım için bile genel atmosfer kabul edilemezdi.
Hostelin beş para etmez internetinden eli yüzü düzgün bir otel ayarladım. Pılımı pırtımı toparlayıp resepsiyondaki çocuğa “Sokarım sizin hostelinize.” ana fikirli bir söylev çektim. Delikanlı çıktı, ücretin yarısını iade etti. Ben de bitmiş, tükenmiş bacaklarımı bir kez daha yollara vurdum. Kendimi şımartmak zorundaydım. Pederin kartı sağ olsun Astana Otel’de bir oda ayırttım. Oh mis!
Kazakların tükürme huylarından söz etmişken bir diğer huylarından söz etmemek olmaz. Bu adamlar tam bir çiçek müptelası. Sokaklar seyyar çiçekçilerle dolu ve kadın erkek demeden herkesin elinde birer çiçek var. Sokaklar, ellerinde çiçeklerle sağa sola balgam atan adamlarla dolu. Hoş bir tezatlık!
Ertesi sabah otelin enfes kahvaltısıyla depoyu doldurdum. Şehrin ana caddesi olan Abay üzerinde ilerleyip çeşitli devlet binalarının, üniversitelerin, meydanların önünden geçtim. Caddenin sonunda Abay heykeli karşıma çıktı. Hemen heykelin ardındaki meydanın uzak köşesinde teleferikler dikkatimi çekti. Şöyle bir yanaştım. Aslında niyetim yoktu ama bir bilet alıp teleferiğe atladım.
Kök-Töbe’ye tırmanan teleferiğe paşalar gibi tek başıma kuruldum. Beş dakika kadar süren yolculuğun tadını çıkardım. Kök-Töbe’de indiğimde beni bir tür panayır alanı karşıladı. Lunapark, hediyelikçiler, etkinlik alanları, restoranlar vb. pek çok şey bulunmaktaydı. Yürüyüş yolu boyunca mini bir hayvanat bahçesi de kurmuşlardı ki burada pek çok egzotik canlı yaşamaktaydı.
Yeniden şehir merkezine döndüğümde aylak aylak dolanmakla yetindim. Bol miktarda samsa alıp akşam yemeğini otelde geçiştirdim. Ertesi gün otelin çağırdığı bir taksiyle havaalanına gidip Kazakistan’a veda ettim.
Kazakistan ile ilgili planlarım başta çok farklıydı. Çimkent’ten Almatı’ya gelmek gibi bir düşüncem yoktu. Asıl niyetim saat yönünde bir daire çizerek çeşitli şehirler üzerinden Astana’ya varmak ve Astana’dan Almatı’ya geçmekti. Pek tabi bu planım gerçekleşmedi zira babam tam da ondan beklediğim şekilde dönmem yönünde tacizlerine başlamıştı. Ben de Astana’yı iptal edip Almatı üzerinden Kırgızistan’a geçmeye karar verdim.
Kapatırken ufak notlar sıkıştırayım. Almatı beni genel manada şaşırtan bir kent oldu. Evvela son derece muntazam bir mimariye sahip olduğunu söyleyebilirim. Üstelik şehir üç safhaya ayrılmış sanki. Birinci safha, ilk günümde yürüdüğüm 11 kilometrelik yolun son kısımlarını oluşturan safha ki burası şehrin daha tenha, daha sessiz bölümü. Banliyö de diyebilirim. Hemen ardından şehrin merkezi geliyor ki burası bütünüyle tek tip mimari üslupla inşa edilmiş. Geniş caddeler ve sokaklar büyük ferahlık katmakta. Bunun da sonrasında şehrin elit bölümü mevcut. Alışveriş merkezleri, lüks mağazalar, gökdelenler, bohem kafeler vb. burada yer alıyor.
Bir diğer taraftan şehrin kabus gibi bir de trafiği var. Onlarca trafik ışığı yetmemiş olacak ki özellikle iş çıkışı saatlerinde her köşe başında trafik polisleri mevcut ve çoğu zaman inisiyatifi ışıklardan alıp araçlara kendileri yön veriyorlar. Ancak bunun da çare etmediğini özellikle kavşaklarda dinmek bilmeyen klakson senfonilerinden anlayabilirsiniz.
Bişkek
Almatı ile Bişkek arasındaki uçuş, dünyanın en kısa uluslararası uçuşu olabilir. Zira kalkması, inmesi derken tüm yolculuk 40 dakika kadar ya sürdü ya sürmedi. Büyük ölçüde boş uçakta manzaranın tadını doyasıya çıkardım. Bu iki şehir aslında aynı dağ silsilesinin zıt taraflarında yer alıyorlar. Haliyle yol boyunca bembeyaz dağ manzaraları hiç eksik olmadı.
Bişkek’te kontrolden geçer geçmez taksiciler başıma üşüştü. Aralarında en atılgan olanı bana hizmet vermeye hak kazandı. Önce bir miktar para bozdurdum, ardından şehir merkezine kadar 25 dakika kadar süren bir taksi yolculuğu yaptım. Üzerine de 10 dakika kadar yürüyüp bugüne kadar kaldığım en iyi hostellerden biri olan hostelime vardım. İki tane Rus andavalla beraber kaldığım dört kişilik odamda, buna rağmen tadım kaçmadı.
Bişkek’te öncelikli olarak Issık Göl’e gidecek bir yol, yöntem arayışına giriştim. Şehrin tren garına gittim evvela. Göl tarafına giden trenlerin sadece yaz aylarında çalıştığını öğrendim. Birinci karavana! Ardından otogara doğru yola koyuldum. İlla ki bir otobüs bulurum düşüncesindeydim. Burada da, benim gitmek istediğim Balıkçı şehrine -ki başkente en yakın olan göl kıyısı buradaydı- otobüslerin gitmediğini öğrendim. İkinci karavana. Otogar bahçesinde kalkmakta olan çok sayıda minibüs dikkatimi çekti. Biraz bakındığımda her birinin önünde nerelere gitmekte olduğu yazmaktaydı ki hemen yakınımda olan sırada Balıkçı minibüsleri hareket ediyordu. Bu ekspres minibüsler yol üzerinde duraklama yapmadan hedefe varan cinstendi. Önceden yer ayırmaya gerek yoktu ve gün boyu saat başı bir yenisi kalkıyordu. Allah’ın hakkı üçmüş diyerekten bu büyük sorunu çözmenin rahatlığıyla kendimi Bişkek’e adadım.
Manas...
Peki ne var bu Issık Göl’de? Issık Göl’ü ilk olarak Cengiz Aytmatov’un romanlarından öğrenmiştim. Kendisi Beyaz Gemi gibi bazı hikayelerini bütünüyle bu gölün çevresinde anlatırken diğer pek çok hikayesinde de bir şekilde buraya atıf yapar. Haliyle bu tekrarlanan göl teması ilgimi çekmiş ve içimde bir merak uyandırmıştı. Ardından Issık Göl’ün, dünya üzerinde okyanuslara en uzak göl olduğunu öğrendim. Bir şekilde bu göle çekildim işin doğrusu. Benim için kişisel bir Hac noktasına dönüştü adeta.
Doğrusu Issık Göl aslında epey popüler bir coğrafya. Yaz aylarında çevre illere çok sayıda turist gelmesini sağlıyor. Bu turistler göl sayesinde deniz-kum-güneş üçlüsünü ikame ettikleri gibi çeşitli su sporları da yapabiliyorlar. Yani göl, öyle saklı bir hazine falan değil.
Dönelim Bişkek’e… Seyahatin sonu ufukta belirmişken har vurup harman savurma modunu açabilirdim. Ortalama büyüklükte bir alışveriş merkezine girip Türkçe isimler taşıyan sayısız lokantadan birine oturup vasat bir kebap yiyip enfes bir çay içtim. Taşkent’teki Beşkazan’dan sonra ikinci kez ince belli bardağa rast geliyordum.
Sonrasında Kırgızistan ile Güney Kore Dostluk Parkı ve Kırgızistan ile Azerbaycan Dostluk Parkı’nın içinden geçtim. Şehre nefis bir arkaplan oluşturan karlı dağların yarattığı ambiyansı seyre daldım. Victory Park’ta biraz soluklanıp Atatürk Parkı’na gittim. Girişte Atatürk’ün büstünün de bulunduğu parkı “Kırgızistan ile Türkiye Dostluk Parkı” olarak da kabul edebiliriz.
Kırgız bayrağını andıran kaplamasıyla bir kaç banktan ibaret olan Skver Djal’da nefeslenirken otuzlu yaşlarının ortalarında bir Kırgız erkeği bana laf attı. “Ne yapıyorsun burada böyle?” diyerek yanıma yanaştı. Bozuntuya vermeden “Dinleniyorum.” dedim. Aramızda hoş bir muhabbet gelişti. Yedi sene Türkiye’de yaşamış olduğundan Türkçe’yi rahatlıkla konuşabiliyordu. Biraz ülkelerimizden, biraz da seyahatimden söz ettik. O değil de benim Türk olduğumu nereden anladı da sorgusuz sualsiz laf attı halen çözebilmiş değilim!
Ertesi gün şehrin merkezine doğru sokuldum. Sayısız park ve meydanı ardımda bırakıp Ala-Too Meydanı’na eriştim. Burada yüksek bir Kırgız bayrağı altında heybetli bir Manas heykeli bulunuyor. Arkada ise yanlış anımsamıyorsam eğer Tarih Müzesi yükseliyordu. Ala-Too’nun tam karşısında ise Aytmatov’un heykeli mevcut. Omzuna attığı ceketiyle cool bir poz veren Aytmatov, tam da Manas ile karşı karşıya kalıyor.
Lenin’inki de dahil olmak üzere pek çok heykelden sonra bir de şehrin kurucusu kabul edilen Bişkek’in karizmatik heykeline rast geldim. Ölü sezon nedeniyle Panfilov Park’tan bir şey anlamadım. Zemine kazılı Kilometre Zero ise mana veremediğim bir durak oldu.
Kırgızların gururu Cengiz Aytmatov...
Victory Park, adından da anlaşılacağı üzere ülkenin şehitleri anısına düzenlenmiş bir yeşil alan. Her birinde olduğu gibi burada da sönmeyen bir ateş mevcut. Bu tür sönmez ateşlerde her zaman şu tiplere rastlarsınız; 16-24 yaş arası, tuhaf saç tıraşlı, yüksek sesle konuşan erkekler. Bunlar sap olacakları balta bulamayan cinstendir ve her nedense ateş başında fotoğraf çekmeye bayılırlar. Hal böyle olunca Victory Park gibi yerler bunların işgali altındadır. Ateşin başını işgal edip, hava 42 derece olsa bile ellerini ateşe tutarak ısınıyormuş pozu verirler ve bu pozlarını aptalca sırıtışlarla süsleyerek fotoğraf çekerler. Üstelik bunu defalarca ve defalarca yaparlar. En sonunda da başta Facebook olmak üzere çeşitli sosyal medya sitelerine yükleyip, altını komik olduğunu zannettikleri aptalca sözlerle doldururlar.
Bu türün üyelerini gözlemleyerek geçirdiğim Victory Park ziyaretimden sonra şehrin iki büyük camisine gittim. İlk olarak Kaşgarlı Mahmud Camisi’ne uğradım. Orta Asya mimarisine sahip caminin içindeki işçiliğe hayran kaldım. Merkez Camii ise tam olarak İstanbul’un herhangi bir semtinde karşınıza çıkacak türde, epey büyük bir cami. Zaten burayı 2017 ya da 2018 yılında bizimkiler yaptırmış.
O gün Navat isimli bir lokantada yemek yedim. Yemeğin yıldızı beşparmaktı. Kalın makarna parçaları ve at eti temelindeki yemek doyurucuydu. Öncesinde çi börek benzeri aperatifler ve koca bir bardak da limonata almıştım. Bir de tabi çay. Otantik bir ambiyansa sahip olan mekanda her masanın üzerinde başlık benzeri eşyalar bulunuyordu. Bunların ne olduğuna akıl erdiremeyip, üzerinde yazan Navat yazısını da görünce millet bunları takıp fotoğraf çekilsin, işletmenin de reklamı olsun şeklinde bir mantık yürüttüm. Meğer bunlar, sıcak tutmak adına çaydanlıkların üzerini kapatmak içinmiş.
Çaydanlık örtüsünü kafaya geçirip, marifetmiş gibi foto çekilenler varmış...
Balıkçı
Yol 2 saat kadar sürdü. Yer yer Kırgızistan’ın doğal güzelliklerine de şahit olduğum yolculuk gayet sakin ve rahat geçti. Balıkçı şehrinin girişindeki otogarda indiğimde ilk iş, dönüşümü sağlama almak oldu.
Balıkçı’ya şehir demek pek de içimden gelmiyor doğrusu. Burası daha ziyade bir kasaba ebatlarında. Birbirine paralel ana yollar ve bunları birbirine bağlayan sokaklar ile bu sokaklar üzerindeki kısa boylu evlerden kurulu, derli toplu bir yerleşim yeri. Hem bu kasabalık hali hem de ölü sezon birleşince ortaya bir tür hayalet şehir çıkıyor. Çevrede insan bulunmadığı gibi açık bir lokanta hatta market bile yok denebilir.
Hiç vakit kaybetmeden göl kıyısına doğru yola koyuldum. Karşıma çıkan tek markete dalıp biraz nevale ve içecek bir şeyler aldım. Planım göl kıyısında sote bir yere kurulup bunlarla karnımı doyurmaktı.
Göle ulaştığım vakit bir tür zafer hissi kapladı içimi. Az önce de değindiğim gibi kişisel bir Hac ziyareti gibiydi burası benim için ve zorlanarak da olsa hedefime varmış olmanın hazzını hissettim. Ölü sezon sağ olsun göl boyunca tek bir Allah’ın kulu da yoktu. Tek tük şemsiyelerden birinin altına sığışıp, esen rüzgara aldırmadan Issık Göl’e nazır halde çıkınımı mideye indirdim.
Gölün kendisi o kadar büyük ki ucunu bucağını görmek mümkün değil. Tam karşımdaki beyaza bürünmüş sıra dağların büyüleyici manzarası hariç görünürde bir şey yok. Biraz göl kıyısında yürüdüm. Kumsalın hançer misali gölün içine sokulduğu bir bölgeye denk gelip burada pek çok fotoğraf çektim. Sonradan buranın göl çevresindeki özel noktalardan biri olduğunu ve benim de dikkatimi çeken kare şekilli dalgaları ile ünlü olduğunu öğrenecektim.
Şartlar farklı olsa burada daha fazla zaman geçirmeyi isterdim ama güçlü esen rüzgar ile kimseciklerin olmaması ziyaretimi kısa tutmama yol açtı. Öyle ki köpeğini gezdiren ve karşılaştığımız iki seferde de bana selam veren delikanlı hariç görünürde kimsecikler yoktu. Bir de kuytu köşelerinde demlenen dayılar…
Tikler atıldı...
Otogara dönüş yolunu zamanımın da bolluğu nedeniyle uzatmaya ve Balıkçı caddelerinde adeta bata çıka ilerlemeye karar verdim. Lakin bu kararımdan çok pişman oldum. Balıkçı bir bütün olarak sinek istilası altında. Durum o kadar vahim boyutlarda ki buradaki insanlar nasıl yaşıyorlar, nasıl alışıyorlar anlamak mümkün değil. Sürü halinde uçuşan sinekler bulundukları yerde kara bir kütle halinde tehdit yayıyorlar. Çevrelerinden dolanarak ilerlemek mümkün değil zira tüm şehri kuşatmış vaziyetteler. Hayır sebebini de anlamış değilim. Balıkçı öyle sokakları çöp ile dolup taşan pis bir şehir değil. Böyle bir kirliliğe delil oluşturacak kötü bir koku da yok. Bu sinekler neden bu kadar çok, ben akıl erdiremedim.
Zar zor otogara dönüp, büyük çoğunluğunu uykunun tatlı kollarında geçirdiğim dönüş yolculuğu ile Bişkekt’e döndüm. Saat geç olduğundan yemek yiyecek bir yer arama derdine düşmeyip süpermarketten sandviçler, bisküviler falan aldım. Bunlar ile hostelde karnımı güzelce doyurdum.
Saat 02:00 sularında hazırlandım. Resepsiyondan bana bir taksi çağırmasını rica edecektim ki 24 saat açık olması gereken resepsiyonda kimsecikleri bulamadım. Neyse ki lobide koyu sohbete dalmış iki tane Rus vardı da onlardan rica ettim.
Oş Pazar...
Bişkek, en azından benim gördüklerim arasında hem sağdan hem de soldan direksiyonlu araçlar bulunduran belki de tek şehir. Havaalanından gelirken soldan direksiyonlu bir taksiye denk gelmişken dönüşte sağdan direksiyonlu bir takside yolculuk ediyordum.
Ve bu hikaye de böyle son buldu işte. Doğrusu, anlatsam daha uzun uzadıya da anlatırım. Lakin daha fazla uzatmaya hacet yok. Umuyorum milletimiz Avrupa sevdasından bir nebze vazgeçer de dünyanın bu bölgesine de seyahat etmeye başlar. Şahsen Özbekistan’ı gezip de memnun kalmayacak biri olacağını düşünmüyorum. Diğer taraftan buradaki insanlarla bağımızı koparmamamız gerektiği de kanatindeyim. Bütünüyle Rus işgali altında olsalar da hem bize hem de ülkemize hala daha derin bağlılık duymaktalar. O yüzden diyorum ki Schengen peşinde heba olmanın hiç mi hiç alemi yok. İkinci defa Yunanistan’a, üçüncü defa İtalya’ya yahut dördüncü defa Sırbistan’a gitmek yerine rotayı bu taraflara kırın. Naçizane tavsiyem...