top of page

3-) Balkanlar

a27d24_bf4bfaf946894331bb4f700bac969a71~

12.01.2017 - 19.01.2017

Selamlar!!! Bilenler bilir, bizim ailede köklerin yarısı Balkan topraklarına dayanmakta. Haliyle Balkan temalı bir seyahatin manevi açıdan da değeri yoğun. Bunun dışında, benim için üniversite sonrası işsizlik dönemlerine denk geldiği için, buhranlı bir zamanda adeta detoks gibi oldu. Babam, birkaç ay öncesinden ucuza bulup da çöktüğü biletlerle Balkan rotasını çizmişti.

Üsküp

Makedonya, Balkan turumuzun ilk durağıydı. Başkent Üsküp'e indiğimizde pist neredeyse donmuş gibiydi. Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçtik. Sonra, babamın daha önceki Makedonya ziyaretinden tanıştığı arkadaşını beklemeye koyulduk. Arkadaşı dediysem yanlış anlaşılmasın, benden dört beş yaş falan büyüktü herhalde. Adı Ahmet'ti. Arabasıyla gelip bizi havaalanından aldı. Otele kadar götürdü. Kalacağımız otel de yabancı değildi. Yine babamın önceki seferinde kaldığı oteldi. Bu sayede otelin sahibi Alüş abi ile ahbap olmuşlardı. Ayak üstü sohbet edip odaya geçtik. Oda gayet iyiydi. Yerleşip dışarı çıktık. Hava kararmıştı ama saat çok geç değildi. Kış şartları işte.

 

Dışarıda korkunç bir soğuk vardı. Balkanlardan devamlı gelip de tadımızı kaçıran soğuk hava dalgası ile tanışma şerefine ulaştık. Bir de buz pateni misali kaygan sokaklar eklenince üzerine, Balkan turumuz bizim için çok zor başladı. İleride bu şartlara nispeten alışacaktık.

 

Üsküp, Vardar Nehri tarafından ikiye ayrılmış bir şehir. Bir tarafında Müslümanlar daha yoğun olarak yaşıyorlar ve neredeyse herkes Türkçe biliyor. Diğer tarafta ise Hıristiyan nüfus hakim. Burada gece kulüpleri, uluslararası markalar vb. daha yoğun. Biz de pek tabi Müslüman tarafta kalıyorduk.

Balkanlar'da bir acayip meze kültürü.

Müslüman tarafta Osmanlı çarşısı olarak tarif edebileceğim bir merkez vardı. Kısa boylu ve bitişik dükkanlarla doluydu. Ancak kara kış yüzünden olsa gerek çoğu kapalıydı ve ortalık epey sakindi. Çarşıda dolanmaya başladık. Karnımız aç olduğu için doğruca yemek yemeye gittik. Eli yüzü düzgün bir lokantaya girip köfte söyledik. Taslarda köfteler geldi. Mezeler de bir acayipti. Yemeklik doğranmış soğanlar, biber turşusu ve ayvar. Ayvar, acuka gibi, patlıcan ve biberli bir tür meze yahut kahvaltılık. Soğanlar ise tüm Balkan coğrafyasında karşımıza çıkacaktı. Diri diri soğanlar garnitür niyetine veriliyordu. Bir de salata vardı, bahsetmeden olmaz. Koca koca doğranmış domateslerin üzerine peynir atıp veriyorlardı. Bu salata da tüm Balkanlar'da tıpatıp aynı şekilde sofralarımıza konuk olacaktı.

Yemeğimizi yiyip çarşıda turladık. Sayısız kez kayıp düşme tehlikesi geçirdik. Hıristiyan tarafa geçtik. Nehrin üzerinde köprüler, köprülerin üzerinde de heykeller vardı. Sadece orada da olsa iyi. Binaların tepelerinde, meydanlarda kısaca her yerde heykel vardı. Köprüden geçtikten hemen sonra karşımıza çıkan geniş alanda da koca bir Büyük İskender heykeli vardı ki ben o heykeli epey beğenmiştim. Etrafına ışıklandırmalar yapılmıştı ve gece karanlığında etkileyici duruyordu.

 

O akşam daha fazla ileri gitmeyip geri döndük. Bir kafe bulup sıcak bir şeyler içmeye girdik. Babam hemen bir iki Türk bulup muhabbeti kurdu. Oradan çıktıktan sonra da otele döndük.

Ertesi sabah erkenden kalkıp bir börekçiye giderek simitpoğaça yedik. Kuru bir poğaçanın, ortadan bölünüp arasına bir parça yağlı - gerçekten yağlı - börek koyulmasıyla yapılıyor. Bana bile ağır geldi. Pek tavsiye etmem.

Ağır kahvaltımızdan sonra kısa bir tur daha attık. Bu esnada, oturmak için de bir yer bakınıyorduk ki bir kafenin önünden geçerken adamın teki bizi kafeye "buyur etti". Dediğine göre Türk olduğumuzu benim tipimden anlamış! Geçip oturduk. Babam bizi buyur eden adamla muhabbete koyuldu. Sonra annemi orada bırakıp cumaya gittik. Minik caminin içi haliyle çabucak dolmuştu. Elinde seccadelerle gelen cemaat soğuk havaya ve buz gibi taş zemine aldırmadan seccadeleri serip namaza duruyordu. Biz de aralarına katıldık. Cuma vaktinde Üsküp çarşısının yarısı, cemaat yüzünden tamamen kapanmıştı.

Binlerce heykel arasında en gösterişlisi; Büyük İskender.
Üsküp'ün her yerindeki heykeller.

Heykellerden söz ederken abartmıyorum

Tetovo

Cumadan sonra bir başka Türk'ün işlettiği dükkandan araba kiraladık. Arabayla Tetovo'ya gittik. Burası babamın ailesinin köyüydü. Daha doğrusu zamanında köydü ancak şimdi daha çok bir şehir olmuştu. İçinden şöyle bir geçiverdik. Sonra büyükbabamın evine yakın bir yere park ettik. Evine doğru yürüdük. Bu sırada Tetovo'da görülmeye değer tek yer olan Alaca Cami'ye girdik. Burası görüp görebileceğiniz en süslü camilerden biri. Google'dan fotoğraflarını aratmanızı tavsiye ederim. Hatta caminin rengarenk duvarları annemin başını döndürmüş olacak ki kendisi abdesti olmadan namaz kılma gafletine düştü:)

Büyükbabamın eski evi. Şimdi ironik biçimde onun adını taşıyan bir butiğe dönüşmüş.

Dedemin evi şimdilerde modaya yön veriyor. İsim ironik...

 

Sonrasında eve gittik. Ev artık butik gibi bir şey olmuştu. İçeride gelinlikler satılıyordu. İsmi de epey manidardı; Ali Baba! -büyükbabamın ismi- Biraz ilerisindeki babaannemin evinin sokağına gittik. Onun evi tam olarak bilinmiyordu. O yüzden sokak ile yetindik.

 

Aile yadigarları turumuzun ardından yemek yemek için bir lokantaya daldık. Karınları doyurup arabaya döndük. Tetovo bizim için bitmişti. Buranın turistik bir yer olmadığı her halinden belliydi. Bizim arabanın yakınında kara saplanmış bir başka aracı mahsur düştüğü yerden kurtarıp Gostivar'a doğru yola çıktık.

Görüp görebileceğiniz en süslü camilerden biri; Alaca Cami.

Süslü püslü Alaca Cami

Gostivar

Gostivar Tetovo'ya yakın bir başka şehir. Aynı zamanda Makedonya'da Türk nüfusunun en yoğun olduğu yer. Oraya vardığımızda hava iyice kararmıştı. Fazla vakit geçirmeye de niyetimiz yoktu zaten. Arabayla içinde şöyle bir turladık. Sonra da meydanında arabayı park edip bir kaç selfie çekindik. Bir tatlıcıya girdik. Yediğim en iyi trileçeyi tattım. Birer de boza söyledik. Boza farklıydı. Bizimkine göre daha koyu renkli, daha ekşi ve daha akışkandı ama oldukça güzeldi. Ben yine de bizimkini tercih ederim. Ama annemle babam resmen hayran kaldılar Makedon bozasına.

Gostivar'da muhteşem bir Trileçe ve farklı bir boza.

Tatlıcıdan çıkıp Üsküp'e dönüşe başladık. Üsküp'e gelince Hıristiyan tarafa geçip orayı da turladık. Orası haliyle daha canlı daha renkliydi. Büyük bir AVM bile vardı. Isınmak için içinde bir tur attık.

 

Ertesi gün istikamet Prizren'di. Şehir içinde Prizren istikametini bulana kadar canımız çıktı. Peder en başında, benzincide sorduğumuz kadının bana tarif ettiği yola güvenseydi hiç uğraşmayacaktık. Neticede en sonunda dönüp durup yine o yola girdik. Nihayet Prizren yolunu tuttuk. Sınırı sıkıntısız geçip bembeyaz dağların arasından geçip Prizren'e vardık.

Prizren

Kosova'da tek durağımız Prizren olacaktı. Prizren küçük, şirin bir Osmanlı kasabası. Makedonya sınırından itibaren yaklaşık iki saatlik mesafede ve pek çok farklı kaynağa göre Kosova'nın en görülesi yeri.

 

Gelir gelmez önce otele gidip eşyaları bıraktık. Sonra da hemen kendimizi dışarı atıp Prizren'in en baba restoranına gidip karnımızı doyurduk. En baba dememe öyle pek takılmayın, İstanbul standartlarında ortalama sayılacak bir yer yalnızca. Şehrin en merkezi yerinde konumlanmıştı. Menüsünde bolca et çeşidi barındırmaktaydı ve lezzetler de gayet yerindeydi. Adet olduğu üzere pek çok üründen ortaya karışık bir seçki yapmıştık. Masaya gelen böbrek, sucuk, biftek gibi siparişlerin hepsi lezizdi ve fiyatlar da genel olarak makuldü. Tam aksine, servis ise felaketti. Siparişler yanlış geldi. Masaların arasında dolaşan ördekler yanı başımıza sıçtı, kimse umursamadı. 

Midelerimizi doldurduktan sonra şehir turuna başladık. Hali hazırda Prizren'in en canlı bölgesindeydik zaten. Adını geniş avlusunun göbeğindeki çeşmeden alan bu meydan Prizren'in Kızılay'ı, boğası, Saat Kulesi. Meydanın bir köşesinde ise şehrin en büyük camisi yükseliyor; İsmi Sinan Paşa Cami. Şehrin çarşısına açılan cadde ve kaleye çıkan yol da buradan başlıyor. Kale demişken, Prizren Kalesi gerçekten yükseklerde ve çıkması zor bir kale. Hava muhalefetini de göz önünde bulundurarak bu seferlik kaleye çıkmaya yeltenmedik.

Prizren'in hiç şüphesiz en mühim turistik noktası Namazgah Camii. Kosova II.Murat tarafından alındığında, şehirde haliyle bir cami bulunmadığından ötürü bir çırpıda pratik bir cami yapıvermişler. Duvarı ya da çatısı olmayan, sınırlarını belli etmek üzere dize kadar bir taş sırası ile çevrelenmiş, bir adet de mihrabı bulunan ve aynı zamanda benzerlerine başka yerlerde de rastlanılabilen bir cami örneği. Şimdilerde çevresine örülmüş taşlar yer yer parçalanmış veya zarar görmüş ama yine de cami belirginliğini koruyor. Bu cami ile ilgili Yavuz Bülent Bakiler'in "Üsküp'ten Kosova'ya" adlı kitabında detaylı bilgi mevcut. Bu caminin bölge için anlamı, II. Murat'ın ölümü ve sonrasında yaşananlar gibi pek çok şey kitapta etraflıca anlatılmış durumda. Genel anlamda, özellikle Balkan göçmeni olanlara bu kitabı ciddi ciddi tavsiye ederim.

Prizren'de Namazgah Cami.

Namazgah Cami'den arda kalanlar

 

Cami ziyaretinden sonra şehrin göbeğinden geçen nehri takip ederek merkez tarafına geri döndük. Gözümüzün tuttuğu bir tatlıcıya girip biraz enerji depoladık. Yürüyüşümüze devam etmek üzere tam dışarı çıkmıştık ki babamın nereden tanıdığını hiç bilmediğim bir ahbapına ve onun eşine rastladık. Herhangi bir plan program olmadan tamamen rastlantısal biçimde yaşanmıştı bu. Bizim orada olduğumuzu sosyal medya üzerinden öğrenip belki bize rastlarlar umuduyla dışarı çıkmışlardı. Prizren'in ne kadar küçük olduğuna dair de küçük bir ipucu olsun bu.

 

Bir yerde oturup bir şeyler içtik. Bu sırada muhabbet falan edildi. Tabi bu arkadaşlar Türk değil, Kosovalı. Laf lafı açtı, pek çok şeyden söz edildi. Bu süreçte Kosova ile ilgili öğrendiğim şeyler oldu. Örneğin Kosova'da işçilerin ortalama 200 Euro kadar maaş alıyor olması, Kosovalıların ciddi rahatsızlıklarında doğrudan Türkiye'ye gidiyor olması vs. Herkes gibi Türkler de kendi ülkesinden zaman zaman şikayet eder ancak buradaki insanların durumlarını ve Türkiye'ye bakış açılarını görmek çok değerliydi. Sadece Kosova da değil Balkan ülkelerinin neredeyse tümünde Türkiye'ye gıpta ve özlemle bakılıyor. Bu bizim için hem gurur verici hem de düşündürücü. Değerini bilmeden sahip olduklarımızın kıymetini hatırlattı.

 

Ayrıldıktan sonra akşamı etmek üzereydik. Magnet almak için bir dükkana daldık. Dükkanın Arnavut sahibi bizim gibi Türkçe konuşuyordu. Bir koyu sohbet de orada başladı. Bu Arnavut da tıpkı önceki Kosovalılar gibi Türkiye'den övgüyle söz etti ve koltuklarımızı kabarttı.

 

Günü bitirirken otele doğru dolambaçlı bir yolculuğa geçtik. Dünyanın neredeyse her şehrinde olduğu gibi burada da bizi kilitlerle bezenmiş bir köprü bekliyordu. Nehir üstündeki ufak köprü, kilitlerden dolayı neredeyse görünmez olmuştu. Bu köprülerin fazlalığı o kadar ilgimi çekmişti ki herhangi bir yerde, herhangi bir bakir köprüyü asma bir kilitle kutsayıp, birkaç yıl aradan sonra aynı yeri tekrar ziyaret ederek başkalarının da açtığım yoldan ilerleyip ilerlemediğini görme fikri uyandırmıştı bende. Bu deney ile amaçladığım şey insanların köprüleri kilitlerle bezeme fetişinin boyutlarını anlamak olacaktı.

 

Ertesi sabah Üsküp'e dönüş yolculuğumuz başladı. Benim için biraz çileli bir yol oldu. Çünkü Allah'ın cezası migrenim tutmuştu ve başım deli gibi zonkluyordu. Ağrı her zamanki gibi gözüme de vurmuştu. Haliyle Üsküp'e kadar adeta can çekiştim. Kaldı ki çilem Üsküp'te de devam etti. Şehre varır varmaz doğruca otogara sürdük. Aracı bize kiralayan adam ile aracı otogarda teslim etmek üzere anlaşmıştık. Kendisi gelip arabayı buradan teslim alacaktı. Biz de doğruca Belgrad otobüsüne atlayacaktık. Sorunsuzca arabayı verip biletlerimizi aldık.

 

Otobüse binerken başımın ağrısı geçmişti. Onun yerine otobüste beni başka bir çile beklemekteydi. Otobüse binince anladık ki koltuklarda herhangi bir numara yok. Daha doğrusu biletlerde yazan numaraları kimsenin umursadığı yok. Tamamen koltuk kapmaca usulü. Annemlere çiftli bir koltuk kaptık. Ben de hemen yanlarında, koridor tarafındaki koltuğa kurulacaktım ki cam kenarında oturan zebellah gibi Sırp oturmama izin vermedi. Ben de ısrarcı olmaya yanaşmayıp en arkadan cam kenarı boş bir koltuğa geçtim. Rahatım yerindeydi yerinde olmasına ama bizleri bitmek bilmeyen bir yol bekliyordu. Üstelik otobüsün arka bölümünü komple kapatan yaklaşık 10-12 kişilik grup yol boyunca avazları çıktığı kadar bağırarak konuştu da konuştu. Öğlene doğru başlayan yolculuk gece vakti bitti. Hatta Belgrad'a gelmeden başka bir otogarda aktarma yapıp ikinci bir otobüse bindik. Tüm gün heba oldu. Asaplar bozuldu. Başım ağrıdı. Belgrad'a vardığımızda hepimizde piller bitmişti.

 

Laf arasında, Türkiye'de oldukça çekinilen Sırp sınırından sorunsuzca geçtik. Buradan duyurmuş olayım, Sırbistan'a gidecek olanlar imkanları varsa eğer karadan giriş yapsınlar. Zira Sırpların havaalanından gerisin geri postaladığı turistler meşhurdur. Ancak karada denetim epey laçka.

Belgrad

Belgrad bizim için çok zor başlamıştı. Otobüste yaşadığımız şoku bir an evvel atlatmaya gayret edip taksiyle otelimize gittik. Gittik gitmesine ama otel pek otele benzemiyordu. Eski bir bina, üzerinde doğru düzgün tabela bile yok. Sıcak bir duş ve rahat bir yatak özlemiyle yanıp tutuşan bünyeler bu manzara karşısında bir başka gol yemiş oldu. Ne yapacağımızı bilemeyip yakındaki bir kafeye geçtik. Birer kahve ile rahatlamaya çalışıp telefonlardan doğrulamaya giriştik. Evet, otel burasıydı. Evet, dış görünüşü de böyleydi. Ama otelin içinden eklenen resimler cillop gibiydi. Kahveleri bitirdikten sonra çaresiz, kalkıp otele gittik. Kapıdan girdikten sonra ilk kata çıkıp resepsiyonu bulduk. Bir anda binanın tüm dokusu değişiverdi. Apartman girişinden hallice antresinden sonra resepsiyondan itibaren beş yıldızlı bir otel bekliyordu bizi. Hemen girişleri yapıp otele çıktık. Epeyce geniş bir oda, temiz tuvalet ve yataklar, gürül gürül bir klima bekliyordu bizleri. Rahat bir nefes aldık. Zorlu yolculuk nihayet bitmişti.

Belgrad Kalesi'nden birbirine kavuşan Tuna ile Sava manzarası.

Ertesi sabah Belgrad turuna başladık. Kahvaltı edecek bir yer araya araya kaleye kadar geldik. Buranın ismi Kalemegdan. Belgrad'ın yegane kalesine çıkana kadar canımız çıktı. Aslında kalenin doğruca ana caddeye açılan bir kapısı mevcut ama biz burayı şans eseri pas geçip başka bir girişten girmeye yeltendik. Oldukça dik bir rampada, buz gibi taşların üzerinden canhıraş şekilde kaleye çıktık. Ancak kalenin manzarası hoştu. Tuna ve Sava nehirlerinin nasıl buluştuğunu, soğuk yüzünden nehirlerin nasıl buz tuttuğunu rahatça gözlemleyebildik. 

Kalenin caddeye bakan kapısından çıkıp Belgrad'ın İstiklal Caddesi olan Knez Mihailova'ya daldık. Tıpkı bizdeki gibi geniş ve hareketli bir caddeydi. Boylu boyunca uzanan lüks mağazlar ve kafeteryalarla doluydu. Şehrin en canlı ve işlek yeri işte burasıydı. Koca cadde boyunca midemizin kazıntısını dindirecek bir şey bulamayan bizler Meksika konseptli bir fast food restorantına kendimizi atıp birer burrito mideye indirdik. Evet, Belgrad'a gelip de burrito yedik!

Yakınlarımızdaki Hükümet Konağı'na doğru yürüdük. Bembeyaz binanın hemen önünden geçen geniş caddenin ötesinde bir de park bulunmaktaydı. Buradan da sonra Tito'nun Mozolesi'ne yöneldik. Mozole tarafına doğru yorucu bir yürüyüşe koyulduk. 

Belgrad'ın İstiklali Knez Mihailova.

Kimi yerlerde yol tarifi sormamız gerekti. Sonunda mozoleyi bulduk ki mozole kapalıymış. Sırbistan'da pazartesi günleri her yer kapalı oluyormuş galiba. O kadar yolu boşu boşuna tepmekle ve mozoleyi yalnızca dışarıdan görmekle yetindik. Yaşadığımız küçük çaplı yıkımın ardından gerisin geri yürümeye koyulduk. Kestirme bulmak gayesiyle tuhaf tuhaf ara yollara girdik. Kaybolduk. Tren raylarından yürümek zorunda kaldık. Köprüaltlarından geçtik. Bizi oracıkta kesseler kimselerin ruhunun duymayacağı yerlerde döndük durduk. Annem artık bayılmak üzereyken taksiye bindik. Ama taksiciyle de pek anlaşamadık. Sonunda bizi bir alışveriş merkezinde bıraktı. İçeriye girip hem ısındık hem dinlendik. Çay kahve içmek için oturduğumuz yerde hemen yanımızdaki masaya denk gelen Türk abi ve Rus eşiyle muhabbet etme imkanı bulduk.

AVM çıkışında otogara gidip ertesi güngü Sarajevo yolculuğumuz için biletleri aldık. Şehrin ara sokaklarındna dolana dolana otele geldik. Bir saat kadar nefeslenip akşam yemeği için tekrar çıktık. Bir Balkan klaşiği olarak ilk bulduğumuz köfteciye attık kendimizi. Kahvaltıda yaptığımız hatayı yapmayıp -düzgün bir kahvaltıcı araya araya Meksika lokantasında almıştık soluğu- şansımızı fazla zorlamadık. Mekan gayet güzeldi. Hoş ve loş bir havası - kelime oyunu yapmıyorum- vardı. Ucuz ve lezzetli çeşit çeşit et ürünüyle midelere bayram ettirdik. Menü Makedonya'dakine oldukça benzerdi. Yumruk büyüklüğündeki domates dilimlerinin üzerine atılmış peynir, doğranmaktan anladığı ortadan ikiye yarılmak olan soğanlar, on numara et, ayvar ve kola.

 

Gece karanlığında da mini bir tur yapıp otele döndük. Ertesi sabah çantalarımızı otelde bırakıp otobüs saatine kadar dolaşmaya çıktık. İlk olarak, önceki gün kapalı olduğu için gidemediğimiz ve benim şehirde en merak ettiğim yerlerin başında gelen Tesla Müzesi'ne gittik. Burası sadece Belgrad'ın değil tüm Balkan turunun benim için en keyifli yerlerinden birisiydi. Bir ev büyüklüğündeki müzenin sinekonferans bölümünde önce Tesla hakkında tanıtıcı bir video yayınlandı. Sonra gençten bir oğlan muazzam İngilizcesiyle - gerçi sunumu Türkçe yapsa daha makbule geçerdi, katılımcı grubun neredeyse tamamı bizdendi - kısa bir sunum yaptı. Ondan sonra bizi makinelerin olduğu bölüme alıp tüm makineleri sırayla çalıştırarak anlattı. Bunlar Tesla'nın orijinal icatlarının replikalarıydı. Ucundaki mini toptan elektrik fırlatan bir makineye gönüllü olarak parmağımı yaklaştırdım, arada herhangi bir temas olmamasına rağmen parmağım hafifçe karıncalandı. Makinenin ucu ile parmağım arasında birkaç santimlik elektrik akımı oluştu. Sonra da koca bir makinenin etrafına dizildik ve rehberimiz hepimizin eline birer florasan tutuşturdu. Işıklar söndü. Makinenin etrafında, elimizdeki florasanlarla Jedi Konseyi gibi dizilmiştik. Makine çalıştığında makinenin tepesinde elektrik akımı belirdi ve hiç bir yere bağlı olmayan florasanlarımız kesik kesik yanmaya başladı. Bunu bir iki defa tekrarladı. Tesla'nın alametifarikası olan bu olay aynı zamanda Christopher Nolan'ın "Prestige" filminde de işlenmiştir. Filmden aşina olduğum bu havalı olaya bizzat tanık olduktan sonra müzenin kalanını gezdik. Dediğim gibi küçük bir müzeydi burası. Tesla'nın elbiseleri, bazı kişisel eşyaları ve en önemlisi de küllerinin içinde saklandığı yuvarlak kutuyu gördük. Hatıra defterine birkaç satır karaladık.

Koca Tesla'nın külleri bir küçük topun içinde.

Koca Tesla'nın külleri bir küçük topun içinde

 

Müzeden sonra Belgrad'ın en büyük manastırına gittik, St. Sava Manastırı. Gerçekten de heybetliydi ve şehrin pek çok yerinden rahatça görülebiliyordu. Ancak içi komple tadilattaydı. Bu yüzden biraz hayal kırıklığı yaratsa da büyüklüğü ve içinde ibadet edenlerin yarattığı huşu ile kendini affettirdi.

 

Dönüş saatimiz yaklaşırken Knez Mihailova üzerinde bir İtalyan restorantında birer makarna - Belgrad'a dünya mutfağını deneyimlemek için gelmiş gibi - ile karınları doyurduk. Otele dönüp eşyalarımızı aldık ve otogara geçtik.

 

Otobüslerden yana şansımız bir türlü yaver gitmiyordu. Bu sefer de otobüsümüz neredeyse bir buçuk saat geç geldi. Otogarda karşılaştığımız Boşnak çocuk bize tercümanlık yaparak otobüsle ilgili son bilgileri aktardı sürekli. Uzun bekleyişten sonra otobüs nihayet geldi ve öncekine kıyasla çok rahat bir yolculuk yaptık. Bu bölümü kapatırken şu tüyoyu vereyim; Belgrad, Balkan turunun en iyi durağıydı. Dışarıdan bakıldığında soğuk ve itici bir imge yarattığının farkındayım ancak Belgrad görülesi bir yer ve pek çok gizli cevher de barındırmakta.

Sarajevo

Sarajevo'ya vardığımızda saat 23.00 sularıydı. Kimseciklerin olmadığı bir otogarda indik. İlk denk geldiğimiz taksiye atlayıp Başçarşı'ya gittik. Başçarşı Sarajevo'nun adeta göbeği, tüm yolların bağlandığı yer ve aynı zamanda en fotojenik noktası. Buraya gelirken turumuzun Showrunner'ı olan babam ne hikmetse kalacak yer ayarlamayı ihmal etmişti. Bu yüzden en merkezi yere gidip manuel bir otel aramasına girişecektik. Ancak bu süreç pek kolay geçmedi. Evvela, babam taksiciye otel rezervasyonumuzun olmadığını söyleme gafletinde bulundu ki bu en basit ifadeyle ölümcül bir hatadır. Taksicinin sizi dilediğince gezdirmesine olanak tanır ve dahası taksici sizi anlaşmalı olduğu kıytırık otele götürme yetkisine sahip olur. Bu sayede siz beş para etmez bir otelde kalırsınız, beş para etmez otel müşteri bulur, taksici de beş para etmez otelden komisyon alır. Süreç işte böyle işledi. Taksici bizi güzel bir dolandırıp 17 Euro'luk hesap kitledi. Bu para, üzerinden yıllar geçse dahi babamın içine dert olacaktı. Sonrasında bizi zorla bir otele soktu. Otel bize saçma sapan bir fiyat çekti. Taksicinin akbaba gibi peşimizde dolanmasının üzerine bir de bu fiyat eklenince kaçarak uzaklaşıp canımızı kurtardık. Fazla ilerlemeden aynı yol üzerindeki başka bir otele yerleştik. Orada da sıkıntılar bitmedi. İçinde çift kişilik bir yatak bulunan odayı, içerisine kırık dökük bir kanepe itiklemek suratiyle üç kişilik hale getirdiler. Üstüne, babamın iddiasına göre bizi 10 Euro da kazıkladılar. Bu 10 Euro için check-out esnasında resepsiyonda görevli Karadağlı kızla başlayan münakaşamız, patron ile Booking üzerinden İstanbul'a kadar sürdü. Neyse, demem o ki Sarajevo seyahatimiz de pek iç açıcı başlamamıştı.

 

Ertesi sabah şehir turumuza başladığımızda önceki gece olanların üzerine perde çekme arzusundaydık. Bir börekçi bulup börekleri mideye indirdik. Neticede iyi bir kahvaltı önceki günün derdini tasasını silip atmada bir numaralı etkendir. Şansımıza börekler epey iyiydi. Ayranlar ise koyu ve tuzsuz. Nihayet Balkanlar'da iyi bir börek yiyebilmiştik.

Sarajevo Başçarşı'daki güvercinler.

Sarajevo'da da Üsküp'teki gibi Osmanlı tarzı bir çarşı var. Gezilecek en önemli yer de burası. Bir de çarşının merkezi sayılabilecek meşhur sebil. Zaten Başçarşı denilen yer de bu sebilin çevresindeki alan. Bu alan çarşıya giden yola açılıyor. Sebilin çevresindeki güvercinler adeta turistlerin ilgi odağı. Bu uyanık güvercinler işin kolayını bulmuşlar. Şehrin en turistik yerinde takılıp en ufak bir emek sarf etmeden turistlerin ya da yerlilerin verdikleriyle karınlarını doyuruyorlar, karşılığında da güzel fotoğraflar için arkaplan fırsatı sunuyorlar. Bedenleri üzerinden bu şekilde kazanç sağlamaları ne kadar doğru bilinmez ama göbekli kuşların kuş yemi pazarına güç kattıkları da aşikar. Hemen sebil başındaki satıcılar paket paket yem satarak turistlerin en derin arzularına - fotoğraf - hitap ederken ekmeklerini kazanıyorlar. Haliyle biz de birkaç paket yem dağıtıp kuşları oradan oraya uçuşturduk. Kafamıza, kolumuza, bacağımıza konan kuşlar yem ücretinin karşılığını vererek tatlı fotoğraflar ve videolar çekmemize yardımcı oldular. Bizim de, bu gariban kuşları üç beş fotoğraf uğruna beden işçiliğine mahkum eden diğer turistlerden bir farkımız kalmadı böylelikle.

Çarşının içi Üsküp'e göre daha hareketliydi. Standart olarak peşi sıra dükkanlar ve kafeler birbirlerini izlemekteler. Tam burada bir parantez açıp Bosna'nın ne kadar pahalı bir ülke olduğundan söz etmem gerek. Para birimleri esasında Mark ve o zamanki kura göre 2 Mark 1 Euro etmekte. Helal olsun! Ne diyeyim? Doğru düzgün bir sektörü olmayan bu küçük ülke nasıl bu kadar güçlü bir ekonomiye sahip, anlaması güç.

Çarşının içinde medrese ve hanlar da var. Hanlardan birinden, son günümüzde üç tane toka aldık. 30 Euro tutan tokaları pazarlık ede ede anca 27,5 Euro'ya indirebildik. Bir bardak çayın 2 Mark'a satıldığını düşünürsek tokaların bu fiyatına şaşırmamak gerek.

 

Çarşının içinde bir de merkezi cami var ama çok büyük değil. İsmi Hüsrev Bey Cami. Karşısında mini de bir külliye bulunmakta ama gerek cami gerek bu bölüm bakımsız. Zaten Bosna nasıl Müslüman ülke, valla ben anlayamadım. Koca koca kiliseler, sinagoglar her yerde ama onlarla boy ölçüşebilecek tek bir cami yok. Kaldı ki doğru düzgün cami bile yok. Müslümanlık biraz kağıt üzerinde kalmış gibi geldi.

Bosna Savaşı kayıpları anısına yakılan ateş.

Savaşta ölenler anısına...

Çarşıdan sonra merkezi bir caddeye çıktık. Burada savaşta ölenler için yapılmış devamlı yanan bir ateş vardı. Ayrıca caddenin üzerinde bahçe gibi alanlar gördük. Sonradan buraların komple mezarlık olduğunu keşfettik. Hepsi Sırplar tarafından öldürülenlerin mezarıydı ve şehrin göbeğine gömülmüşlerdi. Hatta, burada savaşta ölen çocukların anısına yapılmış bir de anıt vardı.

Sarajevo'da her an karşınıza mezarlık çıkabilir.

Bir anda karşınıza mezarlık çıkabilir

 

Turlayıp geri döndük ve bilet alıp tramvaya atladık. Aslında bilet almamıza gerek yokmuş çünkü kimsenin umurunda değildi. Tramvayla kısa bir şehir turu yaptık. O sırada tramvayların Konya'dan geldiğini fark ettik. Üzerlerinde zaten Konya ve Saraybosna yazıyordu ama biz bunu bir nevi kardeş şehir uygulaması şeklinde yorumlamıştık. Ancak bir de kapı üstlerindeki Konya'daki durak isimlerini gösteren panoyu görünce şok olduk. İnsan o panoyu kaldırır bari. Tabi bu manzara akıllara yeniden Bosna'nın değerli paralarını getiriyor. Adamların tramvayını bile biz vermişiz ama gel gelelim paraları bizden değerli!

 

Tramvaydan inip de şehir turuna devam ederken adını daha önceden duyduğum Latin köprüsüne gittik. Pek bir numarası olmadığını, sıradan bir köprü olduğunu gördük. Gördük görmesine ama burası hayatımdaki en büyük utançlardan biri oldu ne yazık ki. Bosna'dayken Latin Köprüsü ile ilgili bildiklerim buranın Roma tarafından yapılan eski mi eski bir köprü olduğuydu. Oysa daha sonradan burasının, Birinci Dünya Savaşı'nı başlatan Avusturya-Macaristan veliahtının öldürülmesi olayının yaşandığı yer olduğunu öğrendim. Bu detayı oradayken bilmiyor olmam en büyük utanç kaynağımdır belki de. Bu bilgiye o zamanlar vakıf olsaydım ne cool fotolar atabilirdim, bir düşünsenize...

Akşam yemeği için Galatasaraylı eski futbolcu ve ayı zamanda Türkiye'nin ilk yabancı gol kralı Tarık Hodzic'in lokantasına gittik. Ben bu yerin varlığını daha önceden duymuştum ama tam olarak hangi şehirde olduğuna hiç dikkat etmemiştim. Gidince öğrenip doğruca buraya geldik. Adam öyle bir mekan yapmış ki gözden kaçması imkansız. Çarşı içerisinde bir ara sokakta bulunmasına rağmen dükkanın sağını solunu kaplayan Galatasaray bayrakları gözden kaçacak gibi değil. Zaten mekanın adı da Galatasaray. İçeri girdiğimizde patron bizi gür bir "Hoşgeldiniz." nidasıyla karşıladı. Türk olduğumuzu bir bakıştan anlamış. Hemen ardından hangi takımı tuttuğumuzu sordu. Cevabın Beşiktaş olduğunu duyunca biraz bozulur gibi olsa da bizi hemen masaya buyur etti. Alçak boylu sinilerden ibaret masalardan birine kurulduk. Dükkanın dışındaki sarı kırmızı manzara içeride de devam etmekteydi. Galatasaray bayrakları, flamaları, formaları gırlaydı. Dükkanın duvarları da burada yemek yemiş Türk ünlüleriyle doluydu. Futbolcular, sanatçılar, siyasetçiler... Gel gelelim patrona siparişimizi verdik. Daha doğrusu o bizim yerimize verdi. Standart bir "Bana bırakın." vakasından sonra yemekler masayı doldurmaya başladı. Başladı ki ne başlamak! Ben hayatımda böyle et yemedim. Köftesi, bifteği, pirzolası. Her biri ayrı güzel. Ama hele o sosisler yok mu? Markette satılanlar gibi nitrit bazlı tüketilebilir plastiklerle alakası yok. Sanki sucuk gibi. Lezzeti ise unutulmaz, inanılmaz. Bosna'ya gidenlerin ilk işi gezip tozmak değil doğruca Tarık abinin mekana gidip sosis yemek olsun. Bir de salata geldi ki aynı bizim çoban salata. Zaten kendisi de salatasıyla övünmeyi aksatmadı. Balkanlar'da böyle salata bulamayacağımızı, buralarda salata yapmanın bilinmediğini söyledi. Biz de zaten iddiasının doğruluğunu yaklaşık bir haftadır teyit ediyorduk. Balkan standardına göre pahalı sayılabilecek ancak kesinlikle hakkını veren bir hesaptan sonra Tarık abiyle fotoğraf da çekilip çıktık.

Türkiye'nin ilk yabancı gol kralı Tarık Hodzic'in lokantası Galatasaray'da efsane bir yemek yedik.

Ertesi sabah çantaları otele emanet edip dışarı çıktık. Kahvaltı için çarşı içindeki bir börekçiye gittik. Peder börek aldı, annemle ben ise Boşnak mantısı. Börek adeta taş gibiydi, altı boydan boya simsiyahtı. Peder resmen isyan etti. Geri verip mantı aldı. Ne yazık ki mantı da pek güzel değildi. Şehrin en merkezi yerindeki börekçi adeta rezaletti.

 

Biraz dolandıktan sonra memlekete götürmelik alışverişlere başladık. Eli yüzü düzgün bir kasap bulduk. Kuru et, sucuk, sosis, peynir aldık. Bir yerlerde oturup bir şeyler içtikten sonra otele döndük. Çantaları aldık. Bu sırada babam resepsiyonist kız Jasmin'e "Hiç memnun kalmadık, patronuna söyle haram olsun!" şeklinde serzenişte bulundu ve günler sürecek e-atışmanın fitilini ateşledi.

 

Tramvaya binip havaalanına doğru yola koyulduk. Ancak Balkan coğrafyasındaki ulaşım bahtsızlığımız yine yakamızı bırakmadı ve tramvay arabaya çarptı! Bu da başımıza gelmedi demeyiz. İnip taksi tutmak zorunda kaldık. Neticede havaalanına kazasız belasız ulaştık ve Balkan turumuzu bitirdik.

 

Kapatırken şöyle bir toparlamama izin verin. Balkanlar bizim için manevi olarak ekstra değerli olsa da her Türk vatandaşının buraya yapacağı seyahatlerden memnun kalacağından eminim. Burasıyla çok derin tarihi ve kültürel bağlarımız var. Rahatlıkla Türkçe bilen birileri bulunabilir ve bu sayede dil bariyeri de rahatlıkla aşılabilir. Zaten bizler için gidilmesi en rahat ülkeler de Balkan ülkeleri. Maddi durumu el vermeyenler, dil problemi yaşayanlar, ilk seyahatini yapacak olanlar için bu ülkeler adeta biçilmiş kaftan. Bir yerden başlamak istiyorsanız sakın tereddüt etmeyin!

 

Bizim seyahatimiz de arada olumsuzluklar barındırsa da gayet keyifli geçti. Şehirleşme anlamında favorim Belgrad oldu. Üsküp'ün, Prizren'in Osmanlı esintili havasına hayran kaldım. Galatasaray'ın sosisleri beni benden aldı. En büyük sıkıntı ise kara ulaşımıydı. Eğer bizim gibi birden fazla ülkeyi kombinleyecekseniz bunu ya kendi kullanacağınız şahsi ya da kiralık otomobilinizle ya da uçakla yapın. Otobüs seyahatleri gerçekten de can sıkabiliyor.

bottom of page