4-) Yunanistan - İtalya
06.11.2017 - 16.11.2017
Önceki yurtdışı seyahatlerinde inatla vizesiz destinasyonlarını tercih etmiş biri olarak nihayet Avrupa'ya adım atıyordum. Yaz aylarında, Datça'da ortaya atılıp karara bağlanmış bir seyahatti bu. Babam, babamın manevi oğlu Ufuk ve ben yaklaşık on günlük bir seyahatin fizibilite çalışmalarını Datça'dayken yapmış, zamanı gelince de çalışmalara başlamıştık.
Ufuk daha 12-13 yaşlarındayken bizim dükkanda çalışmaya başlamıştı. Uzun yıllar yazlarını bizim dükkanda geçirdikten sonra "Aşçılık" okuyup kendi yerini açarak esnaflığa devam etti. Ancak aramızdaki bağ hiç kopmadı. Bizde çalışmadığı dönemlerde bile habire dükkana uğrardı. Biz de aynı şekilde ona tabi ki. Yaşıt olduğumuz için bir nevi beraber büyümüş sayılırdık. Aynı tezgahta yetişmiştik.
Peder ve Ufuk vize işlemlerini Datça'dan hallettiler. Ben de ilk vize başvurum için Harbiye'deki Kosmos'un yolunu tutmuştum. Beklediğimden daha teferruatsız geçen bir süreçten sonra, kısa süreli vizemi aldım.
Çocukluklarından itibaren gıda işinde çalışan, gıda ile ilgilenen ve toplam ağırlıkları 400 kiloyu zorlayan üç tane adam olarak yola düştük. Bu manasız bilgiyi vermemin nedeni, ileride pek çok defa "yedik, acıktık" vb. ile biten cümleler görecek olmanızdır. Sizleri şimdiden olacaklara hazırlama en iyisi.
Atina
Atatürk'ten kalkacak uçağımız için erkenden yollara düştük. Hava, başlarda kapalı gibiydi ama kalkış saatimize doğru güneş yüzünü gösterdi. Güneş ile beraber düzelen moraller uçağımızı gördükten sonra ufak çaplı bir düşüş yaşadı. Bilet kontrolünden sonra otobüs ile uçağa doğru giderken hemen ileride ufak tefek bir makine ilişmişti gözümüze. Standart bir yolcu uçağına göre neredeyse yarı ebatlarda, motorların olması gereken yerde pervaneleri bulunan eski püskü ve mini mini bir uçaktı. İçimden "Ulan bu uçağa binecek adamın da Allah yardımcısı olsun. Bu uçabilir mi ki?" diye geçirmiştim. Tahmin ettiğiniz üzere o uçak bizimkisi çıktı. Otobüs gidip tam da yanına yanaştığında sadece bizi değil tüm kafileyi şaşkınlıkla karışık bir ürperti sardı. Yolculuğumuzun bitiminde bu tereddütlerin ne kadar beyhude olduğunu anlayacaktık. Minyatür uçağımız, herhangi bir tehlike yaşatmasını geçtim en ufak bir sarsıntı bile hissettirmemişti.
Yunanistan'a resmen giriş yaptıktan sonra tren ile şehir merkezine geçtik. Daha önceden buraya gelmiş olan Ufuk rehberimizdi. Şehir merkezinde, onun bulduğu bir otelde yerimizi ayırtmıştık. İlk olarak otele gittik. Dışarıdan çok güzel görünen otel ne yazık ki içeride aynı kaliteyi barındırmıyordu. Ya da belki de bize en dandik odayı çakmışlardı. Üç kişiye göre oldukça küçük bir odaydı.
Eşyalarımızı bırakıp dışarı attık kendimizi. Ufuk'un rehberliğinde, şehir merkezi niteliğindeki Syntagma meydanına geldik. Buraya kadar olan yürüyüşümüzde dikkatimi en çok çeken Atine ile İstanbul arasında sanki hiç memleketten ayrılmamışım hissi uyandıran benzerlikler ve sokaklardaki dilenci bolluğuydu. İstanbul sokaklarında görmeye alışık olduğumuzdan bile daha yoğun bir dilenci popülasyonu vardı. Ayrıca İstanbul'a göre yine çok fazla siyahi ve Suriyeli de dikkat çekiyordu. Avrupa'nın giriş kapısı niteliğindeki Yunanistan'da bu manzarayı görmek elbette şaşırtıcı sayılmazdı.
Syntagma, değindiğim üzere, Atina'nın merkezi. Yunan Parlamentosu önünden geçen otoyolun karşı tarafından başlayan merdivenler sizi Syntagma'nın göbeği sayılan parka taşıyor. Bu istikamette süregelen yürüyüş yolu parktan taşıp İstiklal benzeri bir caddeye açılıyor. İnsan kalabalığının bol olduğu cadde üzerinde pek çok kafe, mağaza vb. ile ara sokaklar üzerine dağılmış irili ufaklı dükkanlar bulunmakta. Biz de fazla oyalanmadan kazınan midelerimizin hatırına düzgün bir dükkana attık kendimizi. Peki bu dükkan ne satıyordu dersiniz? Hepimizin çok çok iyi bildiği bir şey, döner. Masalardan birine oturup Ufuk'un pek methettiği suvlaki siparişlerimizi verdik. Suvlaki, tırnak pide benzeri bir ekmeğin içine koyulan döner ile patates, mayonez, yeşillik gibi garnitürler ile yapılan ve epeyce aşina olduğumuz bir yemek. Tavuklu, etli ve domuz etli çeşitleri yapılıyor. Yemesi biraz meşakkatli. Öyle bizim yarım tavuk döner gibi ayaküstü yenmesi pek rahat değil ama lezzetinin yerinde olduğunu öyleyebilirim. Neticede bildiğimiz, sevdiğimiz dönerden söz ediyoruz.
Karınları doyurduktan sonra aynı istikamette yürüyüşümüze devam ettik. Çok geçmeden yine kaşıntımız tuttu. Soluğu hoş bir tatlıcıda alıp birer ikişer tatlı yolladık midelere. Tatlıcı çıkışında ise şans eseri, yerde masum masum talibini bekleyen 5 Euro'luk bir banknot gözüme ilişti. Ocean's serisinin ana karakteri Danny Ocean ile yapacağım bir iş görüşmesinde özgeçmişimi güçlendirebilecek kadar seri bir hareketle sahipsiz parayı cebe indirdim. Allah affetsin!
Caddenin diğer ucunda Monastiraki Meydanı'na vardık. Öyle ahım şahım büyüklükte bir yer değil burası. Kafe ve hediyelik eşyacılar bulunan, dairesel bir meydan ve ne yalan söyleyeyim pek de bir özelliği yok. Üstelik, çete görünümlü bir sürü siyahi tarafından adeta gasp edilmiş ve kısıtlı çekiciliği de bu sayede tamamen yerle yeksan olmuş.
Hava hafiften kararmaya yüz tutmuşken ilk günkü planımızı tamamlamış sayılırdık. Şehrin en merkezi bölümünü turlamış, suvlakileri yutmuştuk. Fazla açılmadan ara sokaklarda dolandık bir süre. Turladıkça Atina ile İstanbul'un, Syntagma ile Taksim'im ne denli benzer olduklarına iyiden iyiye şahit oldum.
Şehir turumuz bitmiş, akşam iyice çökmüştü. Akşam yemeği için Ufuk'un rehberliğinde Atina'nın dillere destan tavernalarından birine girdik. Girdik girmesine ama dükkanların hepsi sinek avlamakta. Ortam hareketsiz. Bizim girdiğimiz mekanda bizden gayrı yalnızca iki müşteri daha var. Bu ıssızlık tadımızı kaçırsa da iştahımızı kaçıramadı. Adet olduğu üzere pek çok deniz mahsulü ile masayı donattık. Lokantanın bir köşesindeki sahnede iki Yunan müzisyen geleneksel enstrümanlar ile geleneksel parçalar çaldılar. Diğer müşteriler restorantın diğer ucunda olduklarından sanki sadece bizim için çalıyor gibiydiler. Biraz mahcup olduk.
Yine yalayıp yutuyoruz...
Küp gibi uyuduğumuz gecenin sabahında çantalarımızı sırtlanıp yeniden yollara düştük. Bu seferki ana durağımız Akropol olacaktı. Akropol, Atina şehrinin ortasındaki bir tepenin üzerine kurulmuş eski bir yerleşim yeri. İsmi de zaten Yunan dilinde "yüksekte bulunan şehir" anlamına geliyor. Burası konumu itibariyle beni adeta büyüledi. İlk olarak, Akropol'ün özellikle karanlık çöktükten sonra yarattığı manzara tek kelimeyle muhteşem. Burası akşamları ışıklandırılıyor ve şehir içinden bakıldığında harika bir manzara ortaya çıkarıyor. Bir diğer husus ise Akropol'ün, düz Atina üzerinde yükselerek heybetiyle tüm şehri adeta gözetiyor olması. Aşağıdan bakan alelade şehirlinin Akropol'e ve Akropol'deki ileri gelenlere karşı içten ve derin bir hayranlık beslemeleri çok doğal. Yukarıdan bakıldığında ise bunun tam tersi, kibirle bezeli bir hissiyat yaratması kaçınılmaz. Halk ile iktidar arasındaki uçurumun böylesinde vücut bulduğu bir yere kolay denk gelinmez.
Akropol'e çıkması da haliyle epey zahmetli. Çok dik rampalar ile karşılaşmıyorsunuz ama eğimli yol bitmek tükenmek bilmiyor. Sıcak havanın da etkisiyle zirveye ulaştığımızda sucuk gibi olmuştuk. Bir süre soluklanıp alanı turladık. Hengamenin arasından fırsat bulup elimizden geldiğince fotoğraf çekildik. Burası sadece Atina'nın değil Yunanistan'ın da en ünlü yeri ve doğal olarak da kalabalık epey yoğun.
Akropol yüzölçümü olarak epey minik. Bizdeki muadili sayabileceğim Efes'in yanında pire kadar kalıyor. Bu yüzden turumuz çabuk sonlandı, hele Akropol'de geçirdiğimiz sürenin yarısından fazlasını soluklanmak için harcadığımızı da hesaba katarsak.
Zahmetli ve kısa süreli bir ziyaret dahi olsa yolu Atina'ya düşen herkese Akropol'ü tavsiye ederim. Şehir üzerindeki hakim konumu ve yarattığı atmosfer kesinlikle görülesi.
Yoğurt ve musakkadan sonra Yunan şimdi de ata sporumuza göz dikmiş...
Akropol sonrasında, yeniden yeryüzüne indiğimiz vakit Atina turumuzu da tamamlamış sayılırdık. Akropol yolu üzerindeki Agora kalıntılarının yanından geçtik. Atina'nın ara sokaklarını bir de gündüz gözüyle görmek için kaybolurcasına dolaştık. Sonra yine mideler kazınmaya başladı. Ufuk'un TripAdvisor'dan gözünü kestirdiği salaş bir mekana doğru yola koyulduk. Bulmamız biraz vakit alsa da doğru adresi bulup içeri girdik. İnce, uzun ve kapalı bir bahçesi bulunan mekanda birbirine yakın masalar tıklım tıklım doluydu. Hareketli bir ortam vardı ve gerek masa üzerlerindeki gerek tezgahlardaki yemekler iştahımızı kabartıyordu. Boş bir masaya geçip hızlıca siparişimizi verdik. Birkaç porsiyon bilindik salata ve mezenin yanına ızgara sucuk ve somon gravlax söyledik. Masanın yıldızı şüphesiz somon oldu. Adı üzerinde, somondan yapılan bu yemek İskandinav orijinli olup somonun kurutulması ile hazırlanıyor. Bizim masamızdaki tipik bir gravlax olmasa da aynı mantıkla yapılmıştı. Yanında sunulan ekşi kremayla birlikte harika bir uyum yakalanıyor ve balığın tadı damakta kalıyordu. Önceki geceye nazaran çok daha keyifli ve lezzetli bir yemek yeme fırsatı yakalamıştık.
Yunanistan'daki zamanımız artık tükenmek üzereydi. Vaktimizi yine midemize ayırıp birer tatlı yuttuk. Tatlılar lezzetlerinden ziyade, uzun zaman gündemimizi meşgul edecek uçuk fiyatları aklımızda daha çok yer etmişti.
Atina defterini kapatıp havaalanına geçtik. Bizi Roma'ya götürecek uçağımızı beklerken genç bir kız yanıma gelip bana bir anket doldurttu. Tıpkı Singapur'da olduğu gibi, burada da Yunanistan turizminin nabzını ben tuttum.
Roma
Gezip tozma işlerine başladığım zamanlarda özellikle gitmek istediğim üç tane ülke vardı. Bunlar Avustralya, Singapur ve İtalya'ydı. Avustralya tamamen başka bir dünya gibi geldiğinden, Singapur mistik ve egzotik olduğundan favorilerimdi. İtalya ise, nasıl söylesem İtalya'ydı işte. Bana hitap eden o kadar çok şey vardı ki burada. Futbol, tarih, kültür, yemek... Bu İtalya seyahatiyle beraber üç ülkeden iki tanesini aradan çıkarmış da oluyordum. Darısı Avustralya'nın başına.
İtalya'nın başkenti Roma'ya indiğimizde akşam olmuştu. Şahsım adıma bir şehre akşam varmaktan nefret ederim. Bu düşüncemde Manila'da yaşadığım tecrübenin de payı vardır kuşkusuz. Ama bu sefer pek umursamıyordum. Çünkü hem üç kişi olmanın verdiği rahatlık vardı hem de neticede İtalya'daydık. Kalkıp da İtalya ile Filipinler'i karşılaştırmaya gerek dahi yok, öyle değil mi?
Havaalanından kalkan otobüse binip şehir merkezine gittik. Roma'nın merkez tren istasyonu Termini'de inip Ufuk'un Airbnb'den ayarladığı eve yürüdük. Ev istasyona fazla uzak değildi. Evin Çinli sahibi (Japon ya da Koreli de olabilir) bizi sokakta karşıladı. Eve girince aslında evi değil de evin yalnızca bir odasını kiraladığımızı gördüm. Diğer odalarda da kalanlar vardı. Ama orada kaldığımız iki gün boyunca, odalar dolu olmasına rağmen kimseyle karşılaşmadım.
Çantalarımızı bırakıp dışarı çıktık. Ben pek çıkmaya istekli değildim. Hem aç değildim hem de Roma'yı gündüz gözüyle keşfetmek istiyordum. Gecenin o karanlığında, sırf havalanmak için alelade dışarı çıkmışken Kolezyum'u falan görmek benim için felaket olurdu. Neyse ki öyle olmadı. Bir saat falan dolandıktan sonra bir restoranta oturduk. Birer pizza söyledik. Pizzanın hamurları kağıt gibiydi ve dilimlenmemişti. Böyle bir pizzayı ilk kez gördüğüm için biraz şaşırdım. Buraya özgü bir alışkanlık olabilir diye düşündüm ama İtalya'da bir daha böyle bir pizza ile hiçbir yerde karşılaşmadık.
Tadı ortalama olan pizzaları mideye indirip eve döndük. Ertesi sabah erkenden kalkıp dışarı çıktık. Şansımıza, hava güllük gülistanlıktı. Roma'nın Arnavut kaldırımı döşeli, alabildiğine geniş ve düzenli caddelerinden geçip gittik. Bir yürüyüş parkına girdik. Parkın çıkışında, karşımızda Kolezyum'u buluverdik. Rehberimiz Ufuk bilerek bu yolu kullandığını iddia etmekteydi ama bizi Kolezyum'un dibine getiren daha ziyade baldı sanki. İçeri girebilmek için sıraya girdik. Sabırla bekledik. Biletlerimizi alıp içeri girdik. Önce ilk katı, sonra da ikinci katı dolaştık. En üst kata da çıkmak istedik ki meğerse en üst kata sadece gruplar çıkabiliyormuş. Biz de elimizdekilerle yetindik. Bolca fotoğraf çektik. Kolezyum'un iki katını altlı üstlü tavaf edip üzerine bir de Kolezyum içindeki hediyelikçiye girdik. Magnet, biblo, kartpostal gibi pek çok şey aldık.
Kolezyum'da iken arenaya bakan duvarlara yaslanıp burada yatan geçmişi düşündüm. Eskiden burada dövüşerek ölen gladyatörleri ve kendilerinden geçmiş halde onları izleyen kalabalığı hayal ettim. Lise yıllarımda internet kafelerden takip ettiğim, finalinde salya sümük ağladığım Spartacus dizisinin sıkı hayranı olduğumdan, benim için zor olmadı bunları zihnimde canlandırmak. Bu düşünceler sayesinde, cisimlenmiş tarihin içinde olduğum hissiyatına kapıldım. İnsan belli olaylar ile bu kadar iç içe geçmiş ve aynı zamanda da ikonikleşmiş bir yerde bulunca kendini, tarih ete kemiğe bürünüyor sanki. Böyle anlarda, böyle yerlerde geçmiş hiç olmadığı kadar gerçek ve çarpıcı geliyor insana.
Kolezyum'dan hemen sonra sıra Palatina'ya gelmişti. Kolezyum ile bir yürüyüş yolu vasıtasıyla ayrılan bu yer eski bir Roma yerleşkesi. Hatta en eski ve en büyüklerinden bir tanesi. Öyle ki bu bölgedeki yerleşim 3000 yıl kadar geriye uzanmakta. Haliyle buluntular açısından epey zengin. Yarısı ya da yalnızca temeli kalmış pek çok bina ve çeşitli yapılar ile dolu. Böyle olunca meraklısı da çok oluyor. Kolezyum'dan çıkanların neredeyse tamamı soluğu burada alıyorlar.
Hesap makinesi ile çekilmiş Palatina fotoğrafım...
Palatina sonrasında Roma'nın geniş ve ferah caddelerinde yürümeye koyulduk. Tahmin edeceğiniz üzere boğazımız yine rahat durmadı. Cadde üzerinde küçük, salaş bir lokantaya girdik. Şirin bir mekandı. Garsonlar bağıra çağıra konuşuyordu. Siparişleri verdik. Tercihimi, patlıcan ve parmesandan yapılan parmigiana di melanzane yemeğinden yana kullandım. Yemekleri yerken çığırtkan garsonlardan biri tarzanca nereli olduğumuzu sordu. Türkiye cevabını alınca da "Fenerbahçe" diye bağırdı. Kendisi Napoli taraftarıymış. Bizim Beşiktaş taraftarı olduğumuzu öğrenince biraz suratı asıldı. Çünkü o sene Beşiktaş ile Napoli Şampiyonlar Ligi'nde aynı gruptaydı. İtalya'daki maçı Beşiktaş 3-2 kazanmıştı. Abi sohbeti ilerletmek için bu sefer de "Quaresma, Quaresma" diye haykırdı. Hazır lafı açılmışken Avrupa'daki Fenerbahçe bilinilirliğinin de beni benden aldığı notunu düşeyim. Adamlar yıllardır Şampiyonlar Ligi'nde yoklar ama popülariteleri tavanda. Hem Yunanistan'da hem de İtalya'da Türk olduğumuzu öğrenenler iletişim aracı olarak Fenerbahçe'yi kullanıyordu.
Lokantadan çıkıp yürüyüşümüze devam ederken sokak arasındaki ufak bir dondurmacıdan ilk dondurmalarımızı kaptık. İtalya'da en beğendiğim dondurmalardan biriydi. Daha sonra Ufuk ve babam harita üzerinde çalışmalar yaparlarken ben de hemen önünde durakladığımız Venchi adlı dondurmacıya daldım. Onlar da peşimden girdiler. Venchi belki de en kötü dondurmacıydı ama en afilli dükkandı. Arka duvardan çikolata akıtıyorlardı. Kuyruk uzundu. Dükkanın içi epeyce şatafatlıydı. Gel gelelim dondurma tel maşaydı. Tezgahtar, Türk olduğumuzu öğrenince Ferzan Özpetek'i tanıyıp tanımadığımızı sordu. Güya onunla arkadaşmış. Artık doğru mu yalan mı onu Allah bilir! Muhtemelen bir kere dondurma almıştır adam oradan. Tezgahtar da gerisini uydurmuştur.
Ayak üstü dondurmalarımızı yerken Trevi taraflarına doğru uzandık. Yol üzerinde, Roma'nın ve hatta İtalya'nın standartlaşmış dar sokaklarından sıklıkla geçtik. Bendeki dar sokak fetişi de zaten oralardan kalmadır.
Bildiğiniz üzere Trevi epey meşhur bir yer. Şehrin en fotojenik yerlerinden birisi. Şu heykellerle bezeli, içi para dolu meşhur havuzdan söz ediyorum, yani Fontana di Trevi. Havuzun bir tarafını boydan boya kaplayan heykeller gerçekten de hayranlık uyandırıcı. Hatları o kadar belirgin ki taş nasıl bu hale sokulabilir diye düşünmeden edemiyor insan. Ha bir de havuzun konumu bana kalırsa çok etkileyici. Sayısız dar sokağın buluştuğu 40-50 metrekarelik bir alanda bulunuyor. Alanın çevresi orta boylu binalar tarafından sarılmış vaziyette. Yani böyle bir yapının hiç de bulunmasını beklemeyeceğiniz bir yerde aslında. Öte yandan tüm bu sanatsal albenisine rağmen Fontana di Trevi ününü esas olarak içine atılan bozuk paralardan alıyor. İnsanlar buraya gelip havuza para atıyorlar. Bu artık gelenek olmuş. Hatta ritüeli bile var, öyle kuru kuruya atmak yok.
Sırtını havuza verip, sağ elinle ama sol omzunun üzerinden atmak makbul olan. Bu sayede korkunç bir gelir elde ediliyor. Yılda bir buçuk milyon euro civarı para toplanıyormuş buradan. Bu para da hayır kurumlarına veriliyormuş önceden. Ancak sonradan öğrendiğime göre eşek yüküyle borca batmış Roma Blediyesi bu paraya el koymuş.
Son derece kalabalık ve fotojenik Trevi'den sonra turumuza İspanyol Merdiveni ile devam ettik. Açık konuşmak gerekirse buranın hikayesi ne, tam olarak bilmiyorum. Özelliği ne onu da bilmiyorum. Savaş zamanında İspanyollar mı yapmış ne? Bizim gittiğimizde, merdivenlerde bir şeyler yiyip içmek yasaktı. Şimdilerde ise oturmak bile yasak. Esasında son derece de sıradan bir yer. Ama zaten esas maharet böyle yerleri bir cazibe merkezi haline getirmekte değil mi?
Merdivenlerde pineklerken, güneş batmaya başladı. İlk günümüzü tamamlarken gelmeden önce namını duyduğumuz meşhur dondurmacı Giolitti'ye gittik. Seksenli yılların havasını taşıyan otantik bir dükkanları vardı. Ara sokakta olmasına rağmen epey kalabalıktı. Dondurmalarımızı aldık. Tercihlerimi tarçınlı, portakallı ve pirinçliden yana kullandım. Başka yerde görmediğim bir uygulama olarak dondurmanın üzerine krem şanti eklediler. İtalya'da yediğim en iyi dondurmaydı. Şanti de gerçekten yakışmıştı. Giolitti şöhretinin hakkını vermişti.
Dondurma üzerine derin gastronomik tartışmalar...
Burada bir es vererek İtalyan esnaflığı hakkında birkaç kelam edeceğim. İtalya'daki yaygın uygulama yiyeceğin veya içeceğin ayakta tüketilmesi üzerine. Adamlardaki kültür bu yönde. Tezgaha gidip kahve siparişini veriyorsun. Bir dakika içerisinde siparişin hazırlanıyor ve hazırlandığından daha çabuk midene yollayıp hesabı ödeyerek işine bakıyorsun. Bu şekilde dondurmayı, tatlıyı, kahveyi ya da her neyiyse alıp da ayakta tükettiğinde, mesela 2 Euro ödüyorsan. Ama masaya oturduğun anda fiyat çat diye 8 Euro'ya çıkıyor. Masa parası alıyorlar yani. Ama her yerde böyle. Adamlar böyle alışmışlar. Biz ne yazık ki bu durumu biraz geç fark ettik. İtalyanların kazıkçı serseriler olduğuna hükmetmek üzereyken mevzuyu anladık. Bizler de esnaf olduğumuzdan bu tavır ne kadar ters gelse de düşününce mantıklı olduğuna kanaat getirdik. Bu sayede beş dakikalığına gelen tek bir kişinin dört kişilik masayı uzun uzadıya oyalamasının önüne geçiyorlardı. Sizin de aklınızda bulunsun. İtalya'da mümkün olduğunca işinizi ayakta görmeye çalışın.
Dondurmalarımız elimizde yürürken Pantheon ile karşılaştık. Burası benim özellikle görmek istediğim yerlerdendi. Hem mimari olarak etkileyici bulduğumdan hem de hayranı olduğum Assassin's Creed serisindeki favori halkam Brotherhood'da bu yapı ve çevresinde geçen unutulmaz bölümler olduğundan. İçeri girmek için dondurmalarımızın bitmesini beklerken hayatımdaki en romantik ortamlardan birine düştüğümü fark ettim. Hava kararmak üzereydi. Güneşten geriye kalan soluk ışık huzmeleri loş bir ortam yaratıyordu. Dünyanın en ikonik yapılarından biri olan Pantheon'un hemen önündeydik. Seyyar satıcılar bir lastik vesilesiyle havaya atılan ve yavaşça süzülen mavi oyuncaklardan satıyor ve bunları devamlı havaya atarak pazarlama yapıyorlardı. Oyuncaklar da havada süzülürken mavi mavi ışıldıyarak bir nevi cümbüş yaratıyorlardı. Hemen arkamızda, Roma'daki sayısız çeşmelerden birinden yükselen su sesi ve kemanıyla Adele'i Adele yapan meşhur "Someone Like You" şarkısını çalıp belki de Adele'in kendisinden bile daha güzel söyleyen bir müzisyen... Etrafımızda turistlerden oluşan sakin bir kalabalık vardı. Gerçekten de filmlerden fırlamış gibi büyülü bir andı.
Nihayetinde içeri girdik. Bilmeyenler için kabaca tasvir etmem gerekirse Pantheon daire şeklinde bir yapı. Kenarlardan yükselen duvarlar yarım kubbe biçiminde bir tavanı taşıyor ve kubbenin en tepesinde yaklaşık on metre çapında bir delik var. Yani evet, yağmur içeri girebiliyor. Burası Hıristiyanlık öncesinden kalma bir tapınak. Sonrasında ise Hıristiyan bir yapıya dönüştürülmüş. İçeride portreler ve lahitler gırla.
Hava kararmıştı ve Pantheon'un çatısından atıştırmaya başlayan yağmur git gide kuvvetleniyordu. Ufuk gösterişli bir şarküteri dükkanından peynir ve bresaola aldı. Yorulup da mola verdiğimiz bir parkta bunları afiyetle mideye indirdik. Sonrasında yine rahat durmadık ve yol üzerinde karşımıza çıkan bir pizzacı dükkanında bulduk kendimizi. Bu dükkan İtalya'da çok yaygın olan işletme tiplerinden biriydi ve dilim pizza satıyordu. Tezgah üzerine sıralanan çeşit çeşit dilim pizzalardan gözümüze kestirdiklerimizi boğduğumuzda artık mide fesadı geçirmek üzereydik. Çalışan kız para üstünü verdiğinde "Teşekkür ederim." şeklinde karşılık verdi. Türk olduğumuzu nasıl anladı bilemiyorum ama gönüllerimizi fetheden hoş bir jestti yaptığı.
Eve doğru yürümeye koyulmuşken bir de II. Vittorio Emanuele Abidesi'ni aradan çıkaralım dedik. Roma dönemi özelliklerini taşıyan bir nevi saray binasıydı. Bembeyaz renkte gösterişli ve heybetliydi. İki aşamalı merdivenlerden çıkıp binayı içeren avluya çıktık. Yağmur yüzünden kayganlaşan zemin hareket kabiliyetimizi engellemekteydi. Avludan da saray binasının içine giriliyordu. Daha önceden buraya uğramış olan Ufuk binanın çatısına çıkılabildiğini söyledi. Biletlerimizi alıp asansör ile yukarı çıktık. Yetmiş metre yukarıdaydık. Tam da yapının cephesindeki göbekten uzanan cadde hoş bir manzara sunuyordu. Bir taraftan Kolezyum'u, bir taraftan Palatino'yu seçebiliyorduk. Terasın iki yanına yerleştirilmiş heykeller vardı. Her ikisinde de melek benzeri bir figür dört tane at tarafından çekilen bir chariot içerisindeydi. Benzerlerini Roma'da başka yerlerde de görebildiğiniz bu koca heykelleri nasıl buralara çıkarmışlar, hayret doğrusu!
İniş zamanı geldiğinde hafif bir gerilim yaşadık. Ziyaretlerin kapanma saati gelmişti ve biz yukarıya çıkarılan son gruplardan biriydik. Ziyaretin bittiğini ve herkesin sırayla indirileceğini bildirdiler. Görevli bizim haricimizdeki tüm ziyaretçileri asansöre bindirip aşağı indirdi. Bizi görmedi belki de. Bir tek üçümüz kalmıştık yukarıda. İşi şakaya vurup burada sabahlayacağımıza dair makara çevirdik çevirmesine lakin hafiften tırsmaktaydık. Hava güllük gülistanlık olsa sorun olmazdı ama daha o saatte bile alenen üşümekteydik. Bir yandan alarm moduna geçmiş bir yandan da "Kalırsak anlatılacak süper bir hikaye olur." düşüncesiyle kendimi avutmaktaydım. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Görevli asansörle ikinci bir tur yapıp bizi aşağı indirdi.
Paralel Evren: Üç Türk gezginin donmuş cesetleri Vittorio Emanuele'nin çatısında bulundu...
Günlük gezimizi bitirmişken Ufuk'un rehberliğinde bir mekana gittik. Yağmur şiddetlenmişken dere tepe yürüdük. Geldiğimiz yer bistro tarzı bir yerdi. Ufuk birkaç kadeh bir şeyler içecekti güya. Gel gelelim mekan o kadar ufak ve o kadar doluydu ki ilk başta içeri dahi giremedik. Kapıda duran eleman, koca göbekli üç adam karşısında bizlerin yağlı müşteri olduğu izlenimine kapılmış olacak ki ne yapıp edip bize yer ayarladı. Köşe başında bir masaya kurulduk. Öyle bir sıcak ve öyle bir kalabalık vardı ki! Epeyce bunaldık. Çok geçmeden kalktık. Bize masa ayarlayan elemanın ağzını bozacak kadar hafif bir hesapla mekanı terk etmiştik.
Ertesi sabah eşyalarımızı yüklenip evden çıktık. Seyahatimizdeki en bunalımlı saatler önümüzdeydi. Önce Termini'ye gidip Sicilya için tren fiyatlarına baktık. Oldukça pahalıydı. Peder zamanında bu biletleri çok daha ucuza alabileceğimiz gerçeği yüzünden biraz sinirlendi. Üstüne bir de kahvaltı niyetine sağlam bir kazık eklendi.
Bu gerilimli anların sonrasında o gece de Roma'da kalmak için başka bir ev ayarladık. Kalkıp oraya gittik. Eşyalarımızı bıraktık. Bu sırada harekat planımızı şekillendirdik. Gereken biletleri aldık. Gerilimin dağılmasıyla birlikte daha fazla zaman kaybetmeden otobüse atlayıp Vatikan'a gittik. Vatikan girişinde affedersiniz hayvan gibi sıra vardı. Çaresiz sıraya girdik. Sıra uzundu ama neyse ki çabuk ilerliyordu. Anladık ki beklediğimiz sadece x-ray sırasıydı. Yarım saate kadar kontrolden geçmiştik. Vatikan'ın Ayasofya'ya rakip olsun diye yapılan o meşhur Aziz Petrus Bazilikası'na girdik. İçeride görülecek çok bir şey yoktu. Gösterişli heykeller, sunaklar vs. her yerdeydi. Turistik açıdan çok şey barındırmayan büyük bir kiliseydi sadece. Elbette bir Hristiyan gözüyle çok başka anlamlar ifade ediyordur muhtemelen.
Kiliseden çıkıp Vatikan Müzesi'ne geçtik. Bu müze için epey heyecanlıydım. Ama heyecanımın karşılığını ne yazık ki pek alamadım. Daha tarihi, daha çarpıcı şeyler beklerken sanatsal parçalar, aksesuarlar, halılar buldum. Müzenin son durağı ise Sistina Şapeli'ydi. Buranın atmosferi farklı ve özeldi. Bütün duvarlarda resimler vardı. Elbette herkesin gözü tek bir resimdeydi, tavandaki Michaelangelo'ya ait Adem'in Yaratılışı tablosunda. Tanrı'nın kendi uydurduğumuz bir olgu olduğunu resminin içine gizleyerek bu resmi Vatikan'ın duvarlarına işleyip de Hıristiyanlık'ın kalbinde Hristiyanlık'a kallavi bir küfür savurmuş olması harbiden manyakça. Her ne kadar resmin derinlerinde savunulan düşünceyi paylaşıyor olmasam da sanatçının zekasına ve ustalığına hayran kalmamak elde değil. Bu kadar değerli bir eser söz konusuyken haliyle şapel içerisinde çekim yapmak da yasak. Yine de bir iki fotoğrafı çaktırmadan almayı başardım.
Sistine Şapeli'nin tablolarla bezeli tavanı...
Vatikan çıkışında yorgunluktan ve açlıktan bayılmak üzereydik. Bir taraftan da yağmur bastırmıştı. Önümüze çıkan bir kafeye oturduk. Fiyatlar çok gelince kalkmaya yeltendik ki garson elinde tuttuğu ikinci bir menüyü soktu burnumuza. Bu menüde ise fiyatlar neredeyse yarı yarıyaydı. Ulan İtalya! Bu ülkede turistlerin çok uyanık olması gerek.
Vatikan turumuzu St. Angelo Kalesi ile tamamladık. Kalenin içine girecek takat hiçbirimizde kalmamıştı. O yüzden dışarıdan bakmayla yetindik. Burası Melekler ve Şeytanlar filminde de geçen dikkat çekici ve bilindik bir yapıydı.
Birer kahve içip kayıntı yapacak mekan bakındık. Oy çokluğuyla bir steakhouse üzerinde karar kıldık. Yarımşar kilo ızgara yeme hayalleriyle gittiğimiz lokantada birer hamburger ile yetinmek zorunda kaldık. İtalya'da ismi Greek olarak geçen bir Amerikan yemeği yemek zorunda kaldım. Yemek konusunda talihimiz genel olarak pek yaver gitmiyordu zaten. Hem ucuz hem lezzetli hem de yerel bir yemek arayışıyla saatlerce aranıp duruyor ve en sonunda pahalı olduğu kadar rezil bir yerde cins cins yemekler yiyorduk. Belki yol arkadaşlarım karşı çıkacak ama seyahatin sonlarına doğru yemek mevzusuna el koyarak onları kendi seçtiğim yerlere yönlendirdim. Bunların hepsinden de memnun ayrıldık.
Bizimkiler sıradan bir hamburgere ödedikleri paraya yanadursunlar yağmur iyice şiddetlenmişti. Otobüse binmek için otomattan bilet almaya kalktık ki kalktığımızla kaldık. Nasıl oldu bilemem ama makine neredeyse 5 değerli Euro'muzu afiyetle yedi. Biz de tabanları yağlamak zorunda kaldık. Uzunca bir yürüyüşün ardından eve varıp küp gibi uyuduk.
Ertesi sabah erkenden kalkıp önceki gün almış olduğumuz kahvaltılıklarla karınları doyurduk Yakınlardaki otogara geçip bizi Floransa'ya götürecek otobüse atladık. Yaklaşık üç saat süren yolculuk sonrasında Floransa'ya ulaştık.
Floransa
Airbnb'den tuttuğumuz evin sahibi saat üçte gelmemiz gerektiğini yazmıştı. Oysa saat daha öğlendi. Çevrede kabaca bir yürüyüş yaptık. Bulduğumuz salaş bir dönerciye girip Pakistanlı patronun dönerlerini yedik. Saat üçte eve gittik. Dakik ev sahibimiz tam saatinde gelip bizi gayet düzenli odamıza çıkardı. Kısa bir süre soluklanıp eşyaları bırakarak kendimizi Floransa sokaklarına bıraktık.
Floransa'nın hareketli taraflarına geçtik. Santa Maria del Fiore Katedrali'ne çıktı yolumuz. Floransa şehrinin en simgesel yapılarından biri olan katedralin içine de girdik. Uzun kulesi, ak renkli işlemeli duvarları, ve kızıl kubbesi ile dışarıdan epey heybetli bir yapı olsa da içerisi standart bir kilise edasındaydı. İçinde şöyle bir turlayıp tekrar dışarı çıktık. Cuma günleri lavantalı dondurma yapan bir dondurmacı keşfetti Ufuk internetten. Hızlıca rota çizip dondurmacıya ulaştık. Güzel ve lezzetli bir dondurmaydı. Dondurma ile beraber tadına baktığımız tiramisuyu ise başarısız bulduk.
Floransa'nın dar ve hareketli sokaklarını arşınlarken ünlü Ponte Vecchio küprüsünden geçtik. Köprü üzerine çıkılan kaçak kat ile Floransa'nın unutulmaz hükümdarları Medici ailesinin kimselere görünmeden nehri geçmesine olanak tanıyan köprü üzerinde kuyumcu, saatçi gibi çeşitli dükkanlar da barındırmakta. Burası şehrin muhtemelen en fotojenik noktası da.
Ponte Vecchio'nun üzerinde yükseldiği Arno Nehri'nin diğer tarafındaki keşfimizi ertesi güne bırakıp geri döndük. Hayranlık uyandırıcı Floransa sokaklarında aheste aheste dolanarak akşamı ettik. Şehrin en geniş meydanına çıktık. Dört bir yanı kafelerle dolu meydanın göbeğine akşam olunca atlı karınca platformu kuruluyordu. İçimizdeki çocuğu dinleyip birer tur biz de bindik atlı karıncaya.
Akşam yemeği için internetten gözümüze kestirdiğimiz bir lokantaya gittik. Hoş bir mekandı. Tercihimi deniz ürünlü risottodan yana kullandım. Midye, istiriyde, kalamar gibi pek çok deniz ürününü içeren başarılı bir yemekti.
Ertesi gün San Gimignano'ya gitme niyetiyle evden çıktık. Trenle Poggibonsi denen bir kasabaya gittik. Tren istasyonundan geçen otobüsler için bilet alıp San Gimignano otobüsüne bindik. Daha doğrusu biz öyle yaptığımızı sanıyorduk. Oysa yanlış otobüse binmiştik. Bu hatamız sonucunda kendimizi Siena'da bulduk.
Siena
Otobüsten iner inmez San Gimignano otobüsünün saatlerini kontrol ettik. Hedeften hala vazgeçmiş değildik. Ancak bir sonraki otobüse daha 3 saat kadar vardı. Biz de bu süreyi hızlandırılmış Siena turuyla değerlendirmede karar kıldık.
Zaman kaybetme lüksümüzün olmadığı turumuza hızlıca başlamak için adamın birine yaklaştım. Bir saniye bakar mısınız?" manasında baş parmağımı kaldırarak, yüzümde tebessüm dolu bir ifadeyle kendisine yaklaştım. Lavuk beni dilenci sandı. "No, no!" diye tersleyip cüzzamlıymışım gibi kaçmaya yeltendi. Ulan ayağımda New Balance var, sırtımda Quechua çanta var, gayet iyi giyimliyim ve turist olduğum da kabak gibi belli. Adam beni dilenci zannetti. Ne öküz herif! "No money." diye tesledim. Sadaka peşinde değiliz kardeşim. "Centro, centro." dedim. Derdim belli. Parmağıyla gösterip kaçarak uzaklaştı benden. İtalya'nın ayısına denk gelmişiz işte.
Siena'nın ana meydanı...
Herifin gösterdiği yönde ilerledik. İtalya'nın klasikleşmiş dar ve düzenli sokaklarından geçtik. Bu sokaklarda yürümek bile başlı başına bir keyifti. Bu sokaklar bizi büyük bir meydana çıkardı. Kallavi bir kilise meydanın bir yanını komple kapatmıştı. Meydanın çevresi ise kafelerle kaplıydı. Kalan bölümde ise meydanın göbeğine doğru eğim verilmiş dairesel bir alan ve merdivenler vardı. Şehrin gençleri eğimli bölümde sere serpe uzanmış güneşli günün tadını çıkarıyordu.
Buradan sonra yolumuza devam edip Siena'nın gösterişli kilisesini gördük. Floransa'daki Duomo'ya ikizi gibi benzeyen bir yapıydı. Öyle ki eve dönüp de fotoğrafları ayırmaya başladığımda bu ikisini birbirinden ayırmakta epeyce zorlanmıştım. Zaten bu mirari tarz tüm İtalya'da görülen genel bir tarz.
Siena'da küçük bir pizza dükkanına girdik. Standart şekilde dilim pizza satan dükkanda birer pizza kapıp ayaküstü yemeye koyulduk. Bu küçük pizza dükkanı eğlenceli bir yerdi. Küçücük mekanın ustası bağıra bağıra şarkı söyleyerek hazırlıyordu pizzaları. Elinde hangi malzeme varsa kafasına göre bunları kombinleyerk pizzaları fırına atıyordu. Romantik bir İtalya manzarası canlandırmıştı gözümüzde.
Otobüs saatimiz gelmek üzereyken birer kahve ile zaman öldürüp otobüsümüze atladık. Yalaşık bir saat süren yolculuk ile San Gimignano'ya ulaştık.
San Gimignano
San Gimignano çevresi surlarla kaplı bir kale aslında. Orta Çağ'dan kalmış gibi surlar içerisinde sürüyor burada yaşam. Giriş ve çıkışlar kale kapılarından yapılmakta. Dükkanlar, evler vs. hepsi ortaçağ temalı RPG oyunlarından fırlamış gibiydi.
SG'de (San Gimignano) ilk işimiz ödüllü dondurmacıyı bulmaktı. Tam olarak mevzuyu bilmiyorduk. Bu dondurmacı Guinness kitabına mı girmiş neymi? Neyse ki fazla aramadan, şehrin göbeğinde karşımıza çıkıverdi. Oldukça küçük bir dükkandı. Girip dondurmalarımızı aldık. Hiçbirimiz memnun kalmadık. Ödül mevzusunu da pek anlayamadık bir türlü. Muhtemelen bir PR başarısı ile kandırılmıştık.
Dondurmacının hemen önü SG'nin ana meydanı aynı zamanda. Ama burası Siena'dakine nazaran oldukça ufak. Zaten SG'nin kendisi de oldukça küçük bir yer. Dedim ya burası bir kale esasında. Bu yüzden şehri gezip tozmamız da oldukça kısa sürdü. Bir saat geçmeden tüm SG'yi hatmetmek gayet kolay.
Elimde dondurmam, arkamda San Gimignano...
Biz de burada bir saat falan geçirdik topu topu. İçeride mutlaka görülmesi gereken bir yapı falan bulunmuyor. Buraya gelecekseniz eğer SG'nin kendine has atmosferi için gelmelisiniz. Unutmayın turunuz oldukça kısa sürecek.
Biz de turumuzu noktalayıp otobüs durağına döndük. Akşam olmuştu ve son otobüsü kaçırmış olma ihtimalimiz vardı. Yarım saat kadar bekledikten sonra bir otobüs geldi ve bizi Poggibonsi'ye götürdü. Oradan da trene atlayıp doğruca Floransa'ya döndük.
Floransa
Floransa'ya indiğimizde karınlar her zamanki gibi açtı. Biraz dolanıp tren garının içerisindeki lokantaya girdik. Oldukça kalabalık ve büyük bir mekandı. Bu seferki hakkımı lazanya ile kullandım.
Ertesi sabah uyanıp hızlıca toparlandık. Çantalarımızı alıp dışarı çıktık. Bizim için zor bir gün olacaktı. Gece saat 1 gibi otobüsümüz vardı. O saate kadar mecburen dışarıdaydık. Önce tren garına gidip çantaları emanete bırakıp tempolu geçecek güne startı verdik.
Benim internetten görüp de gitmeyi kafaya koyduğum Da Vinci müzesi şansımıza şak diye önümüze çıktı. Leonardo da Vinci'nin icatlarıyla ilgili bir müzeydi burası. Müzenin girişinde ziyaretçilerin kendilerini Mona Lisa'nın yerine koymasına olanak tanıyan kartondan bir görsel vardı. Biz de kafaları teker teker Mona Lisa yerine sokup eğlenceli fotoğraflar çektik. Poz vermede en başarılımız Ufuk oldu. Müzenin içine girdiğimizde bizi çeşit çeşit aletler karşıladı. Leonardo'nun aletlerinin replikaları her taraftaydı. Tank, dalgıç kıyafeti, spor ekipmanları gibi pek çok alet hazır bulunmaktaydı ve hepsi de interaktifti. Çalışma prensipleri açıklanmıştı ve etkileşime girmenize izin veriliyordu.
Sanat için soyunmam ama dekolte açarım...
Müzeden sonra Galleria d'Academia'ya gittik. Esas amaç ünlü Davut heykelini görmekti. Tabi bu niyetimiz müzenin önündeki sırayı görünce tuzla buz oldu. Floransa'daki en meşhur iki üç şeyden biri olduğundan talibi de boldu burasının. Sıra öyle gözümüzü korkuttu ki kuyruğa girmeye hiç yeltenmedik bile. Davut'u göremediğim için o zaman epey üzülmüştüm. Sonradan insanlara gösterilenin gerçek heykel değil de onun replikası olduğunu öğrenince hüznüm biraz hafifledi.
Sonrasında Floransa sokaklarında boş boş dolandık. Arno Nehri'nin kıyısından yürüdük. Yollar bizi Floransa'nın panoramik manzarasını sunan tepeye getirdi. Bilmem kim tepesiydi adı, şu an hatırlayamıyorum ama şehirdeki tek tepe olduğundan bulması hiç de zor değil. Çıkması da öyle zahmetliydi ki canımızı çıkardı. 1000 basamak falan çıkmıştık neredeyse. Yorulmuştuk ama manzara çok güzeldi. Bütün Floransa ayaklarımızın altında uzanmaktaydı. Dümdüz bir şehir, kutu gibi evler, hakim biçimde göze çarpan kiremit rengi, şehri saran dağlar, nehir üzerindeki köprüler... Tam da tepedeyken uzun süre peşimizi bırakmayacak mendebur yağmur kendini gösterdi. Bu yağmur başımıza epeyce iş açacaktı.
Yeniden aşağı inip önceden gördüğümüz Palazzo Pitti'ye gittik. Burası Medici ailesinin sarayıymış zamanında. Son derece büyük ve şatafatlı bir saray haliyle. Gezerken gerçekten canımız çıktı. Bütün saray neredeyse baştan başa tablolarla kaplıydı. Medici ailesinden kalan eşyalar da vardı elbette. Hatta Lorenzo di Medici'nin yüzünün kalıbı de vardı. Bu yüzler, eskiden ölen kişinin yüzüne alçı dökülmesi ile yüzün alçıdan bir kopyasının üretilmesiyle yapılırdı. (Bkz. Cehennem)
Palazzo Pitti'de gördüğüm bir diğer önemli şey de Boboli Bahçeleri'ydi. Burası dünyada ilk operanın sahnelendiği yer olarak bilinmektedir. Bu bilgi için de yine Bkz. Cehennem.
Palazzo Pitti'den modern sanat. Tam tur Mussolini büstü...
Tablolara ve resimlere doyduğumuz yorucu bir turdan sonra sarayın avlusundaki banklardan birine çöktük. Dinlenmekten ziyade esas amacımız yağmurun dinmesini beklemekti. Yağmurun dineceği yoktu ama en azından dinlenme fırsatı bulduk. Gücümüzü toplayınca dışarı çıktık ve ilk cannolimizi de yedik. Tek kelimeyle bayıldım. Ana vatanı esasında Sicilya olan bu tatlı silindir biçiminde çıtır bir hamur ile hamurun içine doldurulan krema ile yapılmakta. Ayrıca üzerine pudra şekeri, şekerleme, parça çikolata gibi tatlandırıcılar da eklenmekte. Daha sonra bu tatlıyı ana vatanı olan Sicilya'da da bir iki kez denedim ama favorim Floransa'dakiydi. Belki de ilk denemeden kalan etkinin gücüdür.
Akşamı bir şekilde ettiğimizde gara gittik. Otobüsü beklemek için tren garını tercih etmemizin nedeni otobüse bineceğimiz yerin otogardan ziyade basit bir otobüs durağı olmasıydı. Garda 1-2 saat geçirdikten sonra durağa geçtik. İyiden iyiye fırtına halini alan yağmurun altında beş dakika kadar bekleyip otobüse bindik.
Floransa bölümünü bitirmek üzereyken son bir iki kelam edeyim. Size de olur mu bilmem ama ben bazı şehirleri renklerle özdeşleştiririm. Veya ülkeleri. Bazı yerlerin adı geçtiği zaman çok isabetli bir tespit değil. Neticede şehrin esas rengi, anladığım kadarıyla mavi. Hatta şehrin futbol takımının bile rengi mor. -Mor benzeri başka bir renk de olabilir. Kusuruma bakmayın. Renk körüyüm.- Ama benim için şehrin rengi kırmızı. Nedenini tam bilmiyorum. Belki şehirdeki binalarda hakim renk olan kiremit renginin etkisidir. Bunun dışında Floransa'nın asil bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Bana kalırsa Roma daha güzel ama Floransa daha derli toplu, daha tarihi, daha kibirli. Bunda Floransa'nın daha küçük bir yerleşim olması ve bu sayede dokusunu daha iyi koruyabilmesi de önemli. Kısaca Floransa'yı sevdim ve hatta açık hava müzesi gibi gelen bu şehirde İtalyan vatandaşlarının yaşıyor olmasını bile pek konduramadım. Burası Efes, Petra gibi bir yerdi gözümde.
Otobüse binip yerlerimize kurulduk. Açıkçası bu yolculuğun başımıza işler açacağı başından belliydi. İlk olarak, aktarma yapacağımız gerçeği bizi hazırlıksız yakalamıştı. Bu bilgiyi neredeyse otobüse binmek üzereyken fark ettik. Bologna şehrinde aktarma için indiğimizde etraf in cin top atar kıvamındaydı. İki saatten fazla bekleyecektik. Küçük bir otogardı. Ufak bir bekleme salonu vardı. Üstelik salon ağzına kadar siyahilerle ve mültecilerle doluydu. Çoluk çocuk yerlere devrilmiş uyuyorlardı. İçeri girmenin, kapıyı açmanın imkanı yoktu. Adeta alt alta üst üste uyukluyordu bir dünya insan. Biz de çaresiz otogarın içine girdik. Oturmak için tek bir sandalye bile yoktu. Bizimle beraber İspanyol bir çift de vardı. Bir de otogarın içindeki çakal takımı tabi. Bunlar tuhaf bir ekipti. Oradan oraya gidip geliyorlardı. Ne halt etmeye çalıştıklarını pek çözemedik. 5-6 kişilik ekip bir anda ayrılıp otogarın farklı taraflarına geçiyor. On dakika geçmeden aynı yerde tekrar bir araya geliyorlardı. Bu döngü yarım saatte bir tekrarlanıyordu. Öyle çok serseri tipler değillerdi ama pek tekin de sayılmazlardı. Bunların yanında en büyük sorun oturamamaktı. Oturacak yer olmadığından yerlere oturmaya başladık. Aptal bir polis memuru gelip bizi kaldırıyordu. Şaka gibi! Akıl sır erdiremedik bu duruma. Resmen oturmamıza izin yoktu. Yere oturuyoruz kardeşim ya yere! Adam, yere oturmamıza izin vermiyordu. Bize bekleme salonuna gidin diyordu. Bekleme salonunun müsait olmadığını söylediğimizde ise benim yapabileceğim bir şey yok der gibi bir mimik ile yetiniyordu. Herif asabımızı o kadar bozdu ki polis değil de sıradan bir güvenlik görevlisi olsa muhtemelen topluca dalardık. Adam resmen Doğulu kıçlarımızla İtalya'nın güzide otogarlarını lekelememizi istemiyordu. Yurt dışında karşılaştığım en mantıksız durum muhtemelen buydu. Neyse ki artistin mesaisi bitip gitti ve biz de kalan bir saatimizde sere serpe yayıldık.
Otogarda ayakta kalınca ben...
Venedik
Otobüs bir doğa kanunu olarak elbette geç geldi. Saat dört gibi hareket ettik. Kesici bir soğuk vardı. Otobüse binip de koltuğa oturduğum gibi uyuyakaldım. Babam Venedik'e vardığımızda beni uyandırdı. Saat 6 civarıydı. Güneş daha kendini göstermiş değildi. Sıcacık otobüsten uyku sersemi vaziyette inerken montumu bile giymemiştim. Adımımı dışarı atar atmaz dayak yemişe döndüm. Böyle bir fırtınaya daha önce yakalandığımı hatırlamıyorum. Acayip bir soğuk, felaket bir rüzgar ve inanılmaz bir yağmur... Esas beteri ise otobüsün bizi indirdiği yerde hiçbir şeyin olmamasıydı. Ciddi söylüyorum etrafta sığınılacak en ufak bir yer, nerede olduğumuzu anlamamıza yardımcı olacak bir belirti, kapalı da olsa bir dükkan ya da ev yoktu. Ne olduğunu anlayamadığımız devasa bir binanın ardındaydık. -Sonradan anladık ki burası Marco Polo Havaalanı'ydı.- Resmen şok içerisindeydik. Bizimle beraber inenlerden işini biliyor gibi görünenleri takip ettik. Bir kafe bulup hemen daldık. Buradan bota binip Venedik merkezine gidebileceğimizi öğrendik. Burada soluklanıp şok dalgasını atlattık. Alacakaranlık bastığında bot geldi. Ufaktan tırsmıştım. Bildiğiniz fırtına vardı dışarıda. Dalgalar botu sağdan soldan dövmekteydi.
Çaresiz biletleri alıp bindik. Neyse ki bot hareket edene kadar etraf iyiden iyiye aydınlandı ve dalgalar hafifledi. Son durağa kadar gidip aktarma yaptık. Tıka basa dolu ikinci bir bota bindik. Artık sabah da olmuştu. Babam yine bir Türk buldu. Adam Makedonya'da yaşayan bir Makedon vatandaşıydı ama Türktü. Venedik'te çalışıyordu. Bize oldukça yardımcı oldu. Bottan indiğimizde bize rehberlik edip San Marco Meydanı'na kadar bize eşlik etti. Orada bizden ayrıldı.
Fırtına Venedik'te de devam ediyordu. Soğuk da üzerine eklenince Venedik'in labirent gibi sokaklarında yolumuzu bulmamız imkansızdı. Öte yandan sular da yükselmekteydi. San Marco'yu baya baya su basmıştı. Bunun için Venedikliler, hazırda beklettikleri yaklaşık bir metre yüksekliğindeki platformları yollara dizmişlerdi. Venedik'te sık görüldüğü üzere, sular her yükseldiğinde bu platformlar diziliyor ve insanlar onların üzerinden yürüyordu. Venedik acayip bir şehirdi!
Medeniyetin göbeğinde Mario gibi oradan oraya zıpladık durduk...
Zor da olsa otelimizi bulduk. Saat daha on falandı. Saatlerdir sıcak bir duştan sonra kendimi yatağa atmanın hayalini kuruyordum. Otele gidince ne yazık ki beklemek zorunda kaldık. Oda daha boşalmamış ve temizlenmemişti. Bizi odaların ortasındaki salona aldılar. Butik otel gibi bir yerdeydik. Dört beş tane odası vardı zaten. Lobide saatlerce beklemek zorunda kaldık. Uyuduk, uyandık, dolandık, vakit geçirdik. Ben daha ziyade uyudum.
Sonunda odaya girdiğimizde hayal ettiğim duşu alıp yatağa girdim. Akşama kadar horul horul uyuduk. Uyandığımızda saat 4-5 falandı. Sırtımda korkunç bir ağrı vardı. Soğuk yüzünden oluşan bu ağrı neredeyse İstanbul'a kadar beni rahatsız edecekti. Neyse ki ilk günkü şiddeti sonrasında azaldı.
Dışarı çıkıp dolaşmaya başladık. Yol bulmak imkansızdı. Yılankavi biçimde tüm şehri dolanan kanallar ve kanalların üzerindeki köprüler, İtalya'nın diğer şehirlerinde olduğundan bile daha dar sokaklar... Venedik'te taşıt diye bir şey de haliyle yok. Araba ya da motorsiklet kullanılamıyor. Hatta bisiklet bile kullanmak neredeyse imkansız. Tek taşıt tekneler.
Hava ılınmıştı ama hala üşütüyordu. En azından lanet olasıca yağmur durmuştu. Bu sayede Venedik'te gezinme imkanı bulabildik. Yol bizi ilk olarak San Marco'ya çıkardı. Filmlerde, dizilerde ya da oyunlarda devamlı gördüğümüz bir meydandı burası. Bir dönem neredeyse dünyaya hükmetmiş bu ufacık şehrin simgesiydi burasıydı.
Hemen bir parantez açıp Venedik hakkında iki tarih çıtlatayım. Buranın tarihi ile ilgili en çok göze çarpan şey kuşkusuz Kara Ölüm yani veba. Veba mikrobu 1300'lü yılların ortalarına doğru Kırım'dan gelen bir karabiber gemisinin içine sızan fareler yoluyla Venedik'e ulaştı. Veba zamanında Venedik'e gelen gemiler kırk gün boyunca şehrin açıklarında bekletilirdi. Gemilerin güvenliğinden emin olmak için alınan bir önlemdi bu. Hatta bugün kullandığımız karantina sözcüğü de buradan gelmektedir. Kırk sayısının İtalyancası olan "quaranta" sözcüğü karantina kelimesinin kökenini meydana getirmektedir. Biraz da gastronomiye geçelim. Bugün kullanılan konfetinin ilk kullanıldığı yerdir Venedik. Tabi o zamanlarda konfetiler şekerden yapılmaktaydı. Belki bu garip gelebilir. Ama o dönemler kuvvetli bir şeker furyası görülüyordu ve şekerden envai
çeşit heykeller, tabaklar, kaşıklar, süsler vs. her yerde yapılıyordu. Konfeti de zaten "confetto" kelimesinden gelir ve bu kelimenin anlamı da şekerlemedir. Bu konfetilerin bugünkü halini alması, bir düğünde şekerden yapılmış konfetilerden birinin, üst düzey bir yetkilinin eşinin gözünü çıkarması ile gerçekleşti. Bu olaydan sonra konfetiler kağıtlara dönüştü. Bitirmek üzereyken Venedik'in bir zamanlar dünyanın en büyük ticaret imparatorluğu olduğunu, baharat ticareti sayesinde önemli bir güç haline geldiğini, bu gücünü kaybetmesinin nedeninin Amerika'nın Keşfi olduğunu ve bu noktada Osmanlı ile bir nevi kader ortaklığı bulunduğunu, şehrin belli bir oligarşik kesim tarafından göreve getirilen Doç tarafından yönetildiğini ve bu Doç'un gerekli görüldüğünde görevden alındığını ve bu haliyle Venedik'in bugünkü CEO modelinin ilk örneğini sunduğunu de söyleyip bu bölümü kapatayım.
San Marco diyorduk. Dünyanın en meşhur meydanlarından birinden ayrılıp yine ara sokaklardan dolanmayı sürdürdük. Neredeyse San Marco kadar meşhur Rialto Köprüsü'ne çıktık. Venedik'te selfielerin vazgeçilmezi işte bu köprü. Bu etkiyi yaratan ise köprünün kendisinden ziyade manzarası. Venedik'in alametifarikası olan kanalları birbirine bağlayan ana kanal diyebileceğimiz kütle tam da köprünün altından geçmekte. Burada tekneler, kayıklar asla eksik olmuyor. Her iki tarafta kıyıya sıfır sıralanan rengarenk evler de cabası. Böyle bir yerin bu kadar ilgi çekici olması elbette kaçınılmaz.
Akşama doğru hava yeniden bozmaya başladı. Yemeğimizi yiyip otele dönme niyetindeydik. Orta Doğu motifleri taşıyan bir pizzacıya girdik. Pizzalar ortalamaydı ama patron gönülllerimizi çaldı. Iraklı ya da İranlıydı. Bizimle Türkçe konuştu. Hatta biz yemeklerimizi yerken İbrahim Tatlıses şarkısı bile çaldı.
Ertesi sabah otelin açık büfesinde sağlam bir kahvaltı yaptık. Otelden çıkıp Rialto Köprüsü'ne yöneldik. Buradan kalkacak bir bota binip havaalanına gidecektik. Önceki günün aksine hava bu kez fıstık gibiydi. Biletlerimizi alıp bota bindik. Önceki gün bindiğimiz tekne gibi değildi bu seferki. Daha lükstü. U biçiminde dekore edilmiş koltuklarda oturuyorduk. Ayakta kimse yoktu. Camı açıp kamerayla güzel videolar çektme şansım oldu.
Demiştim Venedik ilginç şehir diye. Şehirde yol yok ama adamlar kanalları adeta otoyola çevirmiş. Tekne kanallardan çıkıp açık suya girdiği vakit fark ettik bunu. Deniz üzerinde şamandıralar vasıtasıyla şeritler çizilmişti ve tıpkı karayolundaki gibi tabelalar bile vardı. Bu iş öyle ciddi boyutlardaydı ki tekneler kurallara uymak kaydıyla birbirlerini sollamaya bile çıkıyordu.
Havaalanının iskelesinde indik. İçeri girip kiosk aramaya başladık ama bulamadık. Meğer bizim uçak bu havaalanından kalkmıyormuş. Al başına belayı! Meğer gitmemiz gereken, şehir dışında kalan bir diğer havaalanıymış. Ben biletlere baktığımda bunu fark etmiş ve uyarımı yapmıştım. Çünkü havaalanının altında başka bir şehrin ismi, Treviso yazıyordu. Gel gelelim grubun alfa erkekleri bana kulak asmadı. Doğruya doğru, ben de iddiamı fazla savunmadım. Tabi havaalanında bu andan itibaren gerilim baş gösterdi. Yetişecek miyiz? Nasıl gideceğiz? Kaça patlayacak? Aklımızda art arda sorular belirirken hızlıca bir taksiye atlayıp esas havaalanına gittik. Bu küçük hata bize 70 Euro'ya patladı.
Bu sefer doğru havaalanına gelmiştik. Kapı girişlerinde korkunç bir kuyruk vardı. Ancak bu kuyruğun esas sebebi yoğunluk değil, havaalanının yetersizliğiydi. Sırada beklerken üç Türkle karşılaştık. 30'lu yaşlarda kızlardı. Hollanda'da yaşıyorlardı ve kız kıza kaçamak yapmak için İtalya'ya gelmişlerdi.
Saatimiz gelip de uçağa geçtiğimizde biletleri kontrol eden host bana "Teşekkür ederiz." diye seslendi. Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Aynı görevli inişte arkamdan yine aynı şekilde seslendi. Bunlar işte müşterilerin aklını çeken küçük oyunlar. Bakın, nasıl da aklımda kalmış?
Palermo
Sıradaki durağımız Sicilya adasıydı. Şehir ise Palermo'ydu. Otobüsle doğruca şehir merkezine gittik. Çarşı içinde bir yerde indik. Yarım saatlik bir yürüyüşle otele vardık. Bu esnada zaten Palermo çarşısını da gezmiş olduk.
Otelimiz epey ihtişamlıydı. Yedinci katta falan kalıyorduk. İçi de oldukça iyiydi. Palermo gibi nispeten küçük bir yerde böyle bi otelin olmasına şaşırdım doğrusu.
Otele yerleşip kendimizi dışarı attık. Şehrin caf caflı yerlerine gittik. Doğrusu pek anlatılacak bir yer de yoktu. Sokakları tek kelimeyle b.k götürüyordu. Yerler çer çöp doluydu. Şehir pisti anlayacağınız.
Açıkçası Palermo'da değinilecek bir şey pek yok. Şehrin bir bölümünde İstanbul'daki surları andıran duvarlar yükselmekteydi. Bu duvarın çevrelediği alanda genişçe bir park vardı. Bu parkın hemen dibinden uzanan cadde şehrin en alengirli caddesiydi muhtemelen. Beklentiyi fazla büyütmeyin yine de. Caddebostan gibi bir şey beklemeyin sakın. Bununla beraber Palermo ile ilgili akılda kalan yegane şey yediğimiz pizzalardı. Tek başına tombul ve sempatik bir çocuğun çalıştığı, köşebaşında hoş bir dükkanda güzel pizzalar yedik.
Yazıyor olmak için bari şu notu da düşeyim. Biz pizzalarımızı yerken Palermo halkı yürüyüşe geçmişti. Engin bir insan seli, olay çıkarmadan, ellerinde çeşitli bayrak ve flamalarla şehir boyunca yürüyüş yapmaktaydı. Belediye binasının önünde toplanıp protesto gösterileri yaptılar. Sebebin ne olduğunu anlayamadım. Şehir yönetiminin hijyenik vurdumduymazlığı güçlü bir aday olabilir kanımca.
Mafya kurbanları anısına...
Catania
Palermo'dan sonra Sicilya'daki ikinci durağımız olan Catania'ya geçişi trenle yaptık. Açıkça söyleyeyim Catania Palermo'yu solda sıfır bırakır. Sokaklar, yollar derli topluydu. Şehirde çok hoşuma giden bir mimari hakimdi. Etrafta daha çok insan vardı, daha çok hayat vardı. Bir de Etna Dağı vardı. İtalya'nın adı çok bilinen yanardağının Catania yakınlarında olduğunu bilmiyordum. Oraya gidince öğrendim. Zaten burada etraf hep dağlarla çevriliydi. Hangisinin Etna olduğunu bilemedim. Ben de içlerinde en yüksek olanı Etna Dağı varsaydım.
Soluklandığımız bir parkta orta yaşlı bir abimiz gitar çalıp şarkı söylemekteydi. Tarzı hoşuma gitti. Attım üç beş cent. Sonrasında ayaküstü birer kahve içtik. Merkezi bölümlerde dolandık. Akşama kadar bolca vaktimiz olduğundan, bulduğumuz her yere çöküp vakit öldürdük.
Cathedral of Saint Agatha adında büyükçe bir katedral bulunmakta. Bu katedralin etrafında geniş bir de meydan var. Burası şehrin turistik bölümlerinden. Yine bu bölümün devamında heykeller, parklar, kafelerle çevrili bir bölüm süregelmekte. Buralarda mimari özgün. Binalarda koyu renkler hakim. Tüm bunlar kafamda asil bir Catania imgesi oluşlmasına sebep oldu. Bu şehri Palermo'nun açık ara önüne koyuyorum.
Tren garının hemen karşısında bulunan İstanbul Kebap adında bir lokantada yemeğimizi yedik. Doğrusu pek kaliteli sayılmazdı. Çalışanlardan biri iyi Türkçe biliyordu. Zamanında Kuşadası'nda falan çalışmış. Aslen de Pakistanlı. Nedense bu adam beni biraz düşündürdü. Dünyanın bir ucundan kalkıp önce Türkiye'de sonra da İtalya'da, hem de İtalya'nın kuytu köşelerinden Catania'da bir lokantada çalışan insanlar... İnsanlar nasıl da oradan oraya savruluyorlar hayatta. Memleketlerinden uzaklarda, belki daha önce adını bile duymadıkları şehirlerde ekmek derdine düşüyorlar. Yollarımızın bizleri nerelere düşüreceği hiç belli değil.
Biraz da tren garında oyalanıp vakit öldürdük. İyiden iyiye pilimiz bitmişti artık. Vaktimiz olsa da enerjimiz pek kalmamıştı. Seyahatimizin başından beri hergün neredeyse dere tepe yürüyorduk. Artık tamamdık. Bünyeler ev ortamını özlemişti.
Trenimiz gelince hemencecik binip kompartımanımıza geçtik. Dörtlü kuşette kalıyorduk. Yataklı trenin konforu ve keyfi başımızı döndürmüştü. Hemen yataklarımıza kurulduk. Kondüktöre diğer yatağın dolu olup olmadığını sordum. Daha sonraki duraklardan birinde yolcu bineceğini söyledi. Hepimiz için olsa da benim için daha büyük yıkımdı çünkü kondüktör benim yayılmaya hazırlandığım yatağın gelecek adama ait olduğunu söyledi ve beni üzerindeki yatağa geçirdi.
Malumunuz, Sicilya bir ada. Trenin anakaraya nasıl geçeceği üzerine epey kafa yormuştuk. Merakla o saatleri beklemeye niyetliydik. Ancak bu arzumuz sadece niyet ile kaldı. Hepimiz yorgunluktan sızıp kalmıştık. Öyle ki diğer yolcunun ne ara geldiğini, yattığını ruhumuz bile duymadı. Yine de ben trenin vapura yüklendiği esnada ayıldım. Aklım pek yerinde olmasa da durumu kavramıştım. Tren, vagonların teker teker birbirinden ayrılıp teker teker vapura yüklenmesi ve yine aynı şekilde vapurdan indirilip birleştirilmesi marifetiyle anakaraya geçti.
Tren ile otel keyfinde Sicilya'dan anakaraya geçiş yaptık...
Sabah saatlerinde Roma'ya vardık. Termini'den havaalanı otobüslerine binip havaalanına geçtik. Dönüşümüz aktarmalı olacaktı. Önce Atina'ya indik. Oradan da Aegean Airlines ile İstanbul'a. Memlekete geldik gelmesine ama daha dönüş yolunun belki de ancak yarısındaydık. Metro, Marmaray ve tekrar metrodan oluşan silsile ile iki saate yakın yol daha gittik. Eve vardığımızda akşam 11-12 falandı. Güzelce bir banyo yapıp o gece deliksiz uyudum.
Artık bu bölümün sonuna gelmişken bazı noktalara kısaca parmak basıp bitirmek istiyorum. Yunanistan hayal kırıklığı oldu. Daha şahsına münhasır bir Atina bekliyordum. Oysa elime geçen sıradan bir şehirdi. Belki de Atina'nın hem yollar, sokaklar hem de günlük yaşam açısından İstanbul'a çok benzemesi bana böyle hissettirdi. Ve tabi bir de dilenciler... Atina'da her yer dilenci ve mülteci kaynıyor. Vallahi biz gayet iyi durumdayız bu yönden.
İtalya ise gerçekten de İtalya yani. Boşuna İtalya olmamış. Her yer çok güzeldi ama benim favorim Roma oldu. Uzun zamandır görmek istediğim, hayalini kurduğum, başkalarının Instagram hesaplarından karşıma çıkıp duran İtalya'yı, Roma'yı görmek müthişti. Dahası zihnimdeki abartılı İtalya beklentisini bile karşılamayı başardı bu ülke. İtalya ile ilgili bazı başlıklar söylemem gerekirse ülkede AVM'den eser yok. Bir tane bile görmedim. Aynı şekilde Starbucks, Burger King, KFC gibi mağazalar da pek yok. Bu ülkenin slow-foodun anavatanı ve kahvenin günümüzdeki başkenti olmasının bir sebebi var demek ki. Bunun dışında özellikle insanlar çok ilgimi çekti. İtalya'da hayat ağır çekimde adeta. Herkes son derece sakin. Sokaklarda koşturan, bağıran kimsecikler yok. Hayat yavaş ve huzurlu. Üstelik koskoca Roma'da bile durum böyle. İnsanlar mutlu. Köhne bir dükkanı olan pizzacı şarkılar eşliğinde hamur yoğuruyor. Altmışına merdiven dayamış adamlar salaş lokantalarda zevkle garsonluk yapıyor. Gençler hep keyifli. İtalya gördüğüm kadarıyla gerçekten de mutlu bir ülke. Ulaşım rahat, yemekler bol. Negatif görebileceğim tek şey belki de fiyatlar. Hayat biraz pahalı. Tabi bunda bizdeki Euro kurunun da payı çok büyük. Babamla Ufuk'un başlarda kazık politikası olarak değerlendirdiği "masaya oturursan iki misli fiyat" uygulamasını ben öyle görmüyorum. Bu uygulama gittiğimiz her yerde vardı ve yerel insanlara da aynı muamele ediliyordu. Böyle alışmış adamlar. Sözün özü, İtalya'dan sonra kolay kolay bir ülkeyi beğenemem.