5-) Ukrayna
Of all losses, the loss of time is the hardest one.
Hyrhorii SKOVORADA
22.01.2018 - 26.01.2018
Bir başıma atıldığım ilk seyahatim için -dram ve gözyaşıyla dolu, ölü doğan Güney Afrika denemesini saymıyorum- Ukrayna yollarına düşüyorum. "İşsiz" yaftasından resmi olarak sıyrılır sıyrılmaz, hem bunu kutlamak hem de işbaşı yapacağım güne kadar beni bekleyen yaklaşık 10 günlük boş zamanı değerlendirmek için doğruca Skyscanner'a atıyorum kendimi. Malum, vize ve bütçe sıkıntıları nedeniyle menzilim oldukça kısıtlı. Uygun fiyata Ukrayna biletlerini görünce de düşünmeden satın alıyorum.
Görüldüğü üzere Ukrayna seyahati hızlıca eyleme geçilen, hesapta olmayan bir seyahatti. Hatta o kadar hesapta olmayan bir seyahatti ki yüksek lisansta çaktığım bir dersin bütünleme sınavı ile çakışmıştı. Her normal insanın yapacağı gibi çok daha hayati olan bütünleme sınavına öncelik verip seyahati bir şekilde iptal etmem gerekirdi ki elbette ben bunu yapmadım. Dersi sonraki sene tekrar alırım deyip 4 günlük bir seyahat için koca bir dönemi heba ettim. Bu kayıp dönem sonradan başımı epeyce ağrıtacaktı.
Malumunuz, Ukrayna coğrafi açıdan oldukça yakın bir ülke. Bizden vize, hatta pasaport dahi talep etmiyor oluşunun üzerine maddi uygunluğu da eklenince ortaya cazip mi cazip bir rota çıkmış oluyor. Zaten bizim milletin en çok tercih ettiği ülkelerden biri konumunda.
Pazartesi sabahı 08:10 kalkışlı uçakla Kiev'e gidecektim. Atatürk'ten kalkacak uçağa rahatça yetişebilmek için önceki gece Fındıkzade'de, halamda kaldım. Sabah gün doğumundan evvel yola düşüp zamanında havaalanında oldum. İlk kez THY ile yolculuk yapacaktım. Yolculuklarda ucuzluğu her daim konfora tercih etme eğiliminde olmama rağmen THY'den oldukça memnun kaldığımı söyleyebilirim. Uçakta servis edilen leziz mi leziz sıcacık bir sandviç ve meyveli yoğurt ile kahvaltımı yaptım. Neredeyse, henüz daha gösterimde olan yepyeni filmler ve sayısız diziyle dolu arşivden bir şeyler seçip zaman geçirmek için seyrettim. Tek eksi olarak saati 9 dolardan satılan interneti sayabilirim.
Kiev
Keyifli bir yolculuğun ardından Kiev'e iniş yaptık. Çıkartma yaparcasına Kiev kapılarına dayanmış onlarca Türk vatandaşı ile birlikte pasaportlarımızı patır patır damgalatıp sınırdan geçtik. Bir miktar para bozdurup ring servisle şehir merkezine geçtim. Oldukça eski bir otobüstü servisimiz. Yol boyunca dışarıyı seyredip bembeyaz bir örtü ile kaplanmış şehrin ne kadar soğuk olduğuna dair fikir yürütüp durdum.
Şehir merkezine vardığımızda, ana tren istasyonunda servisten indim. Merkezi konumda bulunan hostelimi pek zorlanmadan buldum. Eski bir binanın en üst katındaydı ve belirgin bir tabelası yoktu. Buna rağmen harita üzerinden rahatça tespit edebildim. Ancak içeri girmek biraz zor oldu. Ukrayna'da çoğu binanın girişinde konuşma kabinlerindekilere benzeyen, üzerinde numaralar yazılı tuşlar bulunuyor. Buradan kodu tuşladığınızda kapı açılıyor. Yani binaların parolaları mevcut. Bu durum beni biraz afallattı. Sonra hostelin web sayfasına baktığımda kodun orada yazılı olduğunu fark ettim. Sanki sırf olması gerektiği için konulan kod yalnızca 18'di. Tuşladığımda kapı açıldı. En üst kattaki hostele çıktım. Slav soslu genlerime aldanan görevli kız sanki lokal bir gezginmişim gibi anadiliyle selamladı beni. Dedim "Bacım, ben Türk'üm." Şaşırdı. Önceden karşılaştığı Türkler genelde kara kaşlı kara gözlü oluyormuş. "Senin gibi akça pakça Türk ile ilk defa karşılaşıyorum." dedi. Aynen böyle söyledi. Valla!
Kaydımı yapıp biraz uzandım. Tuvaletleri temiz, yatakları sağlam bir hosteldi. 10 kişilik odadaydım ama ben giriş yaptığımda, odanın bir ucunda uyuklayan Asyalı çocuk haricinde kimseler yoktu. O da ben geldikten kısa süre sonra toparlanıp çıktı. Ben de fazla oyalanmadım. 15-20 dakika kadar soluklanıp çantamı ayarladım ve dışarı çıktım. Hava bir tık daha soğumuş gibiydi. Yine de 4 yıl boyunca Ankara ayazı yemiş olan bünyem fazla aldırış etmedi.
Hosteldeyken harita üzerinde mini bir beyin jimnastiği yapıp görülesi yerleri tespit etmiştim. Kafamda bir rota çizip kabaca yürüyüşe koyuldum. Hostelin hemen yakınındaki Shevchenko Park'ın içinden geçtim evvela. Kendim de aynı gaflete düştüğümden baştan belirteyim, bu Shevchenko efsane Milan kadrosunun yıldız forveti olan Shevchenko değil. Çocukluğumda, "7" numaralı Andriy Shevchenko formamla beraber mahallede beceriksizce top koşturduğum
günlerden bu yana kendisinin koyu bir hayranı olmuşumdur. Ancak Şeva'nın anavatanındaki temasımız için biraz daha beklemem gerekecekti. Burada sözü edilen Shevchenko Ukrayna siyasi tarihinden önemli bir şahsiyet anladığım kadarıyla. Çok umurumda değil açıkçası. Bellekteki Shevchenko kotası çoktan dolu.
Karla kaplı işlek caddeleri arşınlayarak rotamı takip ettim. Bir yandan da midem kazınmaya başlamıştı. Bir müddet kayıntı yapacak düzgün bir yer bakındım ancak dişime göre bir yer bulamadım. İsmiyle müsemma "Döner" adlı bir mekana girip pilav üstü döner söyledim. Vasat döneri hızlıca yutup vakit kaybetmeden tura devam ettim.
Aziz Volodymr Katedrali karşıma çıkan ilk fotojenik yer oldu. Geniş bir caddenin kenarında, duvarları sapsarı renkte bir katedraldi. Video ve foto almak paralı olsa da içeri dalıp bir iki kaçamak görsel aldım. Doğrusu, dışı ile yetinsem de yeterli olurdu.
Sokaklarında salına salına Kiev'i keşfetmeyi sürdürdüm. Bu kez Aziz Michael'ın Altın Kubbeli Katedrali çıktı karşıma. Öncekinin aksine, yol kenarında kalmış bir yapı değildi. Öncelikle geniş bir bahçenin içerisindeydi. Bahçeyi yükek surlar sarmaktaydı. Merkezi bir kapıdan geçerek katedralin bulunduğu alana geçiş yapılıyordu.
Adından da anlaşılacağı üzere altın kaplı kubbeler ile donatılmış turkuaz renkli bir yapıydı. Hatta alanı çevreleyen duvar da bina ile aynı rengi paylaşıyordu. Gördüğüm en süslü püslü dini yapı olabilibilirdi. Turkuaz duvarlar ve üzerlerine kondurulan altın renkli kubbeler bir dini yapıdan beklenmeyecek kadar renkli bir manzara ortaya koyuyordu. Sözün özü, Ukrayna'nın katedralleri baya baya albenili.
Altın Kubbelerden bir kesit...
Katedrali çevreleyen duvarlardan tekrar dışarı çıkınca, duvarları takip eden yokuştan aşağı doğru devam edip Özgürlük Meydanı denilen alana vardım. Meydanın bir tarafında metrelerce yükselen silindir bir kaidenin zivesine kondurulmuş, ışıl ışıl parlayan melek heykeli göze çarpıyordu. Slav kökenli ülkelerde görmeye alışık olduğumuz tipik heykellerden biriydi. Bunun yanı sıra, bölge tam bir buluşma alanı niteliğindeydi. Alanın dört bir tarafı, elinde telefonlarla manita yolu gözleyen genç Ukraynalılar tarafından kuşatılmıştı.
Ufaktan sızlama emareleri gösteren ayaklarımın gönderdiği sinyallere kulak verip soluklanacak bir köşe aramaya koyuldum. Bir taraftan da ısınma ihtiyacı içerisindeydim. Arayış içerisinde dolanmayı sürdürürken Khreshchatyk Sokağı'nda buldum kendimi. Adına fazla takılmayın sokak falan değil, Caddebostan'a benzettiğim, iki yanında uzanan binalarla anlı şanlı bir caddeydi burası. Cadde üzerinde turlarken kafe ile restoran arası bir yer belirleyip daldım içeri. Niyetim sıcak bir şeyler içip belki aperatif bir şeyler yutmaktı. Ancak içeri girince gördüm ki burası baya baya restorandı. Çaresiz menüden bir şeyler seçip akşam yemeğini zaruri nedenlerle erkene çekmiş oldum. Şans eseri, Ukrayna mutfağının en bilindik yemeklerinden biri olan tavuk kievski siparişi vermiştim. Kiev usulü tavuk şeklinde yorumlayabileceğimiz bu güzide yemek, eliptik birçimli bir tavuk yumağının, içerisine yerleştirilen tereyağı ve çeşitli lezzetlendiricilerle birlikte panelenip kızartılmasıyla yapılıyor. Çıtır kabuğunu bıçak yardımıyla kestiğinizde tavuğun merkezindeki erimiş tereyağı akıp gidiyor. Türk damak tadıyla gayet uyumlu, yapımı kolay, fiyatı uygun, leziz bir yemek. Kısaca tüm ihtyiyaçlarımıza kolayca cevap verebiliyor.
Missssler gibi Tavuk Kievski...
Karnım tok, sırtım pek ışıltılı ana cadde üzerinde yürüyüşüme devam ettim. Akşam çökmüş, hava daha da soğumuştu. İlk günümü tamamlamıştım. Yol üzerindeki bir markete uğrayıp akşam için ufak tefek atıştırmalık ve su aldım. Hostel yakınlarındaki bir pastanede sıcak bir şeyler içtim. Sonradan hostele geçtim. Yatağıma kurulup dizi izleyerek aldığım nevaleleri mideye indirdim. Bu esnada odada tek başımaydım. Geniş geniş takılıyordum. Gece yarısına doğru koca cüsseleriyle bir baba oğul odaya girdi. Ukraynalı bu iki ayıboğan sanki evin hanımı tarafından evden atılmışlardı da geceyi geçirmek için uygun bir hostel bulmuşlardı. Cüsselerine aldanıp horultularıyla geceyi bana zindan edecekleri önyargısına kapılmıştım ki hiç de korktuğum gibi olmadı.
Sonraki gün için kendime Dinyeper Nehri taraflarını hedef koymuştum. Güneşli ama serin bir Kiev sabahında yola koyuldum. Tamamen şans eseri olarak Dinamo Kiev takımının stadına denk geldim. Stad altındaki müzeye girip kısa bir tur attım. Duvarlar Kiril alfabesi kullanılarak yazılmış metinlerle doluydu. Efsane futbolcuların resimlerinin asılı olduğu duvarlar ve Andriy Shevchenko için ayrılmış özel bir köşe vardı. Gittiğim şehirlerdeki önemli kulüplerin formalarından oluşturmayı planladığım forma koleksiyonumun ilk parçası olsun diye bir forma aldım. Zaten o ilk forma yıllar sonra bile ilk ve tek olarak kalmaya devam etti. Euro kuru sağ olsun...
Uzaktan da olsa Latin alfabesi ile benzerlikler gösteren Kiril alfabesi Slav coğrafyalarında sıkça karşılaşacağınız alfabedir. Kökeni Hristiyan misyonerliğine dayanır. Ortodoks geleneği tarafından sonradan aziz ilan edilecek iki misyoner kardeş Kiril ve Metodius kendi inanışlarını yaymak için Slav topraklarını fellik fellik turlarken bu insanlara bir de alfabe armağan ederler. Glagolitik olarak bilinen ilk Slav alfabesi daha sonra tüm Slav halkları arasında yaygınlaşacaktır. Zaman içerisinde, nedendir bilinmez, bu alfabeye Kiril adı verilir. Zavallı Metodius!
Stadın hemen önünden devam eden bir başka işlek caddeye takılıp uzun süre yürüdüm. Bu yol beni şehrin dış taraflarına götürdü. Oldukça uzun bir yol teptim. Midemin kazıntısını bastırma adına karşıma çıkan bir alışveriş merkezine attım kendimi. Klasik olarak merkezin en üst katı yemek bölümü işlevi görmekteydi. Onlarca çeşit yemek arasından tabldot usulü dilediğini seçip alabiliyordu insanlar. Neredeyse her yemeğin içinde domuz eti olduğundan pek seçeneğim yoktu. Dikkatime rağmen yine de bir miktar domuz etini mideye indirmiş olabilirim. Meğer pilavın içinde de et varmış. Kokusu ve tadı hiç aşina gelmeyen bu etin domuz ürünü olması gayet mümkündü. Yemeği bıraktım ama olan olmuştu artık. Yapacak bir şey yok. Allah affetsin!
Karnımı doyurduktan sonra sonu gelmeyen yürüyüşüme devam ettim. İyiden iyiye merkezden uzaklaşmıştım. Ara sokaklara girip çıkar olmuştum. Beni bu belirsizlikten kurtaran Rodina Mat oldu. Bir elinde kılıç, diğer elinde kalkanla hakim bir tepe üzerinde heybetli heybetli yükselen Rodina Mat sayesinde yönümü tayin edebildim. Bu noktadan sonra zaten nehir hattına yaklaşmıştım. Kendimi bir anda Dinyeper'in kıyısında buluverdim.
Rodina Mat, Anavatan...
Eğer ki zihninizde dingin dingin akan bir su kütlesi belirdiyse, hemen o fikirden uzaklaşın. Dinyeper geniş olmasına geniş bir nehir ancak viskozite sıfır. Nehir boydan boya buz tutmuş. Kıyıdan 100-150 metre kadar açıkta, kalın buz tabakasının üzerinde delikler açıp oltalarını sallayan balıkçılar seçilebiliyordu. Onlara güvenip nehrin üzerinde bir tur atsam mı diye düşündüm ama sonradan vazgeçtim.
Nehir kıyısında, sahilden uzanan iskele üzerinde bulunan kafeye giriş yaptım. Girdikten sonra anladım ki burası kafeden ziyade baya baya restoranmış. Ukrayna'da aynı hataya ikinci kez düşmüş oluyordum bu sayede. Sorun bende mi, Ukrayna'da mı ona siz karar verin. Çaresiz, delikanlılığa b.k sürdürmemek için tornistan edemedim. Oturuverdim bir masaya. Önüme gelen menüden mümkün olan en ucuz ve en minimal siparişi verdim. Ne olduğunu bile anlamadan verdiğim sipariş meğerse bildiğimiz kebapmış. Tavuk etiyle hazırlanan bir karış boyunda kebabı mecburiyetten mideye yollayıp mekanın sükuneti altında bir süre hareketsiz buz kütlesini seyre daldım.
Tekrar dışarı çıktığımda cesaretimi toplamış vaziyetteydim. Buz tabakasının üzerinde bir tur atmakta kararlıydım. Ağır ve dikkatli adımlarla buzun üstüne çıktım. Tehlike yaratacak kadar kaygan değildi ama her adımda az da olsa çıtırdama sesi işitiliyordu. Aklıma sayısız filmde izlediğim kabus gibi sahneler geldi. Buzun üzerindeki gariban çocuk kıyıda kendisini seyredenlere el sallarken birden buz kırılır ve kendini alttaki dondurucu suda bulur. Su onu belirsizliğe doğru hızla sürüklerken faydasız yumruklarla buz tabakasını kırmaya çalışır. Buzun üzerindeki cengaverlerden biri de durumu görüp ölümle pençeleşen zavallıyı yukarıdan takip ederek, bir şekilde onu kurtarmaya çalışır. Karaltı halindeki kütleyi sudan çekip çıkarmak için buz tabakasını var gücüyle yumruklayıp ellerini kanatır ancak başarılı olamaz. En sonunda da biçare zavallıcak soğuktan ya da havasızlıktan ölür ve her ne hikmetse tam da o anda akıntı kesiliverir. Fal taşı gibi açılmış cansız gözler, beyhude darbelerden sızan kızıl damlalar altında belirginleşir. Çaresizlik, soğuk ve ölüm...
Neyse ki benim maceram bu kadar dramatik sonuçlanmadı. Yaklaşık 30-40 metre kadar yürüyüp birkaç fotoğraf çektim. Sonra geri döndüm ki dönüş daha zorlayıcı oldu. Çatırdamalar sıklaştı. Gerilim arttı. Karaya ayak bastığımda bir "Oh!" çekiverdim.
Gerilim dolu dakikalardan sonra nehir kenarından yoluma devam ettim. Çok ilerlememiştim ki yol kenarındaki tepenin üzerinden bir bölge dikkatimi çekti. Hemen rota çizip doğruca o yana yönlendim. Kiev-Pechersk Lavra-Caves Manastırı'ydı burası. Beyaz renkte binalar, üzerlerinde de altın kubbeler ve en tepelerinde de haçlar. Tek bir binadan ziyade, yine bir hatla çevrelenmiş geniş bir kompleksti. İçinde pek çok bina, hediyelikçi vs. vardı. Merkezinde, Kiev'in en büyük katedrali olan Aziz Sophia Katedrali yer alıyordu. Konumu ve mimarisi göz önüne alındığında bu yerin eski bir kale ya da saray olduğu sonucuna vardım.
Alanın girişinde birbirlerinin fotoğrafını çeken yirmili yaşlarda üç delikanlı görmüştüm. Katedral alanına çıkan çok sayıda dar
merdivende hoş bir arka fon keşfetmiş olacaklar ki sıra ile birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlardı. Yaklaştıkça, konuşmalarından bu arkadaşların bizden olduğunu anladım. Tam yanlarından geldiğim sırada bir tanesi "Adama yol ver." diye seslendi bir diğerine. Çocuk geçmem için yer açtı. Ben de geçip gittim. Türk olduğuma dair herhangi bir belirti göstermedim. Ne de olsa Burkina Faso'da değiliz. Ukrayna'da kendi milletimizden biri ile karşılaşmakta şaşılacak bir taraf yok. O an aklımdan geçen şey başkaydı. Ben geçip giderken aralarında laflamayı sürdürdüler. O sırada düşündüm de benimle ilgili uyarılarını argo sözcüklerle süsleyebilirlerdi. Onları anlayacağımı düşünmezlerdi. Sözün özü, yabancı memleketteyiz diye fazla salmamak lazım. Hele Ukrayna gibi Türk akınına uğrayan destinasyonlarda. Sırf fotoğrafımızı talihsiz bir photobomb ile sabote etti diye birilerine saydırmaya kalkarsak hiç tahmin edemeyeceğimiz şekilde karşılık alabiliriz. Küçük bir uyarı.
Kompleksin ters tarafta kalan kapısından çıktığımda işlek bir caddede buldum kendimi. Küçük bir dükkandan hediyelik eşyalar alıp yoluma devam ettim. Akşam çökmeye başlamıştı. İyice yorulmuştum. Ağır tempoda, yolu da biraz uzatarak hostele dönüş yoluna koyuldum. Bir kaç dikilitaş benzeri anıt, biraz manzara, bolca ara sokak, bir miktar da AVM geçip hostele vardım. Kadro önceki gece ile aynıydı.
Kiev şehrindeki son gecemi geçirirken, Kiev'in tahminimden çok daha büyük ve görülesi olduğuna ikna olmuştum. Ne de olsa burası, Slav ırkının tarihteki ilk büyük devletinin yeşerdiği yerdi. 860 yılı civarında, Karadeniz'in kuzeyine Viking hakimiyeti altında yayılmış bulunan Slav toplulukları tarafından kurulan Kiev Knezliği Rusya, Ukrayna, Belarus gibi ülkelerin öncüsüydü. Kiev Knezliği ile ilgili en dikkat çekici ayrıntı, Osmanlı tarihindeki en önemli olaylardan biri ile benzerlik göstermektedir; İstanbul'un ya da o dönemki adıyla Konstantinopolis'in fethi. 900'lü yılların başında Kiev Knezliği'nin veliahtı, prens Oleg Bizans donanmasının yokluğundan faydalanarak şehre saldırıda bulundu. Yaklaşık yarım milenyum sonra Fatih'in de başına çok dertler açacak Haliç'deki ünlü zincir o tarihte de şehri denizden gelecek saldırılara karşı korumaktaydı. Prens Oleg zinciri aşmak için hiç de şaşırmayacağımız bir yöntem deneyerek gemilerini karadan taşımış ve surlara yanaşmayı başarmıştı. Hepimizin çok iyi bildiği üzere Oleg hedefine ulaşamamıştı ama çok ciddi ticari ayrıcalıklar elde etmeyi başarmıştı. Anlayacağınız, Oleg'den haberdar mıydı bilinmez ama Fatih Sultan Mehmet Konstantinopolis'i gözüne kestirmiş ve devasa zinciri alt etmeyi becermiş ilk komutan değildi. Ancak, neyse ki, sonuncusuydu.
Ertesi sabah geç kalkıp hosteli mümkün olduğunca geç terk ettim. O gün için Lviv'e tren biletimi almıştım. Saat 3 gibi hareket edecekti. Gar etrafında bir miktar dolandım. Bir İtalyan bistrosunda biraz atıştırma yaptım. Saatim geldiğinde gara geçip treni buldum. Ama trenin içinde yerimi bulmam hiç de kolay olmadı. O kadar karmaşık bir numaralandırma sistemi var ki ne nereyi gösteriyor anlamak mümkün değil. Kondüktörden yardım almaya çalıştım. Kendi dilinde bir şeyler anlatıp devam etti. Ukrayna'da orta yaşa mensup herkes gibi o da tek kelime İngilizce bilmiyordu. Tek kelime derken abartmadığımdan emin olabilirsiniz. Adamlar right, left falan dahi bilmiyorlar. Üstelik karşındakinin turist olduğunu anlasalar bile kendi dillerinde konuşmaya devam etme huyları var. Bu koşullar altında yaklaşık 15 kişiye falan sora sora bir şekilde yerimi buldum. Altı kişilik bir kompartmanda cam kenarına düşmüştüm. Bölme tam kapasiteydi. Engel olunamayan güneş ışığı, hareket alanımı kısıtlayan kalabalık ve şarjı azalan cep telefonum yüzünden 5 saatlik Lviv yolculuğum koca bir eziyete dönüştü. Bu kadar bunaldığım yolculuk oldukça azdır.
Bu noktada bir ufak parantez açmakta fayda var. Yaklaşık 10-12 kompartmanın bulunduğu bir vagondaydım ve gördüğüm kadarıyla tüm tren çakılıydı. Yani, takribi 70 kişi kadardık vagonda. Buna rağmen tüm yolculuk boyunca neredeyse çıt çıkmadı. Kimse birbiriyle konuşmuyor, tebessüm dahi etmiyordu. Soğuk, Ukraynalıların gerçekten de kanına işlemiş arkadaşlar.
Lviv
Nihayet Lviv'e vardığımda saat 9 civarıydı. Bitkin şekilde kendimi gardan dışarı attım. Bekleyen taksicilerden ikisiyle pazarlık ettim. Çektikleri fiyatı pahalı bulduğumdan direkt uzadım. Canlandırıcı Lviv havası altında, botlarımın ezdiği kar kütlelerinden yükselen tok sesler eşliğinde tabanları yağladım. İyi ki de yağlamışım. Mesafe tahmin ettiğimden çok daha kısaymış meğer. Üstelik yürüyüş, halsizleşen bedenimi de canlandırmıştı.
Lviv'in merkezine ulaştığımda hemen internet bulup haritayı açtım. Ukrayna'da internet erişimi hayal edemeyeceğiniz kadar rahat. Telefonunuzu çıkarın, wifi şebekenizi açın, 2 dakika kadar sabredin. İşte oldu. Şifresiz ve verimli bir internet buldunuz bile.
Buna rağmen hosteli bulmam pek kolay olmadı. Lviv merkez labirenti andıran bol sokaklı, bol dolambaçlı bir bölge. Bir iki yanlış manevra işimi oldukça zorlaştırdı. Sonunda hosteli bulduğumda hostelin eski püskü bir binanın üst katlarından birine konuşlandığını anladım. Binanın kapısından girdiğimde keskin bir sidik kokusu, yatak görevi görecek şekilde serilmiş mukavvalar, boş alkol şişeleri ve merdiven üzerinde sızıp kalmış bir ayyaş ile karşılaştım. Olabilecek en kötü ilk izlenim! Hostele girdiğimde neyse ki içerisinin apartmanın geri kalanı gibi olmadığını fark edip rahatladım. Yine de çok memnun kaldığımı söyleyemem. Oda küçücüktü ve uyanıklar çaktırmadan yatak değil de oda satıyorlardı. Banyoda sabun yoktu, yataklar rahatsız ediciydi. Verdiğim para içime dert oldu.
Şoku absorbe ettikten sonra dışarı çıktım. Midem kazınıyordu. İlk karşıma çıkan McDonalds'a düşünmeden daldım. Bizdeki benzerlerine göre çok daha kallavi, oldukça ucuz ve dikkat çekici şekilde lezzetli bir menü yedim. Günün yorgunlukları ve hayal kırıklıkları uçup gitmişti. Ne de olsa dolu bir mide pek çok sıkıntının panzehridir.
Lviv'deki ilk günün sabahında, kahvaltı için önceki gün gözüme kestirdiğim kruvasancıya gittim ilk önce. Lviv Croissant adlı bu mekan oldukça şirin ve ufak bir dükkan. Anladığım kadarıyla da Lviv merkezli ve ulusal çapta bir firma. Neredeyse kafam kadar, sıcacık kruvasanları ortadan kesip arasına seçtiğiniz malzemeleri doldurup devasa sandviçler yapıyorlar. Fiyatları gayet uygun, doyuruculuk had safhada ve lezzet on numara. Kahvaltı için Lviv'deki en ideal nokta.
Kahvaltı için bir nebze şehir merkezinin dışına taşmam gerekmişti. Şimdi de aynı yoldan gerisin geri dönüyordum. St. Olha and Elizabeth Katedrali yol üzerinde rastladığım ilk mekan oldu. Muhtemelen şehrin en gösterişli yapısı buydu. Koyu renkte yüksek duvarlarının aksine içerisinde beyaz renk hakimdi. Bir de St. Yura Katedrali'ne değinmek gerek ki bu seferki öncekinin aksine açık renkli duvarlara hakimdi. Şehre hakim bir tepe üzerindeydi. O yüzden pek ziyarete yeltenmedim.
Old Town dahilinde Latin Kilisesi ve Opera Binası bulunmakta. Bunlar, bölgenin asil yapıları. Özellikle Opera Binası Old Town'ın tam göbeğinde yer alıyor. Adeta Lviv'in simgesi olmuş bu bina. Bir de Opera Binası ile Latin Kilisesi arasında kalan bir buz pisti var. Özellikle akşamları hoş bir ışıklandırmayla güzel manzaralar sunabiliyor.
Old Town çevresinde dönüp dururken şehrin en stratejik noktası Potocki Sarayı'nı gördüm. İsmi saray da olsa muhtemelen dünyanın en mütevazı sarayıyla karşı karşıya
kaldım. 1.5 basket sahası büyüklüğündeki iddiasız bir bahçenin ortasındaki müstakil bir ev gibi adeta. Sanat merkezi olarak kullanılıyor. Benim uğradığım gün içinde bir resim sergisi vardı.
Lviv'de pek çok kafe bulunduğunu belirtmiştim. Ancak bu kafelerin neredeyse hepsi camlarına kara kara filmler çekmiş. İçeriyi görmenin imkanı yok. Bu yüzden de mekanın talep ettiği ortalama bütçeyi kestirmek kolay olmuyor. Eğer ki maddiyata dayanan fobileriniz varsa Lviv kafeleri sizi epeyce tedirgin edecektir. Öte yandan Old Town'ın iki ucunu tutmuş iki büyük McDonald's şubesi bulunuyor. Bunlar Deli Dumrul gibi jeopolitik noktalara çökmüşler. Sabah akşam tüm masalar çakılı. Bunlar bildiğimiz McDonald's mağazalarından farklı olarak aynı zamanda kafe işlevi de görmekteler. Belki de diğer kafeler bu durumu protesto etmek adına kendilerine daha nezih, daha mahrem bir hava katmak istemiş ve camları karartmıştır. Kim bilir?
Lviv storylerinin aranan yüzü, Opera Binası...
Hafiften midem kazınmaya başlamış ufaktan aranmaya başlamıştım. Şans eseri, çok geçmeden bir yer buldum. Hem de tam istediğim yeri buldum. Gelmeden evvel bu mekanı görmüş ama özellikle gitmeyi pek düşünmemiştim. Geldikten sonra Old Town sınırları içerisinde olduğunu fark edince gün boyu bir gözümü açık tutmuştum. Dediğim gibi hiç de beklemediğim bir anda kendimi önünde buluverdim. Önce alakasız bir YouTube videosunda, sonra da TripAdvisor'da karşıma çıkan bu yer en sonunda fiziksel olarak da kendini bana sunmuştu. Ondan kaçamazdım.
Dükkanın ismi Rebernia. Arsenal olarak bilinen askeri bir müzenin altında bulunuyor. Bodrum katı gibi, mahzen gibi bir yer anlayacağınız. Zaten içi de buna bağlı olarak havasız ve karanlık. Ancak inanılmaz popüler ve kapısında sıra yapacak kadar talep görüyor. Pek sıra bekleme alışkanlığım olmasa da bolca zamanım olduğundan giriverdim bu sıraya. Tek kişi olduğumdan fazla beklemeden içeri aldılar beni. Pek çok müşterinin birlikte oturduğu uzun masalardan birine yerleştirildim. Çarçabuk bir sipariş verip beklemeye koyuldum. Yanı başımda oturan baba oğulla selamlaştık. Ukraynalı karısının peşinden Lviv'e yerleşen Özbek bir adamdı. Anlaşılan, Türkün Ukraynalı sevdası Misak-ı Milli sınırlarını dahi aşıyor. Biraz lafladık. Türk olmam hoşuna gitti. Yemeklerini hapur hupur götürürlerken bana da votkalarından ikram ettiler. Çok geçmeden benim siparişim de geldi. Esprili bir tarzda hazırlanmış ve ahşap servis tabağının üzerinde BOL miktarda et İLe fasulyeden ibaret garnitür geldi. Çatal bıçak falan hak getire. Mekanın genel tarzı ile uyumlu olarak herkes elleriyle yumuluyor etlere. Porsiyonlar epey dolu dolu. Buna karşın fiyatlar şüphe uyandıracak kadar uygundu. Fiyat/performans bakımından gittiğim en iyi lokanta olabilirdi. Etler ise hayranlık uyandıracak seviyede olmasa da keyifliydi. Yemekten ziyade ambiyansı ile akılda kalan bir restorandı.
Rebernia. Orta Çağ konsepti ve ağız dolusu kırmızı et...
Dışarı çıktığımda havayı karartmıştım. Lviv'i biraz da akşam dolanayım diye gün boyu dolandığım sokaklardan tekrar tekrar geçtim. Şehrin en alacalı bölümü akşamları da ihtişamından ödün vermiyordu. Özellikle Opera Binası ve demin değindiğim buz pisti çevresindeki canlı ışıklandırmalar Old Town!ın havasına hava katıyordu.
Günü klasik ritüelimle sonlandırdım. Sağlıksız abur cuburlar, Netflix, kitap ve hostel yatağı.
Dönüş günü gelip çatmıştı. Kafamda Lviv turumu bitirmiştim. Yine de uçağımın saat 21'de kalkacak olması dolayısıyla neredeyse bir tam gün duruyordu önümde. Bu yüzden hosteli olabildiğince geç terk etme niyetindeydim. Uyuz hostel çalışanlarından biri odaya gelip saat 11'de odayı boşaltmış olmam gerektiğini söyledi. Bir saatim yok yere gasp edildi.
Son dakikaya kadar odadaki vaktimi değerlendirdim. Saat tam 11'de odadan ayrılıp çıkışımı yaptım. Her hostelde bulunan ortak salonda bir saat kadar pinekleyip sahada kaybettiğim bir saati masada yeniden kazandım. Şarjımı fulleyip mesaneyi de boşalttıktan sonra kendimi dışarı attım. Hava önceki güne göre bir nebze de olsa kapalıydı. Lviv eskisi kadar hayat dolu değildi. Sokaklar daha tenhaydı.
Kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıp Lviv'i bir kez daha turladım. Şehrin posasını çıkardığımda geriye yapacak bir şey kalmamıştı. Önümde uzanan uzun saatleri de göz önünde bulundurarak tabanları yağlamaya niyetlendim. Harita üzerinden baktığımda mesafenin 6.5 kilometre kadar olduğunu görmüştüm. Ara sokaklara dala dala, kestirme yolları pas geçe geçe bu mesafeyi birkaç kilometre daha bile arttırdım. Şehrin fiyakalı bölümlerinin dışında kalan yaşam alanlarını görme fırsatım oldu ki genel tavrın aksine buraları görmekten her zaman zevk duymuşumdur. Turizm canavarı şehirlerin, turist adaylarına pazarlanan makyajlı yüzlerinin arkasında kalan böyle yerler, bizler fellik fellik şehrin tadını çıkarmaya çalışırken, şehrin gerçek sahiplerinin yaşam alanlarını görme ve oralardaki gündelik hayata şahit olma şansı tanır.
Tam emin değilim ama yaklaşık üç saat kadar sürdü o yürüyüş. Biraz yoruldum, biraz da üşüdüm. Havaalanına kadar yürüye yürüye gelmiştim. Artık geriye yalnızca vakit geçirmek kalmıştı.
Küçük havaalanında biraz turladım. Lviv'in önde gelen gastronomik değerlerinden biri olan çikolatalarından aldım. Şehir merkezinde de sempatik çikolata dükkanları görmüştüm. Hatta bunların vitrinlerinde tıpkı Gaziantep'teki açık hava baklava yapımı gibi çikolata imalatı izlenebiliyordu. Kalabalıktan ötürü alışveriş yapamamıştım.
Ufacık havaalanında -o gün yalnızca 7 ya da 8 uçak kalkmıştı- yiyecek bir şey bulamadığım için ufak tefek atıştırmalıklarla geçiştirdim. Neyse ki dönüş uçuşunda ikram boldu da zafiyet geçirmekten kurtuldum.
Artık kapatma zamanı geldi. Hatta geçiyor bile. En başta Ukrayna hikayesinin bu kadar uzun süreceğini düşünmemiştim. Anlaşılan o ki Ukrayna seyahati verimli geçmiş.
Ukrayna ile ilgili son sözlerimi sarf ederken birkaç hususa parmak basmak isterim. Az ve öz cümlelerle değinip veda edeceğim:
-
İnternet bulmak çok kolay.
-
İngilizce hak getire.
-
En az iklimi kadar insanları da soğuk.
-
Lviv için söylenen "Erkek popülasyonu X 2 = Kadın popülasyonu" formülü rivayetten ibaret.
-
Tren yolculukları yıpratıcı.
-
Türkler her yerde.
-
Fiyatlar uygun.
-
Pasaport istemez.
İyi yolculuklar!