top of page

6-) Moldova

Sıkıcı Kişinev

31.03.2018 - 01.04.2018

Peşin peşin anlaşalım, ne Moldova’nın ne de başkenti Kişinev’in çekim gücü yüksek birer turizm merkezi olmadığı ortada. Hatta adım gibi eminim ki bu satırları okuyan bir avuç – yazınsal zevk sahibi ve dimağı açık - seyahat gönüllüsünün hiç birinin “Gitmem Gereken 100 Ülke” listesinde Moldova yer almıyordur.   

 

Peki Moldova bu umarsızlığı hak etmiyor mu? Şehir yukarıdaki kapak fotosundan daha mı eğlenceli? Burası Paris, Londra gibi ağır topların gölgesinde kalmış şirin bir yer olamaz mı? Rus güdümünde kalmaya devam eden eski bir doğu bloğu ülkesi olarak kapital dünyanın karalamasına mı yenik düşmüş yoksa? Bunların tümünün cevabı ne yazık ki, hayır! Sözün özü, Moldova’nın pek de gidilesi tarafı yok. Eğer ki kayıtlı 206 ülkenin 205 tanesini ziyaret etmiş iseniz ve geriye yalnızca Moldova kalmışsa o zaman başka. Ya da birileri size Kişinev seyahatine karşılık para ödemeye hazır değilse. Bunların dışında Kişinev’e giderek elde edebileceğiniz yegane şey “Hiçbir şeyin olmadığı bir şehir bulunabilir mi?” sorusuna cevap almak olacaktır. O cevap da ne yazık ki, evet. Evet, olabilir. Karşınızda Kişinev, hiçbir şeyin bulunmadığı şehir…

 

“Peki Oğuzhan, madem bu kadar gömdün sen niye kalktın gittin oralara?” diye soracak olursanız da cevabım basit; “Ben ne bileyim öyle olduğunu.” Gittik, gördük işte. Bana kimse acı gerçekleri anlatmamıştı, ben masumum. Oysa siz şahsım tarafından bilgilendirildiniz. Kişinev’e gidecek olursanız bu sizin hatanız olacak.

 

Sanırım Moldova’yı ve Moldovalıları yeterince karşıma aldım. Uzatmadan konumuza geçelim ki ne kadar uğraşırsam uğraşayım malum nedenlerle pek uzatamayacağım.

Issız Kişinev sokakları

Issız, sessiz, kimsesiz...

Kişinev

Kişinev’e gidiş maceram, sonrasında sıkça göreceğimize inandığım bir seyahat tarzının ilki olmuştu. Aktif olarak çalışmaya başladıktan sonra çıktığım ilk seyahatti ve sonrasında da benzer hafta sonu kaçamaklarını elimden geldiğince sürdürdüm. Zaten Moldova’yı tercih etmemdeki en önemli neden de buydu. İki günde rahatlıkla gezilebilecek, yakın, ucuz ve vizesiz bir ülke arıyordum. Moldova da tüm bunlara cevap veriyordu.

 

Biletimi yaklaşık bir ay önceden almıştım. Cuma akşamı yine halamlarda kaldım. Cumartesi sabahı 07.30 gibi Atatürk’ten kalkan uçakla bir buçuk saat yol tepip Kişinev’e vardım. Kontrolden sorunsuz geçtim. Havaalanından şehre gitmek için etrafıma bakınırken, havaalanı önünde toplaşan bir kalabalık gördüm. Bunca insanın ancak otobüs beklemek için orada bulunduğuna kanaat getirip yanlarına iliştim. Biraz sonra otobüs geldi. Otobüs diyorum ama daha çok troleybüs. Şu, tramvay gibi tellere bağlı olarak hareket eden araçlar. Eskiden İstanbul’da da varmış bunlardan ama artık bizde kalmadı. Nostaljik araçlar vesselam. Havaalanından şehir merkezine ulaşım sadece 2 Lei, yani yaklaşık 45 kuruş tutmuştu.

 

Her zamanki gibi erkenden indim. Ama bu kez kantarın topuzunu biraz kaçırmış, epey erken davranmıştım. Neredeyse bir saatten fazla yürüdüm hostele varmak için. Hostel hakkında söyleyecek bir şeyim pek yok. Ortalama kalitede, standart bir hosteldi. Bir başkası hostelin dar ve yetersiz ışık alan odalarını ruhsuz bulabilir ama loş ortamları seven benim için problem yoktu.

 

Elimi yüzümü yıkayıp dinlenmek için yatıverdim yatağıma. Yatış o yatış. Neredeyse iki saat horul horul uyudum. Uyandığımda ise aptal gibiydim. Bir türlü ayılamadım. Zorla yataktan kalkıp dışarı attım kendimi. Önceden planlamış olduğum rotada gezime başladım. Başladım başlamasına ama etrafta in cin top atıyordu. Güya şehir merkezindeydim ama etrafta insan yoktu. Durum o kadar vahimdi ki bir ara “Sokağa çıkma yasağı falan mı var?” diye şüpheye bile düştüm.

Kişinev'de bir başıma

Şehir merkezindeyim dedim demesine ama aslında şehir merkezi diye bir şeyden söz etmek pek mümkün değil. Bir tane ana cadde var. Hayat bir nebze bu ana caddenin üzerinde yalnızca. Yine de ilk günümde bu caddeye vurmadım kendimi. Aksi istikamette ilerledim. Henüz Kişinev’in ıssızlığını keşfedemediğimden esaslı yerleri ertesi güne bırakmıştım. Esaslı bir yer olmadığını ertesi gün öğrenecektim.

 

İlk gün, yemeğimi McDonald’s’da yedim. Baya büyük bir şubeydi. Bizdeki sistemin aksine kasaya siparişi verip üzerinde numara yazılı fişini alıyor ve tıpkı bankada sıra bekler gibi siparişinin hazırlanmasını bekliyorsun. Sıra gelince ekranda numaran yanıyor ve gidip yemeğini alıyorsun. Artık bizde de sistem buna dönmeye başladı. Kişinev’in bizden önde olduğu tek şey işte bu, fast food işletmeciliği.

 

Yemekten sonra aheste aheste dönüşe geçtim. Hem şehirdeki ruhsuzluk hem de üzerimdeki aptallık beni bitkin düşürmüştü. Üstüne bir de migrenle lanetlenmiş kahrolası başım alarm vermeye başlayınca doğruca hostele döndüm. Yol üzerindeki bir marketten biraz nevale aldım. Hostele döndüğümde saat 19.00 civarıydı. Odada benden başka kimse yoktu. Duş alıp en sote yerdeki yatağıma yerleştim. Telefondan Netflix’e girdim. La Casa de Papel’in kalan son bölümünü izledim sonra da Peaky Blinders’a baktım. O zamanlar ortalığı kasıp kavuran bu diziye pek ısınamadım. O esnada müthiş bir ağırlık çöktü ve sızıp kaldım.

Bu şekilde uyuyup uyanıp geceyi ettim. Arada bir şeyler izledim. Arada bir şeyler atıştırdım. Gerçekten de boş ve manasız bir gündü. Öğleden sonra çektiğim uyku beni mahvetmişti.

 

Ertesi sabah olabildiğince geç çıktım hostelden. Keşke bileti gece vaktine değil de daha erkene alsaydım diye düşündüm. Neredeyse on saat zaman geçirmem gerekiyordu. Bunun, hiçbir şeyin olmadığı Kişinev’de ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirsiniz.

Şehrin, önceki gün gitmediğim bölümüne gittim. Sözünü ettiğim ana cadde de bu taraftaydı işte. Gözüm biraz insan gördü nihayet. Hatta şehir pazarına bile denk geldim. Hemen attım kendimi biraz hareket görmek için. Pazarları bizdeki gibiydi. Tezgahlar üzerine dizilmiş her türden şeyi bulmak mümkündü. Tek fark balıkçılardaydı. Çeşit çeşit balıklar akvaryumlara doldurulmuştu. Kimi canlıydı, kimi hareketsizce yatıyordu. Önleri epeyce kalabalıktı ve keskin bir koku hissediliyordu. Sırası gelen müşteri istediği balığı gösteriyor, çalışanlar da balığı hızlıca hazırlayıp teslim ediyorlardı.

 

Üst paragrafta Kişinev’in pazarından bahsettiğim gözünüzden kaçmadı değil mi? Allah’ın pazarı. Yokluktan çarşı Pazar muhabbeti yapmaya başladım.

 

Önceden değindiğim o canlı ana cadde üzerinde turladım bir müddet. Ne kadar ararsam arayayım görmeye değer bir şey bulamadım. Üstüne bir de sert bir rüzgar çıktı. Rüzgar da değil fırtına. Hatta kum fırtınası. Kişinev’in hiçliğini, ıssızlığını yansıtan bir metaformuşçasına nereden geldiği belli olmayan çöl kumlarını suratımda parçalayan şiddetli mi şiddetli bir fırtına… Ağzım, burnum, ceplerim hep kum dolmuştu. Gözlerimi bile zor açabiliyordum. Bu kadar kum nereden geliyordu böyle?

 

Kişinev’in hiçliği üzerine bir de bu fırtına eklenince kayış koptu. Erkenden havaalanı yoluna koyuldum. Tıpkı Ukrayna’daki gibi niyetim yayan gitmekti. Ancak bir türlü hafiflemeyen fırtına müsaade etmiyordu. Çareyi yol üzerinde, yaratıcılığıyla hayran bırakan ismiyle yükselen bir alışveriş merkezine sığınmakta buldum, MallDova’ya! Biraz dolandım, tuvalete girdim. Sırf zaman geçirmek için aç olmasam da KFC’den bir menü aldım. Güya kallavi bir şeye benzese de kuş kadar bir şey itelediler önüme.

WhatsApp Image 2020-12-13 at 22.53.37 (2

Kişinev'in gözde turizm noktalarından, halk pazarı...

Çıkınca havaalanına doğru yola devam ettim. Avm önündeki otobüs durağında on beş dakika kadar otobüs bekledim ama otobüs gelmedi. Ben de biraz daha yürümeye karar verdim ki yürümez olaydım. Ana yol üzerindeki viyadükten geçerken inanılmaz bir rüzgar yedim. Avuç avuç kum yuttum. Moldova’nın çöl olduğunda karar kıldım çünkü bu kadar kumun kaynağının başka bir izahatı olamazdı.

 

Bir sonraki durağa kadar yürüdüm. Paraya kıyıp taksiye binmeye karar verdiğim esnada havaalanı troleybüsünün geldiğini gördüm. Atlayıp havaalanına gittim. Havaalanına vardığımda saat 19.00 civarıydı. Uçağa neredeyse dört saat kadar daha vardı. Sakince bir yer bulup telefondan bir şeyler izledim. Bir şeyler atıştırdım. Tuvalete gittim. Bir şekilde vakit geçirdim.

 

Ne yazık ki uçak rötar yaptı. Bir saat kadar geç bindik. Üzerine bir de uçağın içinde, kalkmasını bekledik. Baya geç kalktı uçak yani. Kişinev’den kurtulamıyordum. İstanbul’a yaklaştığımızda da fırtınaya yakalandık. Biraz salladı uçak. İndiğimde gördüm ki bardaktan boşalır gibi yağmur yağıyor. Bizi o soğukta havaalanı shuttlelarına bindirdiler. Yarım saat kadar da onun içinde kaldık, titreyerek. Çünkü uçak ile havaalanı arasında kilometrelerce mesafe vardı. Uçak Atatürk Havalimanı’na değil de Tekirdağ’a inmişti resmen!

 

Zorlu geçen uçak yolculuğunun ardından pek yapmadığım bir şey yaptım. Paraya kıyıp taksiye bindim. O gece de Fatih’te kalacaktım. Eve vardığımda şansıma elektrikler kesilmişti. Duş alamadan yattım. Ertesi gün kendi evime gidene kadar saçımdan kum döküldü. Sanki Çeşme beachlerinde geçirmiştik iki günü!

 

Gerçi pişman da değilim. Pasaporta bir damga, haritaya da bir ülke daha eklendi ama daha da Kişinev’e gelmem! Dönüp bakıyorum ne yazmışım diye. McDonald’s, pazar, MallDova, KFC, kum… Doğru düzgün foto bile yok elimde!

 

Bari biraz genel olarak şehirden bahsedeyim. Kişinev tipik bir Sovyet şehri. Mimarisi, caddeleri, sokakları ile size bunu hissettiriyor. Yollardaki arabalardan, terk edilmiş binalardan şehirdeki fakirliği anlayabiliyorsunuz. Hava sert, şehir ruhsuz, insanlar somurtkan, para değersiz. Alışverişler, binlerce farklı ürün doldurulmuş küçücük ve köhne bakkallardan yapılıyor.

 

Hiçbir şeyin olmadığı şehir Kişinev’den işte bu kadar. Gereksiz yere uzattım bile.

 

Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!

Allah bana bir daha böyle bir yazı yazdırmasın!

bottom of page