7-) Almanya - Hollanda - Belçika
25.10.2018 - 30.10.2018
Başlamadan evvel şu notu düşmekte fayda görüyorum. Bu yazıyı seyahatin üzerinden tam tamına bir yıl geçtikten sonra kaleme almaktayım. Daha doğrusu, üç ülkeyi kapsayan seyahatin Almanya ayağı için böyle. Ne hikmetse diğer iki ülke ile ilgili bölümleri tamamladım ama Almanya bir türlü yazılamadı. Bir ara başlamıştım, iyi hatırlıyorum. Ama yarıda kalan o dosya bilgisayarımın derinliklerinde kayboluverdi. Bu yüzden Almanya ile ilgili tamamlanmış bir yazı ortaya çıkmadı. Haliyle ben de devamlı üşenip erteledim. En sonunda, tamamlamak için tüm kararlılığımla başına oturmam gerekti. Bu yüzden bu hatıratın Almanya ayağı eksik, detaylardan uzak ve yalapşap olabilir!
Berlin
Yaz tatili tamamlanıp yeni eğitim öğretim yılı açılmışken aklıma bir fikir geldi. Aslında yazın da uygulamayı düşündüğüm ancak fırsat bulamadığım bir fikirdi bu; Schengen vizesine başvurmak ve çok girişli vize alabilmek için dua etmek. Vize başvurumu da 29 Ekim’e denk gelen resmi tatil için yaptım. 5 günlük bir zamanım vardı ve bu zamanı değerlendirmek için optimum bir plan hazırladım. Almanya’da başlayacak, Hollanda’dan geçerek Belçika’da son bulacak bir tur olacaktı. Vize başvurumu Almanya üzerinden yaptım. Neyse ki bir sıkıntı yaşanmadı ve vizem hızlıca çıktı. Hem de 6 aylık ve çok girişli…
Seyahat tarihim gelip çattı ve Pegasus ile Berlin’e uçtum. Yarım saati aşan bir pasaport kontrolünden geçip trene atlayarak şehir merkezine ulaştım. Şehrin buluşma noktası Alexanderplatz’da karaya çıktım. Alexanderplatz Berlin’in Kızılay Meydanı, Taksim Meydanı… Tam bir buluşma noktası. Varoluş amacı bu sanki. İrili ufaklı AVM’lerin ve mağazaların çevrelediği, içinden tramvay geçen canlı bir meydan.
Alexanderplatz. Berlin'in kalbi...
Kısa bir soluklanmanın ardından hostelime doğru yola koyuldum. Akşamüzeri şehre varmıştım. İlk gün için planım hostele giderken kabataslak bir şehir turu atmak ve kuytu köşeleri görmek, ertesi gün ise esas görülmesi gereken noktaları ziyaret etmekti. Bu doğrultuda hostelime doğru ilerlerken ara ara bozan havaya ve batan güneşe aldırmadan sokak aralarında turlayıp durdum. Tertipli Avrupa sokaklarına hayran olmamak gerçekten elde değildi.
Hostele doğru giderken Berlin’de en çok ilgimi çeken yerlerden birinin önünden şans eseri geçerken buldum kendimi, Berlin Duvarı. Elbette ortada bir duvar kalmamış artık. Şehrin dört bir yanında kalıntıları mevcut ancak uzayıp giden bir yapı yok. Benim rastladığım yerde duvarın eskiden izlediği hat boyunca duvarın genişliğinde şerit çekilmişti. Ara ara kalıntılara rastlamak da mümkündü ve bölgeye yer yer anıtsal
yapılar yerleştirilmişti. Bir bacağımı doğu, bir bacağımı da batıya koyup pek estetik olmayan ancak çok çok hoşuma giden fotoğraflar çektim. Ertesi gün de bunun gibi noktalara rastlamaya devam edecektim.
Kalacağım hostelin adı Meininger’di. Sonradan öğrendiğim kadarıyla bu aslında zincir işletme gibi bir marka. Avrupa’nın çeşitli yerlerinde hostelleri olan büyük bir firma. Hostelleri de aslında hostel ile otel arasında bir nitelikte. Paylaşımlı odalar mevcut ama bina kocaman. İç dekor, şartlar vs. hostele göre çok daha iyi. Odama çıkıp gözüme kestirdiğim yatağa çöktüm. İki ranza, bir de çiftli yatağın olduğu odada geceyi üç kişi geçirdik.
Ertesi sabah hostelden ayrıldığımda saat 10 civarıydı. Benim için zorlu bir gün olacağından emindim. Hava pek uysal değildi, görülecek çok yer vardı ve en önemlisi otobüsüm gece saat 1’de kalkıyordu. Yani Berlin şehrinde geçirmem gereken 15 koca saat vardı önümde.
İlk olarak Parlamento Binası’na gittim. Önünde geniş bir yeşil alan uzanan binanın üzerine şeffaf da bir kubbe kondurulmuştu. Turistler buraya çıkabiliyorlardı. Ücreti mukabilinde elbette. Bu kubbe güya halkın parlamento üstündeki yerinin bir metaforuymuş. Yersen!
Buradan sonra şehrin en büyük yeşil alanlarından biri olan Tiergarten’e daldım. Bundan önce de “Ben Avrupalıyım!” diye haykıran Schloss Bellevue sarayının önünden geçtim. Tiergarten boyunca kısa molalar vererek yola devam ettim. Sonra yönümü Zafer Sütunu’na çevirdim. Tiergarten tarafından çevrelenen dört koca caddenin buluştuğu bir göbekte yükseliyordu. Tam bir kutlama mekanı anlayacağınız. Zaten Alman gençler Noel ve yılbaşlarında buraya akın ederlermiş. Ben de tabana kuvvet, çıkayım dedim şu sütunun tepesine. Silindir şeklindeki sütunun zirvesinde altından bir melek heykeli de vardı. Dimdik merdivenleri dilim dışarıda tırmanarak silindirin bitip meleğin başladığı yerde bulunan balkona kadar çıktım. Zaten soğuk olan hava burada iyice diş titretir seviyelere gelmişti. O yüzden pek uzun kalmadım. Balkon da bizim Galata’da olduğu gibi rahat hareket alanı tanımayacak kadar dardı.
Sütundan sonra Brandenburg Kapısı sıradaki durağım oldu. Orijinal Berlin Duvarı’nın hemen önünden geçtiği kemerli koca kapı tıpkı İtalya’daki gibi üzerinde heykeller barındırıyordu. Turistlerin en yoğun olduğu bölge muhtemelen burasıydı. Bir tarafından cadde geçen kapının diğer tarafı trafiğe kapalıydı ve şehrin en ışıltılı yürüyüş yoluna açılıyordu. Burada lüks mağazalar, kafeler vs. uzanıyordu.
Bu koca caddedeki yürüyüşüme başlamadan gözüme bir kalabalık çarptı. Bu kalabalık dikkatini kapıya değil de başka bir noktaya vermişti. Yanaşıp baktım ki o da ne! Dondurucu soğuk altında uzun saçlı, orta yaşlı bir Alman ağabeyimiz neredeyse çırılçıplaktı. Üzerinde sadece ayakkabılar ve “tanga” vardı. Dört basamaklı portatif bir merdivene tırmanmış, ne yazdığını anlamadığım bir tabela taşırken melodik biçimde bağırıp çağırıyordu. Asyalı turistler onca turistik manzarayı bir kenara bırakmış, kadrajlarını isyankâr abimize yöneltmişlerdi.
Bu erotik protestodan sıyrılıp yoluma devam ettim. İlginç bulduğum bazı mağazalara girip çıktım. Paraya kıyamadığımdan bir halt almadım elbette. Karnım da iyice acıkırken kendimi bir AVM’ye atıverdim. Kim ne derse desin AVM’ler seyyahlar için hayat kurtarıcıdır. Hava soğuk ise sığınacak bir çatı sunar, bitap düşmüş ayaklara dilediklerince nefeslenme imkânı tanır, zor zamanlarda beleş internet sağlar, titiz insanlar için görece temiz lavaboları vardır, türlü türlü yiyecek seçeneğiyle karınların doymasını sağlar. Romantizm soslu nostaljik takıntıları bir kenara bırakın. AVM’ler seyahatte hayat kurtarır!
Ben de fırsattan istifade kendimi içeri atıp sıcakta iyice bir dinlendim. Sonra yemek katına çıktım ki başlı başına bir AVM olacak kadar büyük ve sonsuz çeşitlilikte bir yemek katıydı. Her şey vardı, her şey. Fast-food, yöresel şeyler, dünya mutfakları… Birkaç tur atıp fiyat-performans oranına göre en doğru tercihi yapmaya çalıştım. Kazanan felafel oldu. Almanya’ya gidip yiyecek başka şey mi bulamadığımı soranlara Alman mutfağının fukaralığını ve neredeyse her ürünün domuz içerdiğini hatırlatmama izin verin. Ayrıca, Almanların favori yemeğinin döner olduğunu da.
Şeytan ayrıntıda...
Sonrasında kendimi yine yollara attım. Checkpoint Charlie’den geçtim. Burası 2. Dünya Savaşı sırasında iki düşman ordu arasında bir köprüymüş. Günümüze kadar da aynı şekilde korunmuş. Yolun ortasında duran bir kulübe ve bariyerler ile Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz 2. Dünya Savaşı atmosferini bir nebze olsun hissedebiliyorsunuz. Nöbet bekleyen kolpadan askerler de cabası.
Fotoğraflar ücrete tabi...
Berlin’deki ana hedeflerimi aradan çıkarmış aylaklık modunu açmışken Yahudi soykırımı ile ilgili bir müze çıktı karşıma. Gözüme çekici göründü. Bolca zamanım olduğundan paraya kıyıp girdim. Uzun koridorlar boyunca çeşitli eşyalar sergileniyordu. Her birinin yanında da hikayeleri yazılıydı. İçlerinde bir tanesi beni cidden etkiledi. Esir kampına gönderilen oğlunun dönünce açarız diye kendisine verdiği katlanmış mendili asla açamayan bir annenin hikayesiydi. Oğlan savaştan geri dönememişti. Mendil aynı şekilde, kapalı olarak saklanıyordu.
Uzun ince koridorlardan birinin sonunda öyle bir odaya giriyorsunuz ki orada beş dakika bile durmak pek mümkün değil. Yaklaşık 20-25 metre yüksekliğinde, penceresiz dört taş duvar arasında keskin bir soğuk ve en tepeden sızan bir miktar gün ışığı haricinde hiçbir şeyin bulunmadığı bir odaydı bu. Son derece rahatsız ediciydi. Yahudilerin karga tulumba sıkıştırıldığı odaların bir örneğiydi. İstediği an kapıyı çarpıp çıkabilecek ziyaretçiler için bile orada bulunmak oldukça rahatsız ediciydi. Sonrasında bir başka bölüme geçtim. Adını hatırlayamadığım bir sanatçı tarafından tasarlanmıştı burası. Ortalama bir insan suratı ölçülerindeki, demirden kalın halkalar üzerine ağız ve gözleri simgeleyen boşluklar açılmıştı. Koca bir koridor boyunca bu halkalar seriliydi. Üstlerinde ufak bir adım attığınızda umulmadık
derecede yüksek ses çıkarıyorlardı. Surat ifadeli bu halkalar soykırımda katledilen Yahudileri simgelemekteydi. Üzerlerine bastığınızda yükselen rahatsız edici sesler de bu insanların feryatlarıydı. Mesaj gayet açık.
Memnun ayrıldığım müzenin binasının da ayrıca mesaj verme gayretinde olduğunu çıkışta fark ettim. Müze duvarlarında yer yer biçimsiz boşluklar vardı. Tarif etmesi güç ama asimetrik biçimdeki bu eksiklikler bilerek yapılmıştı. Buradaki mantık, Yahudi toplumunun yokluğunun Alman milleti içerisinde yarattığı eksikliği vurgulamakmış.
Artık yavaş yavaş pilim bitme noktasına gelmişti. Hedefleri birer birer aradan çıkarmış kendimi amaçsızca yollara vurmuştum. Şehir merkezinden epey uzaklaşmıştım. Varoşlara girip çıktım, parklar gördüm, salaş mekânları seyrettim, bol bol soluklandım. AVM’lere girdim, sokak müzisyenlerini dinledim. Bir turist olarak hepimizin içgüdüsel olarak yöneldiği merkezi ve turistik bölgelerin dışında kalan, şehrin gerçek sahiplerine ait sessiz meskenlerin ne kadar hoşuma gittiğini tekrar hatırladım.
En nihayetinde yeniden başladığım yer olan Alexanderplatz’a döndüm. Otobüsüm buradan kalkacaktı. Biraz daha zaman geçirmem gerekliydi. Önce otobüsümün kalkacağı yeri tespit ettim. Sonra kayıntımı yaptım. Soğuktan korunmak için Burger King’e girip bir şey satın almadan kıyıda köşede bir yerde oturdum. Yanımdaki masada bir başına oturan Asyalı kız kendinden geçip pat diye bayılıverdi. Olay yerine gelen güvenlik ayılttığı kızı kapı dışarı ettikten sonra bana yanaştı. Vücut diliyle “Yemek yemiyorsan uza!” mesajını verdi. Çaresiz itaat ederken Berlin’deki neredeyse her fast-food lokantasında neden güvenlik görevlisi bulundurduklarına kafa yormaktaydım.
Saatim yaklaşırken otobüsün kalkacağı yere gidip biraz da orada bekledim. Büyük bir otelin önündeydim ve gürültülü bir grup önümden geçip otele girdi. O kafileden ayrılan gençten bir adam yanıma yaklaşıp selam verdi. Duyduğum en eğreti İngilizceyi konuşuyordu. Meğer kendisi İskoç’muş. Celtic taraftarıymış ve takımının bir Alman kulübüyle yapacağı maç için Almanya’ya gelen Celtic kafilesindenmiş. Bir yandan sigarasını tüttürürken bir yandan bana futbol ile ilgili şeyler sordu. Green Street Hooligans filminden fırlamış gibiydi. Beşiktaşlı olduğumu söylediğimde kahkahayı patlattı. Beşiktaş’a sempati duyduğundan falan değil de birbiriyle alakası olmayan iki insanın ortak bir paydada birleşebilmesinin getirdiği sıcaklıktan doğmuştu bu kahkaha. Biraz daha lafladık. Akıllara zarar aksanına karşı pes etmek üzereyken bir başkasını gözüne kestirip ona yanaştı ve kulak misafiri olduğum kadarıyla aynı mevzuları bir de onunla konuştu.
Nihayet kalkış saatim gelince sıcacık koltuğuma kuruldum hızlıca. İstikamet Köln’dü. En azından otobüse bindiğimde öyleydi. Ancak bambaşka bir yerde indim. Köln’e ulaşmak için sabaha karşı aktarma yapmam ve Köln’e vardığımda da şehir merkezine kadar epeyce bir yol tepmem gerekecekti. İçinde bulunduğum otobüsün son durağının Amsterdam olduğunu fark edince aklıma gelen fikri biraz duraksamanın ardından yürürlüğe soktum. Flixbus uygulaması üzerinden Köln biletimi iptal edip Amsterdam bileti satın aldım. Uykusuz ve yorgun olduğum için rahat bir uyku çekmemi garantileyecek bu işlemden doğan birkaç Euro değerinde ekstra faturaya aldırış etmedim. Dahası Köln yerine koymam gereken bir şehir bulma fırsatı doğdu ki bir seyahatte en çok sevdiğim şey muhtemelen budur işte. Önünde sınırsız seçenekler varken tamamen kendi kafana göre seçim yapma şansı…
Zafer Sütunu terasından Berlin manzarası...
Amsterdam
Amsterdam’a geldiğimde saat öğleni biraz geçmişti. Şehrin dışında kalan Slotijerdik’te -yanlış yazmış olabilirim- durdu otobüsüm. Burası hem mini bir otogar hem de çeşitli tren ve metro hatlarının kesişim noktası işlevindeydi. Benimle beraber otobüsten inen diğer aklı başında insanlar, otobüsten inip istasyona giderek kendilerini şehir merkezine ulaştıracak birer bilet aldılar. Ben ise tabana kuvvet deyip yola düştüm ki düşmez olaydım. Mesafe her zaman olduğu gibi yine benim tahmin ettiğimden fazlaydı. Üstüne üstlük önceki günden kalma yorgunluk da hala üzerimdeydi. Hostele gidene kadar pestilim çıkmıştı.
Yol üzerinde Amsterdam ile ilgili ilk gözlemimi de yapmış bulundum; bisiklet. Her yer ama her yer bisikletle doluydu. Yollarda vızır vızır dolaşan bisikletler, kaldırımlara park edilmiş bisikletler. Bisikletlere yönelik tasarlanmış trafik ışıkları –bunlardan Berlin’de de vardı, Almanların hakkını yemeyelim- Yüzlerce, binlerce bisiklet. Herkes bisiklete biniyor, herkes.
Hostele kadar geçen yolda mümkün olduğunca şehir merkezinden uzak durdum. Bir an evvel kendimi yatağa atmak istiyordum. Ekstra maliyetli otobüs yolculuğum beklediğim tazelenmeyi sağlamamıştı. Bir yandan da karnımı doyurma peşindeydim. Şöyle bol yağlı, bol şekerli bir şeyler yemem gerekiyordu. Enerjiye ihtiyacım vardı. Derken karşıma tam da ihtiyacım olan şey çıktı; Dunkin Donuts. Benim sadık yârim. Hemen attım kendimi içeri. Üç tane donut bir de soğuk kahve söyledim. Artık bu menü benim için bir seyahat ritüeli haline gelmişti diyebilirim.
En nihayetinde kendimi hostele attığımda, 12 kişinin aynı odada kaldığı vasat hostele ödediğim 32 Euro nedeniyle keyfim epey kaçmıştı. Lokasyon iyiydi iyi olmasına ama o para asla o hostelin hakkı değildi. Hayatımda ilk defa üç katlı ranza görüyordum. Neyse ki ben standart ikili ranzaya denk düşmüştüm ama hemen çaprazımdaki üçlü ranzanın en üst katında yatan gariban Hintli geceyi tavanla dudak dudağa geçirdi. Gariban, sabaha kadar put gibi sırtüstü yatmak zorunda kaldı çünkü yatağı ile tavan arasındaki boşluk sağa sola dönmesine müsaade edecek kadar bile mesafe tanımıyordu.
Elimi yüzümü yıkadım ve kendimi yatağa attım. Bir iki saat kestirdim. Çantamı hazırlayıp dışarı çıktım. Merkezi yerlere doğru rotasız şekilde turuma başladım. Yol beni Rijksmuseum’a attı. Kocaman, kale gibi bir binaydı bu. İçinden geçen bir tünel vardı. Girişler de buradan yapılıyordu. Modern sanat galerisi gibi bir şey vardı bu bölümde. Pek ilgimi çekmedi haliyle. Üstelik kapanmak üzereydi. İçeri girmeye çalışan bir grup gördüm. Grubun rehberi kapıdaki görevlilere epey dil döküp grubu içeri sokmayı başardı. Ben de grubun arasına karışıp Jason Bourne’u kıskandıracak bir ustalıkla içeri sızdım. Etrafı bir kolaçan ettim. Pek dişime göre bir şey bulamadım. Ben de direksiyonu tuvalete kırdım. Koca Rijksmuseum benim için tuvaletten ibaret kaldı.
amtrdm ?
Binanın diğer tarafında genişçe bir yeşil alan vardı. Yürüyüş yollarıyla bölünen bu yeşil alan şehrin sakinleri tarafından mesire alanı olarak kullanılıyordu. Aynı zamanda Van Gogh Müzesi de bu parkın içerisindeydi. Amsterdam fotoğraflarının vazgeçilmez arka planını oluşturan “I Amsterdam” levhası da bu bölgede bulunuyordu. Bu levha şehrin gayrı resmi selfie çekinme noktası. Ben de haliyle bir iki kare çekmeye yeltendim. Yeltendim ama “I Amsterdam” yazısını tam olarak fotoğraflamayı bir türlü beceremedim. Benim gibi poz kovalayan onlarca turist yer kapma savaşına tutuşmuştu. Levhanın üzerine tırmanıp eksantrik pozlar verme peşinde olan yaratıcı arkadaşlar da işimizi epey zorlaştırıyordu.
Tahmin edeceğiniz üzere Van Gogh Müzesi’ni pas geçtim. Tersoluk işte. Neyse ki benim gittiğim saatte müze kapanmıştı da beni vicdan azabından kurtardı. Yoksa daha sonrasında paraya kıyamadığımdan ziyaretten kaçınmam aklıma takılabilirdi.
Diğer bir durağım Vondelpark oldu. Burası adından da anlaşılacağı üzere büyük, yeşil bir alandı. Sabah saatlerindeki zorlu yürüyüşümde buranın hızlıca içinden geçmiştim zaten. Yürüyüş yapanlar, spor yapanlar, köpeğini gezdirenler, bisiklete binenler, top oynayanlar, pinekleyenler… Şehrin göbeğindeki devasa bir ferahlık kaynağıydı.
Doğrusu Amsterdam’da spesifik olarak görülmesi gereken yer sayısı az. Esas olay şehrin kendisinde daha çok. Kanalların çevresinde uzanan dar sokaklar ve geniş caddeler ile bunların üzerinde uzanan hoş binalarda. Haliyle ben de haritaya hiç bakmadan dolanıyordum. Bu esnada şatafatlı bir peynir dükkanı çıktı karşıma. Daldım içeri. Bir tane sarımsaklı ve otlu gouda peyniri, bir tane de füme peynir aldım. Bizdeki vazgeçilmez şarküteri alışkanlığının bir benzeri olarak tadım için sağa sola yerleştirilmiş peynir dilimlerinden bolca deneme fırsatı buldum. Ödeme sırasında kasiyer kız nereli olduğumu sordu. Başta beleş peynirlere fazla abanıp dikkat çektim zannettim. Ama Türkiye’den olduğumu öğrenince elindeki kartı uzatıp Türkçe olarak “Türkiye’ye de sipariş gönderiyoruz.” dedi. Benden sonraki Hintli adama da aynı muameleyi yapmıştı. Kıza kim bilir kaç farklı dilde aynı cümleyi öğretmişler Allah bilir…
Dam Square'ın eski halinden pek eser yok...
Hava kararmaya, midem kazınmaya başlamıştı. Hollanda’nın mutfak kültürünün peynirden ibaret olduğunu düşündüğümden karnımı doyuracak sıradan ve hesaplı bir yer arıyordum. Karşıma Subway çıktı. Subway de tıpkı donut gibi hızla bir seyahat ritüeline dönüşüyordu. Kendime güzel bir sandviç yaptırıp karnımı doyurduktan sonra turuma devam ettim. Meşhur Dam Square tarafına düştü yolum. Paulo Coelho’nun Hippi kitabını okuyanlar bilir, burası bir dönem tüm dünya gençliğinin Kâbe’si gibiydi. Sosyal medyanın, akıllı telefonların, kameraların olmadığı ya da az bulunduğu dönemlerde dünyanın dört bir yanından gelen gençler burada toplanırlardı. Tanışıp, kaynaşır belki birlikte zaman geçirir belki de beraber yollara düşerlerdi. Hatta kitapta anlatıldığı gibi buradan, varış noktası Nepal olan otobüsler kalkardı. Fantastik bir ortam gibi geliyor kulağa. Kitapta da Coelho buraya gelir ve olayları tetikleyen hadiseler burada cereyan eder. Benim tanık olduğum Dam Square ise ortasından trafik geçen, sarhoş gençlerin yerlerde yuvarlandığı, yeterli ışıklandırmaya sahip olmayan, sıradan bir yerdi. Eski halinden eser kalmamıştı. Gerek de kalmamıştı zaten.
Lafı daha fazla uzatmadan herkesin merakla beklediği bölüme geçebilirim. Yani Red Light’a. Eminim çoğunuz –eğer ki 16 yaşını geçmiş bir erkekseniz- aşinasınızdır bu isme. Kimileri için bir sokak efsanesidir bu isim, rivayettir. Gerçek olamayacak kadar harikadır. Ya da gerçek olmaması gereken bir garabettir. Genelde ortası yoktur. Red Light’ın ne olduğunu öğrendiğinizde ya iğrenirsiniz ya da salyalarınız akar. Ancak başlamadan Red Light mevzularının +18 etiketi taşıdığını belirtmekte fayda görüyorum.
Gelelim Red Light denen bu fenomenin ne olduğuna. Red Light, Amsterdam’ın göbeğinde birkaç sokaktan mütevellit bir bölge. İsmini bu bölgeyi boydan boya saran kızıl renkli tabelalardan almakta. Sokaklar boyunca uzanan binaların zemin katları kabinlere ayrılmış vaziyette ve kabinlerin sokağa bakan yüzleri boydan boya cam kapılarla ayrılmakta. Bu kabinler, ilk bakışta üç dört metrekarelik bölmelerden ibaret. Ancak kabinlerin içerisinde, arka taraflarında bulunan daha geniş odacıklara açılan kapılar bulunmakta. Kapılardan geçilerek girilen odaların iç döşemesi sanırım bir yatak ve bir lavabodan ibaret. İşte Red Light’ı meşhur eden de bu kabinler ve artlarında barındırdıkları gizemler...
Her kabinin içinde, aramızda kalsın, afet-i devran hanımefendiler bulunmakta. Bu hanımlar jartiyer, sutyen gibi erotik kombinler ve yoğun makyajlarla kendilerini sergilemekteler. Pazarda karpuz seçer gibi bu hanım kızlar arasından dişine göre tercihler yapan beyler –veya bayanlar– gözlerine kestirdikleri kabine yanaşıp niyetlerini belli ediyorlar. Bundan sonrası kısa süreli bir pazarlık. Anladığım kadarıyla fiks hesap 50 Euro. Fiyat üzerinde indirime gitmek kızların tasarrufunda. Eğer kabindeki kızın gözü müşteri adayını tutarsa ve fiyatta da anlaşma sağlanırsa birlikte kabinin arka tarafındaki odacığa geçiş yapıyorlar. Bu esnada içerisinin dolu olduğunu belirtmek adına kabin camı üzerindeki storlar kapatılıyor. “Do not disturb!” anlayacağınız.
Eğer daha önce hiç Red Light adını duymadıysanız muhtemelen şu anda dehşete kapılmışsınızdır. İlk duyduğumda ben de tam olarak aynı tepkiyi vermiştim. Böyle bir şey nasıl gerçek olabilirdi? Aklım almamıştı. Gördükten sonra bile kabullenmekte zorlandım. İnsanlık onurunun ayaklar altına alındığı distopik bir bilim kurgu eserinden fırlamışçasına manzaralar ile karşılaşmıştım. Buna rağmen, Red Light’ın hayata tutunamamış biçare kadınlar tarafından başvurulan bir batakhane olduğu yanılgısına da kapılmayın. Ortam inanamayacağınız kadar nezih ve medeni. Teklifi kabul görmeyenler efendi gibi başka yere kapılanıyor. Emekçi bayanlara karşı olası kötü muamelelerin önüne geçmek için her köşe başında polisler cirit atıyor ve fotoğraf dahi çekilmesine müsaade gösterilmiyor. Bedensel ihtiyaçlarını gözetenlerin dışında bu sürrealist habitatı gözlemlemek için gelmiş pek çok turist de mevcut. Ayrıca kabinler kiralama usulü devrediliyor ve çoğunlukla da başka ülkelerden gelmiş üniversite öğrencileri tarafından harçlıklarını çıkartma maksadı ile kullanılıyor. Anlayacağınız, alan razı veren razı…
Peki, Red Light’ın sundukları bununla sınırlı mı? Hayır, tabi ki. Daha masum yaramazlıklar da imkan dahilinde. Örneğin; 45 Euro karşılığında cinsel içerikli canlı gösteriler izleyebilir, ekstra 10 Euro karşılığında sınırsız bira ve çerez ile deneyiminizi zenginleştirebilirsiniz. Böyle aktiviteler, daha az medeni cesaret talep ettiğinden haliyle daha yoğun ilgi görmekte. Sıradaki seans için bilet bekleyenlerin dizildiği kuyruklarda saçları ağırmış çiftler ya da çocuklu aileler bile görmek mümkün.
Red Light'ta fotoğraf yasak. Elimizdeki ancak bu kadar...
Bunların dışında bir de terso turistler ve liseli ergenler için kurulmuş, Red Light’ın batakhaneye en yakın kısımları bulunmakta. Bu mekânlar, artık tarihin tozlu raflarında kalmış olan kollu makineler ile donatılmış oyun salonlarını andırmaktalar. Işıl ışıl ve gürültülüler. Ayrıca ilginç biçimde bu alanlarda hakim dil Türkçe. Eğer Amsterdam’da bir Türk bulmak istiyorsanız işte gitmeniz gereken yer burası. “Parası olmayanlar da Red Light’tan nasiplensin.” mantığı güdülerek oluşturulmuş bu yerlerde yine canlı gösterimler yapılmakta. Şöyle ki 3-4 metre çapında dairesel bir bölmenin çevresine sıralanmış telefon kulübesi benzeri kabinlere girip 2 Euroluk bozuk paraları, içeride sizi karşılayan makinelere jeton misali atıyorsunuz. Para “çınk” sesiyle yerini bulduğunda makinenin üzerinde iki dakikalık bir geri sayım ekranı devreye giriyor ve merkezdeki bölmeye açılan beyaz renkli pencere bir anda şeffaflaşıyor. Böylece merkez bölmedeki yatağın üzerinde anadan üryan şekilde çeşitli figürler sergileyen hanım ablayı süreniz dolana kadar seyredebiliyorsunuz. Bu esnada diğer kabinlerdeki seyircileri de görebiliyorsunuz ki epey komik manzaralar ile karşılaşmanız muhtemel.
İşte Red Light böyle bir yer. Pek bilinmese de bölgenin ara sokaklarına gizlenmiş mavi tabelalı kabinler de bulunmakta. Bu kabinlerin işlevleri aynı ancak daha “aykırı” taleplere yanıt vermekteler. Tüm bunlarla birlikte yalnızca geceleri hayatın aktığı Red Light, hayatımda gördüğüm belki de en enteresan yer. Aynı zamanda Türk turistlerin Amsterdam’a yönelik akıllara zarar ilgisinin de kaynağı burası. İnsanımızın olağandışı ilgi ve alışkanlıkları ile ilgili benzer bir olaya bir de Prag’da şahit olmuştum, zamanı gelince ondan da söz ederim. Şaka bir yana Red Light, özellikle bizim gibi nispeten tutucu toplumlarda yetişmiş insanlar için şok edici bir yer. Üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hala daha aklıma geldiğinde mini şaşkınlıklar yaşarım. Seyahatin güzel tarafı da bu işte. İnsanların göz göze gelmekten imtina ettiği Malezya ve Ürdün’ün kapalı taşra kasabaları ile Red Light’ın aynı dünyada var olduğunu görmek ve bunları kendi ülken yahut şehrinle kıyaslamak. Birbirinden taban tabana zıt şeylerin mevcudiyetine tanık olmak. Dünyanın sandığımızdan çok daha büyük ve karmaşık olduğunu idrak etmek…
Bugüne kadar aldığınız tüm kötü kokuları unutun...
Hazır laf Hollanda’nın haylazlıklarından açılmışken coffee shoplara değinmeden olmaz. Adı sizi aldatmasın bu dükkanlar kahve değil çeşitli uyuşturucu maddeler satmakta. Ürün gamını kimyasal değil de bitkisel seçeneklerin oluşturduğu bu dükkanlar tamamen yasal olarak hizmet vermekteler. Ancak burada satılan şeyleri Hollanda’nın başka bir şehrine götürmek yasak. Amsterdam’da olan Amsterdam’da kalır hesabı.
Önünden geçtiğim neredeyse tüm coffee shoplar tıka basa doluydu. Turistlerin yoğun ilgi gösterdiği aşikar. Ancak ben bunlardan elimden geldiğince uzak durdum. Kamu spotu verme gayretinde olduğumu sanmayın. Benim derdim kokuydu. Coffee shoplar öylesine kötü kokuyor ki o kokuya bir dakikalığına bile tahammül etmek imkânsız. Üstelik koku metrelerce uzaklara kadar yayılıyor. Haliyle, özellikle turistik bölgelerde bu rahatsız edici kokudan kurtulma şansınız yok. Sinir bozucu koku beni o kadar rahatsız ederek zihnimde öylesine yer etti ki Amsterdam’ın kokusu olarak aklıma kazındı. Hala daha Amsterdam’ın adını işittiğimde, beynimin kötü kokulardan sorumlu kısmı alarm çanlarını çalar.
Amsterdam turumu şoklar ve sızlayan burun delikleri eşliğinde tamamlayıp hostelime döndüm. Odanın en aktif üyesi olan orta yaşlı Portekizli abimizin ikram ettiği bisküvilerden atıştırdım. Kendisi muhtemelen Amsterdam’ın meşhur “kahvelerinden” tüketmişti. Sabaha kadar pek rahat durmadı.
Hostelin mütevazı sabah kahvaltısıyla karnımı doyurup erkenden ayrıldım ertesi sabah. Metroyla Sloterdijk’e gittim ve buraya ulaşmanın aslında ne kadar kolay olduğunu karşısında kahroldum. 10:30’da Gent’e giden otobüsüm kalkacaktı. Hava güneşliydi ama müthiş bir soğuk vardı. Geç kalan otobüs biraz tat kaçırsa da bir elin parmakları bile etmeyecek yolcuları sayesinde üç saatlik yolu sere serpe geçme şansım oldu.
Paris'in Eyfel'i, Kahire'nin piramitleri, Amsterdam'ın bisikletleri...
Hollanda’nın kapanışını yapayım. Amsterdam gerçekten de güzel ve özel bir şehir. Red Light ve coffee shopları birleştirdiğinizde Amsterdam’ın neden dünyanın en çılgın şehirlerinden biri olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ancak ben Amsterdam’dan ziyade Hollanda’yı daha çok sevdim. Şehir dışında kalan yerler komple tarım alanları ile kaplı. İnek, keçi, domuz gibi hayvanlar gırla. Ülkenin sembollerinden biri olmuş rüzgâr gülleri her yerdeler. Yolları temiz ve geniş. Ülkenin meşhur kanallarında kano yapan, otobanlarda bisikletleriyle yol alan insanlar ülkenin genel imajı ile uyumlu manzaralar sunuyor. Kısaca, Hollanda gerçekten de görülesi bir ülke.
Gent
Üşengeçliğimden ötürü Köln planlarımın, bir Flixbus otobüsünün arka sıralarında, bir gece yarısı operasyonuyla rafa kalktığından söz etmiştim. İşte oluşan o boşluğu dolduracak yeni bir şehir lazımdı bana. Amsterdam ile Brüksel arasında bir yer seçmeliydim. Aklım ilk olarak Brugge şehrine gitti ama bir nebze ters düştüğü için vazgeçmek zorunda kaldım. Geriye iki aday kalmıştı; Rotterdam ve Gent. Hollanda ile ilgili edindiğim olumlu izlenimlerin etkisi olsa gerek, başta gönlüm Rotterdam’dan yanaydı. Ama biraz online araştırmalar yapınca kararım değişti. Rotayı Gent’e kırdım.
Sere serpe geçen üç saatlik bir otobüs yolculuğu ile Gent’e vardım. Şehir merkezinin hemen dışındaki bir otobüs durağında inip hostelime doğru yola koyuldum. Hostelim, lokasyon olarak kaldığım en iyi hosteldi. Şehir merkezinden geçip giden Leie Nehri’nin hemen kıyısında, şehrin iki tarafını birbirine bağlayan ve üzerinden tramvay da geçen köprünün hemen ayakucunda bulunuyordu. Şehrin tam göbeğine bakan harika bir manzarası vardı. Öylesine tarihi bir binaydı ki yanı başında bulunan köprüden her tramvay geçtiğinde bina sallanıyordu. Konumu o kadar muazzamdı ki seyahat odaklı Instagram hesaplarında Gent ile ilgili paylaşımların çoğunun bu hosteli merkeze aldığını görebilirsiniz. Bu kadar övmüşken ismini de vereyim; Hostel Uppelink.
Bu pencerenin bir hostele ait olduğuna sizi nasıl inandırabilirim?
Kısa bir soluklanma arasının ardından dışarı çıktım. Gent epey küçük bir şehirdi. Özellikle ziyaret edilmesi icap eden tarihi ya da kültürel noktaları pek yoktu. Daha çok kendisi güzel olan şehirlerdendi, tıpkı Amsterdam gibi. Böyle olunca ben de kafama göre dolanmaya başladım sokaklarda. Hali hazırda şehir merkezinde bulunduğum için hostelden adımımı atar atmaz Gent’in en alacalı meydanında buldum kendimi. Meydanın bir köşesinde şehrin en kudretli yapısı bulunuyordu, Belfry and Cloth Hall. Yanılmıyorsam bu bina zamanının önde gelen ticari merkezlerinden biriymiş. Şu anda da hala yanı başında yükselen çan kulesiyle beraber şehrin simgesi konumunda.
Şehir turum boyunca Gent beni git gide daha da büyülüyordu. Orta Çağ’dan kalma dar caddeleri ve ara sokakları ile tek bir üslupla yapılmış binaları tam bir görsel şölen sunuyordu. Saatlerce boş boş dolanıp bundan deli gibi zevk alabileceğiniz bir şehirdi Gent.
Belçika’daki waffle alışkanlığı bizdekinden oldukça farklı. Genellikle hamuru kuru kuruya tüketmeyi seviyorlar. Biraz kendini şımartmak isteyenler çikolata sürdürüyor. Ben de tercihimi çikolatalıdan yana kullandım. Doğal olarak Türkiye’de yapılanlara göre şeker oranları daha düşük. Ayrıca bizde hamurlar sade yapılırken Belçika’da hamurların içine vanilya, tarçın gibi çeşniler eklenmesi geleneği var. Belki de bu yüzden sade yemeyi seviyorlardır. Ayrıca hamurlar da daha ufak, daha kalın ve içleri daha nemli.
Karnım tok sırtım pek turuma devam ederken yavaştan havayı karartmaya başlamıştım. Şehir merkezinden yine uzaklaşmış, tarihi dokunun yerini modern şehirciliğin aldığı taraflara gelmiştim.
Derken gözüme trafiğe kapalı, geniş bir cadde ilişti. Dışarıdan bakıldığında pek de hayat emareleri göstermeyen bu cadde üç beş kızıl renkli tabela ile ışıldıyordu. Aklıma deli sorular takıldı. Bu manzara oldukça tanıdık geliyordu. Diğer taraftan, özgün bir sanat eserinin ucuz bir kopyasıymış havası da vermiyor değildi. Merakıma yenik düşüp bu kel alaka caddenin içinden şöyle bir geçiverdim. Tahminimde yanılmamıştım. Çakma bir Red Light’ın göbeğine düşmüştüm. Orijinali kadar büyük ve şatafatlı olmayan bu alan güneşin batışıyla birlikte yeni yeni canlanmaktaydı. Üstelik yalan yok, Red Light’ın aksine buranın pek de tekin bir havası yoktu. Haliyle pek takılmadan ayrıldım. Ama sizlerin aklında bulunsun. Red Light herkes tarafından bilinir ama aynısının vasatıyla Gent’te de karşılaşabilirsiniz. Karşılaşabilirsiniz ama şahsi kanaatim bu manzaranın Gent’e pek de yakışmadığı yönünde. Amsterdam’ın imajı herkesçe malum, ona bir sözüm yok. Oysa bu asil ve fevkalade şehrin böyle bir bayağılıkla alakası olmamalı.
Gent turumun sonuna gelmişken adetim olduğu üzere bir takım zararlı atıştırmalıklar eşliğinde hostelimin yolunu tuttum. Bir iki paket bisküvi ve vanilyalı kola gibi rafine bir gastronomik değer eşliğinde yatağıma kuruldum. Hosteli zaten yeterince övmüştüm ama içine pek değinmemiştim. Birbirlerinden bölmelerle ayrılan ranzalar mümkün olan en mahrem alanı temin ediyordu. Huzur içinde abur cuburumu mideye indirdikten sonra uyumak üzere yorganımın altına sığışmıştım ki hemen karşımdaki ranzada takılan çift mercimeği fırına vermeye kalkıştı. Onları engelleyen yegâne şey alakasız mevcudiyetimdi. Çaresiz koyu sohbet ile yetinmek zorunda kaldılar. Laklaklarıyla uykumu kaçırırlarken odanın diğer ucundan bir başka hımbıl daha gelip muhabbete ortak oldu. Grubun 3’te 2’sini oluşturan Avustralyalılar çiklet laçkalığındaki aksanları ve cümlelerinin %80’ini dolduran “f..k” sözcüğü ile iticilik kavramına hayat veriyorlardı. Türk usulü celallenip Anzakların ağzının payını vermek üzereydim ki kendilerini dışarı atmaya karar verdiler. Nihayet uyku yüzü görmüştüm ki bu aymaz köpeklerle sınavımın daha bitmediğini anlamam çok sürmedi. Uykunun sıcacık kollarına kapılmışken bu gamsız hergeleler kör kütük sarhoş olup döndüklerinde tüm tadımı kaçırdılar. Bir de üzerime yıkılacaklardı neredeyse. Barzolar!
Gece gece yaşadığım travmaların etkisinden olsa gerek sabah ayılmakta güçlük çektim. Brüksel otobüsüm 9 civarı kalkacaktı. O saatte kalkıp çıkmaya üşendiğimden bir başka operasyonla bileti öğle saatindeki diğer bir otobüsle değiştirdim. Gelin görün ki tüm bu hengameden sonra gözüme uyku girmedi ve 10 olmadan hostelden ayrıldım. Haliyle epey ahmakça bir iş yapmış oldum.
Şimdi de önümde 3 saate yakın harcanmayı bekleyen zaman vardı. Boş yere vakit öldürmektense harekete geçip, yalama olan otobüs biletimi komple iptal ettim. Alternatif ulaşım araçları araştırırken şehir merkezinin hemen dışındaki tren istasyonundan kalkan trenleri fark ettim. 20 dakikalık bir yürüyüş ile istasyona varıp 9 Euroluk Brüksel biletlerinden bir tane kapıverdim. Boş yere bu masrafı yapmıştım çünkü yol boyunca kimsecikler bilet kontrolü yapmadı.
Brüksel
Tren yolculuğu yaklaşık 45 dakika kadar sürdü. Gent ile Brüksel epey birbirine yakın anlayacağınız. Brüksel’den trenden indiğimde plansız şehir turuma başladım. Tren garı, şansıma, şehrin tam göbeğindeydi.
Brüksel de tıpkı Gent gibi ziyaret edilecek spesifik mekanlar açısından kısır bir şehir. Öne çıkan şey yine şehrin kendisi. Gel gelelim, sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyerek diyorum ki Brüksel’de pek bir cacık yok! Genel görüşümü açıkça ifade etmiş oldum sanırım.
İlk olarak kendimi tek bir uzun caddeden ibaret mini bir Kapalıçarşı içerisinde buldum. Elbette çok daha modern ve süslü bir versiyonuydu. Kapalıçarşı’nın aksine altın ile değil çikolata ile doluydu. Dükkanların yarısından fazlası çikolatacıydı. Hediyelik çikolataları buradan alacağıma dair kendime not düşüp turuma devam ettim.
Brüksel çikolata borsası...
Zaten çok da hazırlıklı başlamadığım Brüksel turum, şehrin bende uyandırdığı negatif izlenimlerin de etkisiyle savruk bir hal aldı. Epey uzun yollar kat edip şehir merkezinin dışındaki tenha bölgelerde kısa turlar attım. Şehrin en kalabalık caddesinde yürüyüş yaptım. Bu sırada gördüğüm dükkanlardan bir iki waffle kapıp buram buram tarçın, elma ya da vanilya kokan tatlıları mideye indirdim.
Turumun bir bölümünde doğal olarak yolum şehrin en fotojenik lokasyonuna düştü. Dört tarafı alengirli binalarla çevrili geniş bir avluydu burası. Meşhur Grand Palace, Avrupa’nın kalbi… Merkezdeki avlu fotoğraf çekme telaşındaki turistlerle dolu. Çevredeki binalar asil bir hava yaratıyor, doğruya doğru. Gel gelelim biraz manzara seyredip biraz da fotoğraf çektikten sonra işiniz beş dakika içerisinde bitiyor ve geriye yapacak bir şey kalmıyor.
Brüksel’in bir diğer meşhur ama haddinden fazla abartılı alametifarikası da işeyen çocuk heykeli. Evrensel adıyla Manneken Pis. Kıvırcık ve kaslı vücuduyla küçük bir oğlan çocuğunun üzerinize doğru işemesini betimleyen bu minyatür heykel ilginizi çekiyor ise uğrayabilirsiniz. Ancak
unutmayın ki heykelin aslı, internette karşınıza çıkacak fotoğrafların yaratacağı izlenimde göre çok çok daha ufak. Sokak arasındaki bir köşe başında bulunmasından mütevellit önünde biriken zemheri kalabalığın size asla yaklaşma izni vermeyeceğini de ekleyeyim. 61 santimlik bu mini heykel ile alakalı pek çok hikâyeyi internette bulabilirsiniz.
Brüksel’de gerçekten de üzerinde konuşmaya değecek pek şey yok. Şehrin nispeten yüksek taraflarında kalan Parc du Cinquantenaire, yaz mevsiminde faal olan geniş bir yeşillik alan. Çevresini saran beyaz binalar ve gösterişli kapısıyla ufaktan Doğu Avrupa şehirlerini andırıyor. Royal Palace, anlaşılacağı üzere şehrin sarayı. Aynı zamanda Luxembourg Square ile iç içe. Burası özenli peyzajlarıyla şık bir havaya sahip. Yürüyüş yapması keyifli bir bölge. Ayrıca, dediğim gibi bu bölüm şehrin yüksek rakımlı kesimini oluşturuyor. Uygun yerlerden şehrin genelini içine alan hoş manzaralar yakalamanız da mümkün.
Ayaklarıma kara suların indiği uzun bir Brüksel turunun ardından günü bitirme kararı almıştım. Merkezi tren garının hemen dibindeki Les Galeries Royales Saint-Hubert’e uğradım evvela. Burası çikolatalarımı almayı kafaya koyduğum yerdi. Ardı sıra dizilmiş lüks çikolata mağazalarına teker teker girip çıktım. Bu mağazaların her biri son derece elegant yerlerdi. Çikolatanın bu ülkede ne kadar değerli bir gıda maddesi olduğunu anlamak için bu dükkanlara girip çıkmak kâfi gelir.
Ben de istisnasız her birini ziyaret ettim. Envai çeşit çikolata ve şekerlemeyi gözden geçirip tüm promosyonlardan faydalandım. İki ayrı markadan birer paket çikolata potporisi yaptırıp çantama attım. Dediğim gibi pek çok marka var. Anladığım kadarıyla en yaygın olanı da Leonidas. Ama benim size tavsiyem Neuhaus.
Hazır çikolata demişken, Brüksel’in sıkıcılığından biraz sıyrılıp daha neşeli konulara geçelim. Gastronomi dünyasının en yaman elemanlarından olan çikolata, tüm dünyanın göz bebeklerinden. Sonsuz sayıda farklı forma bürünebilen, bilinen her tatlıya bir şekilde entregre edilebilen bu muazzam ürün günümüzde Belçika ve İsviçre ile özdeşleşmiş bir imaja sahip. Doğruya doğru, bu ülkeler en kaliteli ve en pahalı çikolataları üreten ülkeler. Ancak çikolatanın ana yurdu bu topraklardan epey bir uzakta. Çikolatanın anavatanı olarak bilinen bölge Amerika kıtasının orta kesimleri. Bu coğrafyada yaşayan çikolata mucitleri, kakao bitkisinden elde ederek mısır nişastası, su ve acı biber ilavesiyle ürettikleri yakıcı içeceğe xhoco-atl ismini vermişlerdi ki bu kelimenin günümüz çikolatası ile etimolojik olarak ne denli yakın olduğu aşikâr. Yüzyıllar boyunca bölge insanları tarafından kana kana tüketilen bu buruk içecek ancak İspanyolların vahşi işgal girişimleri ile beraber Avrupa’ya taşınmış ve zaman kaybetmeden aynı ilgi alakayı İspanyollardan da görmeyi becermiş. Rivayet odur ki çikolataya hasta olan İspanyollar asırlar boyunca bu gizli tarifi kendilerine saklama bencilliğini göstermiştir. Bu ne kadar doğrudur bilinmez ama çikolatayı kalıp şekline getiren ve süt ilavesiyle tadını yumuşatanın İsviçreliler olduğu su götürmez. Anlayacağınız İsviçre ile Belçika arasındaki çikolata temelli hak iddiasında Papa’nın muhafızları bir adım öndedir.
Çikolatanın Avrupa’ya göçünü sağlayan olaylar silsilesi soykırım derecesinde kanlı bir süreç ile mümkün olmuştu. Yine de bu tatlı mı tatlı şekerlemenin mirasındaki bitter tadı bununla sınırlı değil. Günümüzde dünyanın lider kakao üreticileri Fildişi Sahili ve Gana. Ancak petrolün Arap coğrafyasına yarardan çok bela getirmesi gibi kakao da bu diyarlara daha ziyade zulüm getirmiş. Günlerini hatta yıllarını kakao tarlalarında heba eden insanların büyük bölümü çikolatanın tadını dahi bilmemekte. Köle statüsünde çalıştırılan bu insanların hikâyesine başka bir yazıda değinmek daha isabetli olacak gibi. Konuyu fazla dağıtmadan Brüksel’e geri dönüp yavaştan sona doğru ilerleyelim.
Gent’ten Brüksel’e olan yolculuğumda havaya saçtığım bilet paraları içime öylesine dert olmuştu ki bu sefer riske girip bilet almama yolunu seçtim. 15 dakika bile sürmeyen tren yolculuğu, kondüktör iştiraki korkusundan bir saat gibi hissettirdi. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Her ne kadar gurur duymasam da tasarruf ettiğim 7-8 Euro beni delicesine mutlu etmişti.
Trenden inip havaalanına gidecek shuttle servise atladım. Bir saat kadar süren yolun neticesinde havaalanına ulaştık. İstanbul’daki havaalanları ile kıyaslarsam “minik” olarak betimleyebileceğim bu tıknaz havaalanına girer girmez kendime sığınacak bir köşe aramaya koyuldum. Belki ifade etmemiş olabilirim ama uçağım o gece kalkmayacaktı. Sabah erken saatte kalkacak bir uçakta yer ayırmıştım ve yine birkaç Euro tasarruf etmek adına geceyi havaalanında geçirmeye karar vermiştim. Gel gelelim beklediğimin %20’si kadar çıkan havaalanı tüm planlarımı alt üst etti. Alan sıcak değildi, uzanmayı geçtim oturacak yer bile kalmamıştı. Tüm prizler işgal edilmişti. Atıştırmalık alacak bir yer yoktu. Beni zor bir gece bekliyor gibiydi.
Bir iki saatimi, bulduğum en kuytu köşede dizi izleyerek geçirdikten sonra saat gece yarısına doğru havaalanının kapıları kapandı. Sabaha kadar kalkacak bir uçak olmadığı için havaalanına girişler kapatılmıştı. Hatta ışıkları bile kıstılar. Uyumaya son derece müsait bir ortam oluşmuştu. Değişen koşullarla beraber alandaki herkes bulduğu yere sere serpe yatmaya başladı. Ben de kiosklardan birinin dibine havlumu serip, mini çantamı da yastık yapıp sabaha kadar horul horul uyudum. Uykumu, günün ilk ışıklarıyla beraber havaalanının kepenklerini açan güvenlik görevlilerinden birinin dürtmesi böldü. Sabah olmuş, dükkan açılmıştı. Mülteci kampına dönmüş havaalanı bir anda eski haline geliverdi. Basit bir kahvaltı ile karnımı doyurup uçak saatini beklemeye koyuldum. Kenara epey bir Euro atmış, sabah saatinde havaalanı yollarına düşmekten yırtmıştım.
Uçağa binip de gözlerimi kapatırken Avrupa fethimin ilk adımlarının keyfini sürüyordum. 9 Mayıs’a kadar elimden geldiğince sömürecektim çok girişli vizemi. İlk seferimden de gayet memnun ayrılıyordum. Kısaca özet geçerek noktayı koyayım:
-
Almanya, 2. Dünya Savaşı filmlerinde gördüğümüz kadar kasvetli değil. En azından Berlin. Vizeyi de kolay veriyorlar. Mis!
-
Amsterdam acayip bir şehir. Bu dünyadan değil gibi sanki. Mutlaka görülmeli.
-
Belçika ise kafamı en çok karıştıran ülke oldu. Brüksel tam bir balon, uzak durun. Gent ise tam bir sanat eseri. Anladım ki Belçika’nın nispeten küçük ama köklü şehirleri çok daha keyifli.
Hepinize iyi yolculuklar!!!