8-) Fransa
24.11.2018 - 25.11.2018
Multi girişli Schengen vizemi sömürme harekâtı kapsamında ikinci durağım Fransa olmuştu. Fransa aslında ilk başta aklımda olan yerlerden biri değildi. Bunun en önemli sebebi Fransa'yı en az 4-5 günlük bir ülke olarak değerlendiriyor olmamdı. Paris'in yanına Marsilya, Monaco, Lyon gibi bazı şehirleri de Fransa turu kapsamına almayı tasarlıyordum. Ama bunun da dışında, Fransa hiçbir zaman ilgimi cezbeden bir ülke olmamıştı. Listemin üst sıralarında yer vermediğim bir duraktı burası.
Gel gelelim Fransa fikri aklıma Brüksel’deyken düştü. İlham mıdır yoksa Belçika ile Fransa arasında bilinçaltı yoluyla kurduğum paralellikler midir bilemem ama Brüksel'deyken içimde bir Paris merakı depreşiverdi. Pegasus hesabımda biriken puanlarımın bir kısmını da kullanarak uygun sayılabilecek bir fiyata Paris biletlerimi aldım. Bir anlamda, iki gün sonraki doğum günüm için kendi kendime verdiğim bir doğum günü hediyesiydi Fransa seyahati.
Bu seyahat kısa süreli hafta sonu turlarımın ilkiydi. Eş dost, 35-40 saat arası süren bol koşuşturmacalı bu çıkarmaları manasız bulmaktaydı. Bu nedenle sıkça eleştirilere de maruz kaldım. “İki gün için değer mi?”, “Niye kendini yoruyorsun?” gibi soru yollu iğnelemelerle boğuştum. Başka zaman olsa çok uyuduğuma dair eleştiriler yöneltenler bu kez hafta sonunu dinlenerek geçirmemi öğütlüyordu.
Bana kalırsa bu ufak kaçamaklar benim gibi beyaz yakalılar için tek geçer akçeydi. Bütün bir yılımı iki haftalık yıllık izni bekleyerek geçiremezdim. Hele bir de cuma ya da pazartesi günleri resmi tatile denk geliyorsa tadından yenmeyen hafta sonları, yakınlardaki ülkeleri keşfetmek için tek opsiyondu.
Gökyüzünden Alpler manzarası...
Paris
Saat 08.45'teki uçağım bir saat rötarlı olarak kalktı ve bizi sakin bir uçuşla Paris'e ulaştırdı. Kontrolden sorunsuzca geçip havaalanı önünden kalkan otobüse atlayıp öğlene doğru şehir merkezine vardım. Şehir merkezi dediysem öyle Eyfel’in gölgesinden söz etmiyorum. Hoş, indiğim yerden Eyfel’i rahatça görebiliyordum. Zaten kendisi Big Brother misali tüm Paris seyahati boyunca beni gözetecek, Barad-dûr gibi asla gözden kaybolmayacaktı. Bu bakımdan Eyfel’i Paris’in simgesinden ziyade dünyanın en büyük pusulası olarak kabul ettim. Böyle yaklaşacak olursanız estetik açıdan olmasa da fonksiyonel olarak muazzam bir eser olduğu konusunda bana katılabilirsiniz. Yine de yapının estetiği ile ilgili “Paris’in en güzel göründüğü yer Eyfel Kulesi’dir. Çünkü sadece oradan Eyfel Kulesi görünmez.” diyerek koca kuleyi yerin dibine gömen Guy de Maupassant’a katılıyor değilim. Neticede dünyanın belki de en ikonik ve bulunduğu şehir ile en bütünleşmiş yapısı.
Tıpkı bu metin gibi Paris turumun startını da Eyfel ile verdim. Havaalanı otobüsünden indiğim ara sokakta beni selamlayan kuleye rota çizip 15-20 dakikalık bir yürüyüş ile hedefe ulaştım. Hafta sonu olması itibariyle henüz daha gün başlamış değildi. Sokaklar sakin, dükkânların çoğu kapalıydı. Hafif gri gökyüzü altında sakin bir yürüyüşle beraber Eyfel’e vardığımda hareket de başlamıştı. Kulenin çevresini saran yeşil alanda pek çok insan oturmakta, hava almakta ya da fotoğraf çekmekteydi. Bir de diğer bir grup vardı ki bu grubu çingeneler oluşturuyordu. Sadece şehrin ya da ülkenin değil belki dünyanın en önemli turistik destinasyonlarından birinde bulunmanın doğal sonucu olarak çeşitli eşyaları iteleme usulü satmak için insanları darlayan çingeneler dört bir yana tezgâh açmışlardı. Kimi birbirinden dandik hediyelik eşyaları pazarlama kimi de geleneksel dilencilik metotlarıyla yolunu bulma peşindeydi. Bazıları da gariban turistleri punduna getirip ne idiği belirsiz kâğıtlara imza attırma derdine düşmüştü.
Şehre adım atar atmaz Eyfel ufukta beliriveriyor...
Karambolün arasında elimden geldiğince Eyfel’i seyrettim. “Çelik garabet” yargısına tam olarak katılmamakla beraber estetik açıdan pek de iç açıcı bir manzara olmadığını vurgulamıştım. Neyse bu bahsi daha fazla uzatmadan şehrin diğer kısımlarına geçeyim artık.
Eyfel'in hemen yanı başından geçen Sen Nehri üzerindeki köprüden geçip sanki turistler Eyfel’i arka plana alıp da rahat rahat fotoğraf çekilebilsinler diye yerleştirilmiş bir yapıya yöneldim. Anladığım kadarıyla burası sergi sarayı gibi bir şeydi esasında. Ama asıl işlevi kesinlikle bu değil. İşlevinin ne olduğunu, Eyfel’in ayakları dibinde bulunan 1 turiste karşılık burada Eyfel ile fotoğraf çektiren 5 turistin bulunuyor olmasından çıkarabilirsiniz. Açı ve ışık avına çıkmış süslü hanımefendiler, fötr şapkaları ve sandaletleriyle etrafı kolaçan eden amatör fotoğrafçılar, bağıra çağıra grup fotoğrafı çektiren Asyalılar, French kiss ile Eyfel’i aynı kareye sığdırmaya çalışan sevgililer ve kimselere beğendiremeyeceğim selfielerimle ben…
Bu noktadan itibaren listemde sıradaki durak Zafer Takı’ydı. Eyfel Kulesi’ni kullanarak yönümü tayin ettim ve ağır adımlarla ilerlemeye koyuldum. Çok geçmeden, girdiğim sokaklardan birinde anormal bir kalabalık ile karşılaştım. Kalabalığın çoğu sarı renkli ikaz yelekleri giymişlerdi. Gün içerisinde de aynı yeleklerden giymiş insanlara rastlamıştım ama garipsememiştim. İşler şimdi değişmişti. Ortada kesinlikle bir gariplik vardı.
Sokağın öteki ucu kapatılmıştı ve o tarafa doğru kalabalık iyice yoğunlaşıyordu. Dikkatlice o yöne doğru sokuldum. Protesto sesleri gittikçe artıyordu. Durumu kavramaya başlamıştım. Fransa’da halk sokaklara dökülmüştü…
Kendi yaşadıklarıma kısa bir es verip ne ile karşı karşıya olduğumu sizlere açıklayayım. Muhtemelen kulağınıza çalınmıştır bu Sarı Yelekliler hadisesi. Akaryakıt ve vergi yükünden bunalan Fransızlar hükümeti protesto etmek için sokaklara dökülmüşlerdi. 1 aya yakın süre devam eden protestolar kimi zaman şiddetlenip göstericiler ile polis arasında çatışmaya dönüşmüş kimi zaman daha usulca geçmişti. Hatta Hollanda, Belçika gibi çevre ülkelere de sıçrayıp Avrupa’nın önemli bölümünde etki yaratmıştı. Şans eseri protestoların başladığı gün tam da benim Paris’e ayak bastığım güne denk gelmişti. Acaba Fransız hükümeti, olayların patladığı gün başkentlerine gelip de ertesi gün pılını pırtını toplayan bu Türk gencini fişlemiş midir diye düşünmeden edemiyorum?
Yeniden olay yerine dönecek olursak, olayların iyice kızışmaya başladığını rahatça söyleyebilirim. Genç protestocular Victor Hugo’nun Sefiller romanında olduğu gibi sokakları kapatıp polise kafa tutmaya başlamışlardı. Zaten geçmişin hatıralarıyla dolup taşan, kendilerini ebedi devrimciler olarak gören Fransızlar en ufak bir direniş kıvılcımını kora dönüştürmek için hazır kıta beklemekteydiler. Her biri kendisini bir Marius, bir Enjolras, bir Courfeyrac gibi hissediyor olmalıydı. Hoş, kralı devirip cumhuriyet kuralım derken imparatorluk getirmiş tek millet de yine kendileridir.
Kameramı çıkarıp 0 noktasından kayıt almaya başladım. Etrafta benden başka görüntü alan kimsecikler yoktu. Hatta benden başka turist bile bulunmuyordu görünürde. CNN’den, BBC’den daha önce olay yerine intikal etmiş, 21. Y.Y. Avrupa’sının en acayip toplumsal olaylarından birini kayda almayı başarmıştım. Belki o an o görüntüleri ajanslara gönderebilsem sağlam bir cukka yapardım ama içine düştüğüm durumun heyecan ile karışık ahvali karşısında bu ihtimali aklıma bile getirmedim.
Bir savaş muhabiri edasıyla görüntü peşinde koşarken ortam da gerilmeye devam ediyordu. Sokağın ucu duman altında kalmıştı. Göremediğim bir yerden polis müdahalesi geliyordu. Bir an eylemciler geri vites yapıp toplu halde çekilmeye başladılar. Çok geçmeden toparlanıp yeniden ileri adımlamaya geçtiler. Mehter takımı misali ileri geri hareket ederlerken ben de onların ritmine ayak uydurmuş, onlarla beraber pozisyon alır hale gelmiştim. Hatta gazımı alamayıp haddinden fazla ilerlemiştim ki biber gazı ilahi bir müdahale gibi beni yolumdan döndürdü. Sanki görünmez bir perdeden geçip bambaşka bir aleme geçmişim gibi bir anda inanılmaz bir yanma hissetmeye başladım. Gözlerim ve dilim adeta kavruluyordu. Hızlıca geri dönüp sote bir yere çekildim. Telefondan suratımın halini kontrol ettim. Gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Gözyaşlarım usul usul süzülüyordu. İlk şoku atlatmıştım ama hala için için yanıyordum. Dersimi almıştım. Gözlemci rolümü sürdürmemde fayda vardı. Kendimi bir Fransız hapishanesinde bulma ihtimalim belirmişti.
Bir savaş muhabirinin mücadele dolu hayatı...
Tam da bu anda ortam sakinleşmeye başladı. Yeterince macera yaşamış olduğuma kanaat getirip sızlayan gözlerimi de daha fazla yormamak adına ara sokaklara dalıp izimi kaybettirdim. Hemen alternatif bir rota çizdim. Hedefim hala Zafer Takı’ydı. Ancak ne yaparsam yapayım hedefe varamıyordum. Yollar kapatılmıştı. Polis, insanları farklı yollara yöneltiyordu. Barikatlarla çevrilmiş yaya yollarından geçip gitmek zorunda kalmıştım. Bir süre sonra Zafer Takı’nı ertesi güne bırakma kararı aldım. Hangi yöne saparsam sapayım karşımda polisleri ve barikatları buluyordum.
Tabi sadece Zafer Takı değil Champs-Élysées ya da güzel Türkçemizle Şanzelize ve Concorde Meydanı da komple çevrimdışıydı. Neyse ki Louvre Müzesi ulaşılabilir durumdaydı. Ben de müzeye yöneldim. Müzenin çevresindeki park alanında bulunan bir kamyonetten iki tane kruvasan kapıp bir güzel mideye indirdim. Sabahtan beri bir şey yememiş, adrenalinin de etkisiyle açlığımı tamamen unutmuştum.
Hazır lafı açılmışken kruvasan üzerine birkaç kelam etmezsem olmaz. Kruvasan, sarılarak yapılan bir hamur işi aslında. İçine çikolata ya da reçel gibi dolgular yapılabiliyor ama makbulü sade olanı. Ancak beni daha çok ilgilendiren ve izleyen paragrafta değineceğim nokta biraz daha farklı olacak.
Fransa ile özdeşleşmiş bir ürün olarak kabul görse de kruvasan, esasında bir Avusturya icadıdır ve hiç tahmin edemeyeceğiniz kadar bizimle alakalıdır. Geçmişi Osmanlı’nın Viyana Kuşatması’na kadar uzanır. Osmanlı’nın başarısız işgal teşebbüsünün akabinde “barbar” Türkleri yurtlarından kovalayan Avusturyalılar arasında festival havası hakimdir ve şehrin fırıncıları da üzerlerine düşeni yapar. Zafer sarhoşluğuyla özgün bir hamur işi icat eden ve bunu da Türklerin yenilgisini simgeleştirmek adına mağlup ülkenin sembolü sayılan hilal biçiminde yapan fırıncılar Avrupa’nın en ünlü hamur işlerinden birini yaratmışlardır. Hatta aynı olayın, kahvenin Avrupa tarafından kabullenilmesinin de önünü açtığına dair anlatılar mevcuttur. Anlayacağınız, bohem bir Avrupa kafesinde tereyağlı bir kruvasan ve sıcak bir kahve ile kahvaltınızı yapıyorken önünüzde duran menünün tarihimiz açısından ne kadar trajik mesajlar barındırdığını aklınızdan çıkarmayın derim.
Yeniden şehre dönelim. Louvre Müzesi’nin önünde kalmıştık. Müzenin ikonik şeffaf piramidinin çevresinde bir tur atıp lokasyonun tadını çıkardım. Piramide yanaşıp müzenin içi ile ilgili mini gözlemlerde bulundum. Biraz da soluklandım. Nihayetinde o kaçınılmaz ikileme düşmekten kurtulamadım. Ucu bucağı gelmeyen sıraya girip, astronomik giriş ücretini de ödeyerek hem paramdan hem de zamanımdan feragat edecek miydim? Karaborsa bilet satmaya çalışan siyahilerin markajından sıyrılıp kuyruğa girmekten caydım. İçeri girmeyi gerçekten istiyordum ama zaten çok fazla zaman kaybetmiştim. Müzeye girecek olursam o günü tamamen heba etmiş olacaktım. O yüzden vazgeçtim. İlla günün birinde Paris’e yeniden yolum düşerdi nasıl olsa. Hem Louvre’un içi kimin umurunda ki? Piramit ile fotoğrafımı çekmiştim zaten…
Şehir planımın darmadağın olmasının akabinde günün kalanında serkeşçe dolanmaya karar verdim. Hep yaptığım gibi beğendiğim sokaklara, caddelere gire çıka gezinmeye başladım. Önce, programsızca şehrin en kalabalık bölümlerinden birine vardım. Yayalarla araçların iç içe girdiği, lüks mağaza ve alışveriş merkezleriyle dolu caddelerden hızlıca uzaklaştım. Çok sürmeden kendimi bunun tam aksi bir bölgede buldum. Şehrin tepe taraflarına doğru yönelmiştim. Karaköy’den Galata’ya tırmanan ara sokaklara benzeyen dar caddelerden geçtim. İki tarafta boylu boyunca uzanan kafeler ve bistrolar ile kasap, manav benzeri dükkanlar sıra sıra dizilmişti. Sinema perdelerinden aşina olduğumuz Paris siluetine çok daha yakın bir kısımdı burası. Semtin adını da vermeden geçmeyeyim; Montmartre.
Tırmanışım sona erdiğinde Sacré-Coeur Bazilikası ile ödüllendirildim. Şehrin en yüksek yerine kurulmuş, bembeyaz ve gösterişli bir binaydı. Eyfel fotoğrafı için yarışan güruhtan sonra turistlerin en çok yığıldığı yer burasıydı. İçeri girmeyi denemedim. Fırsatım olsa muhtemelen denerdim ama kalabalık öyle bir boyuttaydı ki denemenin anlamı yoktu. Ben de Paris manzarasının tadını çıkarmaya yöneldim.
Hipnoz etkili Paris panoraması...
Belirttiğim üzere burası şehrin en yüksek yeriydi. Dolayısıyla muazzam bir Paris gösterisi sunuyordu turistlere. Müsait bir yer bulup bu gösterinin tadını çıkardım. Paris de diğer çoğu Avrupa şehri gibi dümdüzdü. Bulunduğum tepeden bakıldığında en ufak bir yükselti ya da tepe göze çarpmıyordu. Bu muhteşem manzaraya bir de batmakta olan güneşin yaydığı kızıllık ile İspanyol sokak müzisyeninin gitarıyla çaldığı sakin şarkılar eklenince tadına doyulmaz bir keyfe varmıştım. Yarım saate yakın orada durup anın tadına vardım. Tüm o şatafatının, karizmasının yanında Paris’in benim için en unutulmaz anı işte tam da buydu.
Akşam iyice çökmek üzereyken ben de şehir merkezine doğru inişe geçtim. Yer seviyesine indiğimde akşam olmuştu. Havanın kararmasıyla beraber sokaklar da hızlıca boşalmaya, dükkanlar da kepenk indirmeye başlamıştı. Ortalık dakikalar içinde ıssızlaşmıştı. Bu yüzden karnımı doyuracak bir yer bulmakta zorluk çektim. Ucuz yollu bir yer bulamayınca Burger King’e dalıp akşam yemeğini geçiştirdim.
Karnımı da doyurduktan sonra hostelime doğru yola koyuldum. Şehir merkezine çok yakın, uygun bir hostel ayarlamıştım. Sen Nehri kıyısında ilerleyerek hostelime doğru ilerliyordum ki Belediye Sarayı’nın da bulunduğu Hotel de Ville dolaylarında toplanmış bir kalabalığa rast geldim. Sabahtan beri yakamı bırakmayan toplumsal olaylara bir yenisi daha eklenecekti anlaşılan. Neyse ki bu sefer barışçıl bir ortam bulmuştum karşımda. Göğüslerine yapıştırdıkları numaralarla maraton koşacakmış gibi hazırlık içindeydi insanlar. Ne olduğunu tam çözemediğim sosyal bir faaliyet adına düzenlenen bir etkinlikti. Fransızlar da hakikaten aktif tiplermiş. Sabah eylem, akşam sosyal sorumluluk!
Kalabalığın arasından sıyrılıp hostelime ulaştım. Ara sokakta yer alan sade bir binaydı. Kaydımı yapıp odaya çıktım. Bir tanesi dolu üç yatak arasında boş olanlardan birine yerleştim. Genel olarak temiz olsa da tuvalet ve lavabo sayısı nedense pek azdı. Tuvaleti kullanmak için iki kat aşağı iniyordum. Öte yandan en çok hoşuma giden şey her yatağın başucunda odanın ışığını kontrol eden bir düğme bulunmasıydı. Bu sayede sorumsuz ya da sarhoş oda arkadaşlarınızın açık bıraktığı ışıkları kapatmak için yataktan ayrılmaya gerek kalmıyordu. Basit ama muazzam bir çözüm.
Sabah olduğunda hostelin standart kahvaltısıyla midemi doldurup zaman kaybetmeden sokaklara vurdum kendimi. Akşama dönüş vardı ve önceki gün yaşanan aksaklıklardan sonra zaman kaybetme lüksüm kalmamıştı. Hava kapalı ve hafif yağmurluydu.
İlk olarak Concorde Meydanı’na gittim. Bu meydan genişçe bir kavşak ve kavşağın tam ortasında bulunan bir adada yükselen dikilitaştan ibaretti. Louvre Müzesi ile Şanzelize’yi birbirine bağlayan noktaydı. Bunun dışında tarihsel açıdan da ilgi çekici bir yerdi. Özellikle Fransız Devrimi sonrasında burası idam alanı olarak kullanılmıştı. Başta Maximilien Robespierre olmak üzere onlarca devlet adamı ve siyasi şahsiyet burada giyotine kurban edilmişti.
Kurbanlardan biri de kraliçe Marie Antoinette’ti. Kendisini “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” sözü ile anımsıyor olabilirsiniz. Kraliçenin bu sözü öyle olay oldu ki asırlardan bu yana sıradan halkın kaymak tabaka tarafından hor görülüp alaya alındığı her coğrafyada ve her dönemde bu söze gönderme yapılır oldu. Gelin görün ki kibir abidesi olarak resmedilen kraliçe aslında o kadar da suçlu değildi. Pek çok aklı başında kaynak kraliçenin söylediği sözün “Ekmek bulamıyorlarsa brioche yesinler.” şeklinde olduğunu ve brioche kelimesinin de düşük maliyetine karşın besleyiciliği yüksek bir tür ekmeği ifade ettiğini savunur. Bazılarına göre kraliçenin bu sözü özünde tavsiye barındırmaktayken, bazıları böyle bir sözün hiç söylenmediğini iddia eder. İşin doğrusu nasıldır bilemeyiz ama kraliçeye ciddi bir haksızlık yapılmış gibi duruyor. Brioche ekmeği ise bugün de bilinen ve yapılan bir ekmek olmaya devam ediyor.
Meydanın göbeğindeki dikilitaşı inceledim bir müddet. Mısır’dan gelen taş üzerinde farklı dillerde yazılar ve şekiller bulunuyordu. Şekiller, taşın nasıl gemiye yüklenip nasıl indirildiğini betimliyordu. Yaklaşık 3000 yıllık bu koca sütun Osmanlı’nın asi Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Fransa’ya armağan edilmişti.
Concorde Meydanı’nda sırtı Louvre’a verdiğiniz vakit Zafer Takı ufukta seçilebilir hale geliyor. Upuzun ve geniş cadde üzerinden yürüyüşe başlamıştım ki çok geçmeden üzerinde bulunduğum caddenin Şanzelize olduğunun farkına vardım. Paris ile ilgili yaşadığım dumurlar arasında en büyüğü buydu belki de. İlk olarak Avrupa Yakası’nda Rutkay Aziz tarafından belleğime kazınan Şanzelize ile alakalı edindiğim izlenim kafelerin ağırlıkta olduğu sakin ve bohem bir bölge olduğuna yönelikti. Gelin görün ki Şanzelize bizim Caddebostan’ın Paris şubesiymiş esasında. Döndükten sonra bu durumu anlattığım pek çok kişi de benimle benzer tepkiler verdiler. Türk halkının Şanzelize algısı meğer devasa bir yanılgıdan ibaretmiş.
Caddeyi arşınladıkça mağazaların şatafatı da artmaya başladı. Dünyaca ünlü markaların vitrinleri bile benim gibi “tutumlu” turistlerin gözünü korkutmaya yetiyordu. Cesaretimi toplayıp bir iki tanesine girmeye yeltendim. Hesaplısından bir iki ufak hediyelik eşya almaktı niyetim. İçeri girince anladım ki buralarda hesaplı bir şey bulmak imkânsızdı.
Göz atma gafletine düştüğüm mağazalardan kaçarcasına uzaklaşırken önceki günkü olayların sandığımdan daha büyük olduğuna şahit oldum. Şanzelize’de bulunan kafelerin cadde üzerindeki masaları, sandalyeleri darmadağın olmuştu. Trafik levhaları, billboardlar büyük zarar görmüştü. Ara ara hafriyat dağları kapatıyordu kaldırımları. Hemen kameramı çıkarıp, muhabirlerin işletme personelleriyle yaptığı röportajlar arasında medeniyetin göbeğindeki vandalizmi kayıtlara geçirdim.
Şanzelize cephesinde durum berabere...
Nihayetinde Zafer Takı’na vardım. Dört bir taraftan gelen irili ufaklı caddeler Zafer Takı’nın yükseldiği Charles de Gaulle Meydanı’nda birleşmekteler. Bu meydanın göbeğinde de Zafer Takı bulunuyor. Zafer Takı Napolyon Bonapart tarafından yapımına başlanan ancak daha sonra durdurulup başkalarınca tamamlanan bir eser. Ortaya çıkardığı ikonik manzara o kadar Paris ile özdeşlemiş durumda ki Paris’te geçen herhangi bir filmi açtığınızda karşınıza bu meydanın ve Zafer Takı’nın çıkacağından emin olabilirsiniz.
Ziyaretim esnasında Zafer Takı’nda, Ukraynalılar tarafından tertiplenen bir anma törenine rast geldim. Yaklaşık 100 kişilik bir kalabalık çelenkler bırakmaktaydı. Açık tenim sayesinde rahatça aralarına karışıp bir müddet töreni takip ettim ama ne konuşulanlardan ne de çelenklerde yazanlardan bir halt anlamadığım için neye dahil olduğuma dair hiçbir fikir üretemedim.
İkonik bir Paris karesi...
Yeniden Şanzelize üzerinden geri dönüp Concorde yakınlarında, sabah gözüme çarpan bir panayır alanına yöneldim. Mütevazı bir lunaparkın yanı sıra çeşitli eşyalar satan dükkanlar bulunuyordu. Bu dükkanlardan bir iki hatıralık eşya alıp esas ilgimi çeken bölüme, kayıntı yapmaya yöneldim.
Onlarca irili ufaklı dükkan arasından ne yiyeceğimi seçmeye çalışıyor ama bir türlü dişime göre bir şey bulamıyordum. Bunun sebebi istisnasız olarak satılan her ürünün domuz eti olmasıydı. Yumurtalarda domuz eti, sandviçlerde domuz eti, ızgaralarda domuz eti…
Arayışıma devam ettim ve en sonunda muradıma erdim. Fransızların ünlü soğan çorbasından satan bir yer bulup hemen bir kâse çorba kaptım. Karton kutularda satılan soğan çorbasının üzerinde iki dilim ekmek ve eritilmiş peynir bulunuyordu. Denemek istediğim böyle bir yiyeceği şirin bir sokak yemeği olarak hem de uygun fiyata bulmak neşelendirmişti. Ancak çorbanın kendisi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim maalesef. Esasında soğan, ekmek ve peynirden oluşan bir şeyi nasıl beğenmediğimi bir türlü anlayamadım ama benim damak tadıma pek hitap etmedi.
Zamanım hızla tükenirken listemi de neredeyse tamamlamak üzereydim. Sen Nehri kıyısından yürüyüp Notre Dame Katedrali'ne ulaştım. Sen Nehri üzerindeki bir adacıkta kurulu olan bu ünlü yapı, bildiğiniz üzere 2019 yılında ciddi bir yangında büyük zarar gördü. Barış Katedrali adıyla da bilinen, kamburuyla ünlü katedrali sadece 5-6 ay ile ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Biraz daha geç kalsam belki asla göremeyecektim.
Katedralin önünde, her yerde olduğu gibi uzun bir kuyruk vardı. Ancak tereddüt etmeden kuyruğa giriverdim. Şansıma girişler ücretsizdi. Bu yüzden de kuyruk hızla eriyordu. İçeri girdiğimde içeride ayin olduğunu gördüm. Zira günlerden pazardı. Katolik ezgileri ile dolan katedralde uhrevi hava esmekteydi. Ayin için gelen Fransızlar ellerinde mumlarla, ilahi söyleyen ipek sesli hanımefendiye eşlik etmekteydi. Benim gibi meraklı turistler ise ayin alanını çevreleyen ziyaret koridorlarında bir taraftan ayini takip ediyor bir taraftan katedrali inceliyorlardı. Katedralin tavanına doğru boydan boya gerilmiş iplere çeşitli ülkelerin bayrakları asılmıştı. Aralarında bizim bayrağımız da bulunuyordu.
Notre Dame ile artık Paris turumu tamamlamış sayılırdım. Görmek istediğim bazı yerler kalmıştı ki bunların başında da yer altı mezarları gelmekteydi. Bu mezarlar hem şehir merkezinin dışında olduklarından hem de kapsamlı bir turu gerektirdiklerinden ötürü benim dar zamanlı planlarıma uymuyordu. Onu da bir sonraki Paris turuna bıraktım. Bakalım o tur gerçekleşecek mi?
Artık mazide kalmış bir ayin günü...
Bu arada yine ufak bir parantez açıp şehrin muhtelif bölgelerinde eylemlerin devam ettiğini hatırlatmak isterim. Zira şehir ikinci günümde bile aklımdan çıkmasına müsaade etmiyordu. Bir sokağı dönüyordum ve bir anda gözlerim yanmaya başlıyordu. Bir caddeden çıkıyordum ve burnum sızlamaya başlıyordu. Paris’te oksijen yerini biber gazına bırakmıştı adeta. Çıt çıkmayan bir sokak köşesinde bir anda biber gazının yakıcı kalıntılarını hissetme ihtimali vardı.
Sızı dolu ihtimallere aldırmadan, kalan süremde şehrin uğramadığım taraflarında dolanmaya başladım. Bir taraftan da Procope’u aramaktaydım. Procope ya da Le Procope veya Cafe Procope gastronomik açıdan Paris’in en önemli noktalarından birisi. Burası Avrupa’nın modern anlamda ilk kafesi olarak kabul edilmekte ve aynı zamanda perakende dondurma servisi yapılan da ilk işletme. Günümüzde epey lüks bir mekana dönüşmüş durumda. Şans eseri karşıma çıkıverdi ve ben de gelecekteki olası sunumlarımda kullanmak üzere bir iki kare aldım.
Avrupa'nın ilk kafesi, Procope...
Procope çevresindeki ara sokaklarda turlarken hava da iyiden iyiye bozmaya yüz tuttu. Uçak saati de yaklaşınca fazla uzatmadan havaalanı servisine doğru yola koyuldum. Biraz yolu uzatarak Lüksemburg Bahçeleri ve Pantheon’a uğradım. Özellikle Lüksemburg Bahçeleri ilgimi çeken yerlerden biriydi ve görmeyi çok istiyordum. Mevsim koşullarına bağlı olarak dökülmüş yapraklar ve çıplak kalmış ağaçlardan başka bir şey bulamadım. Pantheon ise Roma’daki adaşından biraz daha büyük ama onun kadar ünlü değil. Roma’daki Pantheon’un alametifarikası olan ortası delik kubbe burada yok.
Procope sonrası 40-45 dakikalık bir yürüyüş ile otobüslerin kalktığı yere geldim. Biletimi alıp otobüse bindim ki yine boşa bilet aldığım gerçeği yüzüme tokat gibi çarptı. Ne kontrol vardı ne başka bir şey. Yok yere aldığım şu biletlere 40-50 Euro gömmüşümdür.
Kapanışa gelmişken önce meraklılar için bir kitap önerisi sunmak istiyorum. Kitabın adı “Lezzetli Fransa Tarihi Devrim, Savaş ve Aydınlanma Üzerine Gastronomi Hikayeleri.” İki Fransız yazar tarafından kaleme alınan bu kitap Fransa tarihini gastronomi üzerinden anlatıyor. Fransız tarihinin her bir kilit dönemini belli bir gıda ürünü ile özdeşleştirip gıdanın ve gastronominin Fransa’yı ve Fransızları nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Okunuşu çok rahat ve keyifli olan bu kitap aynı zamanda eğlenceli anekdotlarla da dolu.
Fikir vermesi açısından bir bölümü kısaca özetlememe izin verin. Fransa tarihinin Fransız Devrimi’ni de kapsayan en çalkantılı döneminde yaşayan ve Napolyon Bonapart’ın Dış İşleri Bakanlığı’nı da üstlenen diplomat Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord sağlam bir gastronomi meraklısıdır. Özellikle de peynirlere düşkündür ve Brie peynirini peynirlerin kralı ya da kralların peyniri olarak tanıtır. Bu sevdasını mesleğinde de değerlendiren Talleyrand, pek çok diplomat ile yapacağı baş başa görüşmeleri her daim zengin Fransız mutfağının nadide ürünleri eşliğinde gerçekleştirir. Hatta, Fransa gastronomi tarihinin en önemli figürlerinden Marie-Antoine Carême’i bazı ziyafetler için bizzat görevlendirip siyasi rakiplerinin başını döndürecek ziyafetler hazırlatmış ve bu ziyafetlerde başta Brie olmak üzere pek çok Fransız peynirine yer vermiştir. Avrupa’nın en kurt politikacıları arasında gösteren Talleyrand’ın başarısının arkasında Fransız mutfağının etkisi yadsınamaz. Kim bilir, bu kadar kaotik bir dönemde Avrupa siyasetine Brie peyniri yön vermiştir belki de…
Toparlayacak olursak… Paris gerçekten de Avrupa’nın kalbi, romantizmin başkenti, dünyanın 1 numaralı turizm şehri mi? Emin değilim. Ama Paris’e hakkını vermemek de olmaz. Şehrin kendine has bir dokusu olduğunu kimse inkâr edemez. Mimari, çoğu zaman hayranlık uyandırıyor. Tarihsel ve kültürel açılardan pek çok değerli eser ya da nokta mevcut. Şehrin dört bir yanını saran kafelere bakarak Paris kafe kültürünün gerçek olduğunu da ekleyebilirim. Müzeleri, yer altı mezarları, gizemli ara sokakları vs. derken Paris en azından 3 gününüzü ayırmanız gereken bir şehir.
Diğer taraftan, bir tarafın göklere çıkarttığı bir tarafın yerin dibine soktuğu ve genelde ziyaretçi fikirlerinin iki kutba ayrıldığı bu şehir hakkında ben daha ziyade gri alanda kalarak istisnai grupta yer alıyorum diyebilirim. Hayran kaldığımı söyleyemem ama karizmasını da yadsıyamam. Eğer ki karşılaştırma yapmam gerekirse benim gözümde Roma’nın gerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca kesinlikle Brüksel gibi bir balon da değil. Üstelik bana hayatım boyunca anlatıp caka satabileceğim harika bir hikâye de armağan etti bu şehir. Politik kaosun nadide örneklerinden olan güzel ülkemde apolitik duruşumu özenle muhafaza etmeyi başarmış ama elin memleketinde eylemciler arasına karışmıştım. Daha ne olsun?
Paris seyahatini ve Paris ile ilgili sözlerimi tamamlayıp sizleri kısa bir anlığına Sarı Yelekliler ayaklanmasının göbeğine götürüyorum. Acımı paylaşmanız dileğiyle...