9-) Çek Cumhuriyeti
01.12.2018 - 02.12.2018
Elimdeki çok girişli Schengen vizesi Avrupa’nın kapılarını ardına kadar açtığı gibi bir taraftan da beni zamanla yarışır hale getirmişti. 6 aylık vizemden mümkün olduğunca faydalanmalıydım. Boş geçen her hafta sonu karavana atılmış bir kurşun gibiydi. Her geçen gün daha da iştahlanıyor, daha da vahşileşiyordum. Bilet bulmalıydım. 80 Euro bayıldığım vizemi öylesine hoyratça kullanmalıydım ki maliyeti kuş kadar olmalıydı. Misal; 80 Euro bayıldığım vizeyle tek bir ülkeye gidecek olursam vizenin maliyeti 80 Euro kalacaktı. Ama kalkıp da o vizeyle 10 ülkeye gidersem vize maliyeti 8 Euro’ya düşecekti. Sanırım saçma bir mantık güttüm ama bana mantıklı gelmişti işte.
Rutin kontrollerim esnasında Pegasus’un yeni bir kampanyasına denk geldiğim gibi yeni rota arayışlarına koyuldum. Pek çok şehri eledikten sonra finale iki isim kalmıştı; Prag ve Kopenhag. Uzun iç çatışmalar sonucu Prag’da karar kıldım ve bileti aldım.
Prag seyahati Paris’ten hemen bir hafta sonrasına denk gelmişti. Tamamen tesadüf eseri denk gelen bu peşisıralık beni epey yoracaktı. Diğer yandan bu denk geliş, Paris için bilet bakınan ancak geç kalan babamın da işine gelmişti. Fırsattan istifade bir bilet de o kaptı. Bu sayede, benim için Prag’ı uçak biletleri hariç beleşe getirme fırsatı belirmişti ufukta.
Prag’a inmek üzereyken hemen önümüzdeki sırada oturan bir çift dikkatimi çekti. Hanımefendi kucağına bir kucak dolusu kağıt yığmıştı. Biletler, rezervasyonlar, dilekçeler ve fotokopilerden oluşan derya gibi bir yığın duruyordu. Hanım abla üşenmemiş, otellerinden şehrin görülesi her bir noktasına ayrı ayrı rotalar çizmişti. Nerede fotoğraf çekileceği, nerede yemek yenileceği vb. her şey belirlenmişti. Neredeyse Prag’da atacakları her adımı önceden planlamışlardı.
Kontrolden geçtikten sonra bir miktar para bozdurmak için döviz bürosuna uğradık. Önümüzdeki karı koca neredeyse 20 dakika boyunca para bozdurmayla uğraştı. En sonunda isyan edip yandaki kuyruğa girdik ki biz işimizi bitirdiğimizde o deliler hala daha büroyu terk etmemişlerdi.
Prag
Havaalanı çıkışında 100 numaralı otobüse atladık. 10-15 dakikalık bir yolculuğun ardından metro istasyonunda varıp bir 20-25 dakika da metro ile seyahat ettik. Şehir merkezine yakın bir durakta yüzeye çıktığımızda tam da Dancing House’un önünde bulduk kendimizi. Eğri büğrü yapısı nedeniyle bu adı alan Dancing House özellikle Türk turistlerin gözdesi. Prag’a gidip de, Pisa Kulesi’ne benzer bir yaklaşımla çeşitli şaklabanlıklar eşliğinde yaratıcı olduğu sanılan fotoğraflar çekmek epey bir moda. Biz ise efendi gibi fotoğraflarımızı çekinip yolumuza devam ettik. Prag şehrinin içinden geçen Vltava Nehri’nin kıyısından ilerlerken nehir üzerine dizilmiş köprüleri kullanarak iki yaka arasında mekik dokuyorduk. Henüz şehrin cafcaflı kısımlarına ulaşmamıştık ama mimariye hayran kalmıştık. İnsan Avrupa şehirlerinin derli toplu, fiyakalı binalarını görünce İstanbul’un kamyon çarpmışçasına darmadağın ve kamburumsu halinden iyice soğuduğu gibi 1453’ten beri İstanbul’a yerleşemediğimiz eleştirisini getiren İtalyan mimar her kimse ona dasonuna kadar hakkını teslim ediyor.
Nehir kenarındaki yürüyüşümüz bizi en sonunda Charles Köprüsü’ne taşıdı. 14. yüzyıl sonlarında yapılan bu köprü nehir üzerindeki en eski köprü de aynı zamanda. Günümüzde ise şehrin en ilgi çekici yerlerinden biri. Zira muazzam bir nehir manzarası sunduğu gibi şehrin “Old Town” denilen bölümüne de açılan kapı görevinde. Aralıklı yerleştirilmiş heykeller ile süslenen köprü muhtemelen her daim turist işgali altında. Bu işgal arasında kendimize zar zor yer açıp usulca akan nehri izledik bir müddet. Özellikle köprünün bulunduğu bölümde iyice genişleyen nehrin her iki tarafında mini kanallar inşa edilmişti. Derinliği ayarlayan bu kanallar, teknelerin nehir üzerinde ilerlemelerine olanak sağlıyordu.
Dancing House'da çekilmiş en usturuplu foto ile karşınızdayım...
Köprünün her iki tarafında da birer kale kapısı bulunmakta. Bu kapılar köprüye inanılmaz bir karizma katıyor. İnsan kendisini bir anda Orta Çağ’a ışınlayıp şarkılarla, marşlarla uğurlanan at üzerindeki askeri alayların tek vücut gibi kapılardan geçip köprü üzerinden şehri nasıl terk ettiğini ya da tam tersi muzaffer biçimde şehre giriş yaptığını hayal etmeden geçemiyor.
Kapılardan en azından bir tanesi bugün de benzer bir işlevi sürdürmekte. Charles Köprüsü ile Old Town’ı birbirine bağlayan bu kapıdan geçtiğiniz anda şehrin çehresi değişiveriyor. Sokaklar daralıp kalabalık zirve yapıyor. Nehir kenarındaki ıssız ve ferah atmosfer yerini masalsı Doğu Avrupa imgesine bırakıyor.
Artık Prag’ın kalbinde olduğumuzu söyleyebilirim. Mağazalar ve kafelerle donatılmış sokaklarda ite kaka ilerleyerek çevreyi dolandık. Bir yandan da guruldamaya başlayan midelerimiz için hesaplı ve düzgün bir yer bakınıyorduk. Çok geçmeden Beef Bar adlı bir mekana girdik. Boş bir masaya çöküp siparişlerimizi verdik. İlk olarak bir porsiyon carpaccio aldık. Çiğ bonfile etinin dövülüp ince ince kesilmesiyle elde edilen dilimler geniş bir tabağa dizilip zeytinyağı, karabiber, yeşillik gibi bazı eşlikçilerle beraber servis edilir. Kızarmış ekmek ve parmesan peyniri ile muazzam olur.
Hazır carpaccio demişken yüksek lisanstan Tuğrul hocamı anmadan geçmeyeyim. Koyu bir carpaccio sevdalısı olan hocamız ısrarla carpaccio yemeğinin çıplak servis edilmesi gerektiğini savunurdu. Biraz yağ ve biraz karabiber yeter de artardı. Eğer tabakta bunlardan fazlası var ise o yemeğe şüpheyle yaklaşılmalıydı. Zira yüksek ihtimalle ette var olan herhangi bir olumsuz durum ekstra çeşniler ile örtülmek istenirdi. Neyse ki bizim siparişimiz ideal bir carpaccio görünümündeydi. Sonrasında gelen, yemesi zorlu hamburgerler ise bizi uğraştırsa da lezizlerdi.
Açlığı bastırıp tekrar şehre vurduk kendimizi. Vurduk vurmasına ama daha kalabalığa karışamadan burnumuza dolan nefis trdelnik kokuları ile baştan çıkarıldık. Uzun ve ince bir hamur diliminin demir silindirlere dolanarak açık ateşte pişirilmesiyle yapılan bu tatlı Çekya’nın en meşhur yiyeceklerinden. Kekremsi bir tat ve baştan çıkarıcı bir kokuya sahip olan trdelnik ile başta Doğu Avrupa olmak üzere başka ülkelerde de karşılaşmanız mümkün ama sanıyorum ki ana üssü Prag. Pişirildikten sonra toz şeker, tarçın ve ince çekilmiş bademe bulanan trdelnikler tercihe göre sade, nutellalı yahut dondurmalı olarak alınabiliyor. Ben tercihimi nutelladan yana kullanırken babam dondurmalı olanı tercih etti. Sıcacık tatlının arasındaki dondurma haliyle saniyeler içerisinde eriyerek yenmesi oldukça zahmetli bir hal aldı. O yüzden aklınızda bulunsun, dondurmalı trdelnik pek akıllıca bir tercih değil.
Trdelnik dondurmasız yenir. Demedi demeyin...
Bir köşe başında tatlılarımızı gömdükten sonra kalabalığı izleyip şehrin kalbine ulaştık. İlk olarak Astronomik Saat ile karşılaştık. 1400’lü yılların başında yapılmış bu devasa saat o zamandan beri çalışmaya devam etmekte. Üzerinde yer alan kozmik motifleri de yer seviyesinden rahatça ayırt edebilirsiniz.
Astronomik Saat, Old Town denilen meydanın dahilinde bulunuyor. Old Town ise şehrin en hoş ve merkezi noktası. Normal zamanlarda bile oldukça kalabalık olması gereken Old Town o gün ekstra ekstra kalabalıktı. Çünkü normal bir zamanda değildik. Yazının başında da belirttiğim üzere aralık ayının ilk gününe denk gelmişti Prag’a gidişimiz. Bu tarih bizler için pek anlam ifade etmese de Hıristiyan bir ülkede dikkat edilmesi gereken bir gün. Avrupa ülkelerin çoğunda gelenek olan Noel çarşıları genelde bu günlerde kuruluyor. Prag Noel çarşısı da ayın başı ile hayata geçiyordu ve şans eseri tam da o gün Prag’a gelmiştik.
Prag'da Noel şenlikleri...
Old Town denilen meydan ışıl ışıl parıldamaktaydı. Alan boydan boya çadırlarla sarılmıştı. Bu çadırların kimisinde hediyelik eşyalar, kimisinde yiyecek ve içecekler satılıyordu. Alanın tam ortasında ise sahne benzeri bir platform oluşturulmuştu. Elbette dört bir taraf Noel temalı eşyalar ve süslemeler ile doldurulmuştu. Alanda inanılmaz bir hareketlilik ve coşku hakimdi.
Diğer yandan bu coşkulu hava acayip bir kalabalığı da beraberinde getiriyordu. Malezya’daki Jonker Walk deneyimimden bile daha beter bir kalabalığın içine düşmüştük. Kendi etrafımızda dönemiyor, kurtulmak için gerisin geri gidemiyor, adım atamıyorduk. Kalabalığı meydana getiren aksamlardan biriydik sadece ve kalabalığın iradesine boyun eğmekten başka çaremiz yoktu. Eğer “insan seli” diye bir deyiş olmasaydı tam o an ben icat edebilirdim. Tam anlamıyla bir selin içerisindeydik çünkü. Akıntı ne tarafa gidiyorsa biz de o yöne doğru sürükleniyorduk.
15 dakika içerisinde 5 metre kadar mesafe kat edebilmiştik ki trafik tamamen kitlendi. Kalabalık öyle bir seviyeye erişmişti ki kimse kıpırdayamıyordu. Kalakalmıştık. Duraklayan insanlar, meydanın bir köşesine dikilmiş devasa çam ağacı üzerindeki ışıklandırmaların yanmasını bekliyorlardı hevesle. Çaresiz, biz de onlarla birlikte bekledik. Şansımıza çok uzun sürmedi bu bekleyiş. Alandaki ağacın ışıklandırmaları açıldı ve mini bir gösteri ile kalabalık hareketlendirildi. Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz Noel atmosferinin tam göbeğindeydik.
Noel heyecanının startının resmi olarak verilmesiyle beraber kalabalık da biraz dağılmaya başladı. Sıkışıp kaldığımız mengeneden sıyrılıp, alanın tenha bir köşesine çekildik. Rahatça soluk alıp verebilmenin huzuruna vardık. Old Town’u saran cümbüşü biraz da dışarıdan seyretme fırsatı bulduk. Sizi bilmem ama ben bu rengarenk Noel atmosferini sevmiştim. Nefes almama olanak tanıdığı müddetçe tabi.
Old Town’ı ardımızda bırakıp Kafka’nın heykeline doğru yola koyulduk. Aslında heykel demek ne kadar doğru bilemedim. Devasa boyutlarda mekanik bir büsttü aslında bu. Önceden resim ve videolarını gördüğümde bir bilim kurgu eserinden fırlamışçasına fütürist görünmüştü gözüme. Haliyle görmeyi sabırsızlıkla beklemekteydim. Old Town’dan hiç de uzakta değildi. Kısa bir yürüyüşle zorlanmadan bulduk. Daha ilk görüşte ufak bir hayal kırıklığı yaşadım. Şehrin turistik bölgesinden çıkmamış olmamıza karşın Kafka’nın heykeli iki bina arasında bir parkın içerisinde yer almaktaydı ve bu haliyle sanki şehrin ara sokaklarında kalmış gibi bir hissiyat doğurdu. O ufak alanda ancak 20-25 kişi toplanabilirdi. Belki de bu heykel sandığım kadar havalı değildi.
Yaklaşıp seyre koyulduğumuzda büstün üst üste dizilmiş metalik plakalardan oluştuğunu gördük. Bu plakalar, hizalandıklarında Kafka’nın simasını meydana getirecek şekillerde yapılmıştı. Kısa aralıklarla ve grup grup dönen bu plakalar sırayla dört bir yönden Kafka’nın siluetini meydana getirecek şekilde yeniden diziliyorlardı. Benzerine rastlamadığım türden bir heykeldi. Bu bakımdan ziyaret edilmesi gerektiğini düşünüyorum ama bence daha canlı bir noktada bulunması gerekirdi. Belki de insanlar Noel coşkusuna kendilerini kaptırdıklarından Kafka’yı o gece unutmuşlardı. Kim bilir?
Kafka'nın kafası...
Saat gece yarısına yaklaşırken günlük mesaimizi bitirmeye karar verip otele döndük. Tramvaya atlayıp otele çok yakın bir durakta indik. Beş dakikalık bir yürüyüşle otele vardık. Merkezin hafif dışında kalan büyük bir oteldi. Adı da Energia’ydı. Pek benim kalacağım türde bir yer değildi. Ben doğal olarak daha hesaplı ve merkezi hostelleri tercih ederdim ama kalkıp da 55’ine merdiven dayamış babamı hostele sürükleyecek halim yoktu. Üstelik parayı ben vermediğim müddetçe lükse niye hayır diyeyim ki?
Sabah erkenden kalkıp açık büfe kahvaltıya indik. Kahvaltı, çeşit çok olmasa da gayet iyiydi. Yumurta, peynir, çörek, çay, portakal suyu, domates, tereyağı gibi standart şeylerle karnımızı iyice doyurduk. Çıkışta da restoran kapısının önüne yerleştirilmiş bir tabela dikkatimizi çekti. Bu basit tabela gezip gördüğüm yerlerde aklımda en çok yer eden anlardan birini yaşatacaktı bana. Oldukça basit ve standart bir tabelada büfeden dışarıya yemek çıkartılmaması gerektiği yazıyordu yalnızca. Uyarı üç dilde tekrarlanmıştı ve olay tam da burada ilginçleşiyordu. İlk dil doğal olarak yerel dil olan Çekçe, ikincisi evrensel dil İngilizce, üçüncüsü ise bu sıfatların ikisine de uymayan güzelim Türkçeydi. Koca Prag’da gördüğümüz yegâne Türkçe kelimelere böyle bir yerde ve böyle bir amaçla rastlamış olmak bizi hem güldürdü hem de ne yalan söyleyeyim biraz utandırdı. Çünkü biz de tam o anda büfeden topladığımız nevaleleri zula yapıp öğlen yemeğini geçiştirme derdindeydik. Bizim milletin ölücülüğü belli ki tüm Avrupa’ya yayılmış.
Tramvaylar arası aktarma yapıp şehrin kalesine ulaştık. Alışık olduğumuz üzere şehrin hakim tepesinde yükselen bir kale değildi burası. Neredeyse düzayak diyebileceğim bir seviyedeydi. İçinde de gezilecek çok bir şey yoktu. Bunun tek istisnası kale merkezinde konumlanan koca Aziz Vitus Katedrali’ydi. Prag Başpiskoposluğu’nun merkezi olan katedralin yapımı neredeyse 6 asır almış ve ancak 1929 yılında nihayete ermiş. İçine girme şansına erişemedik ancak katedralin ihtişamını dışarıdan da takdir etmek gayet mümkün. İçeri girebilmiş olsak art arda iki pazar gününden ilkini Notre Dame’da, diğerini de Aziz Vitus’ta geçirmiş olacaktım.
Prag'da modern sanat...
Kale ziyaretimiz esnasında maruz kaldığımız dondurucu soğuk ve rüzgardan sonra yürüyerek şehir merkezine döndük. Kalan birkaç saatimizi de dolanarak geçirme niyetindeydik. Prag’ın en baba yerlerini hatmetmiştik.
Ayaklarımız bizi yeniden Old Town’a çıkardı. Bir önceki gece yaşanan kargaşaya bizzat şahitlik etmiş olmasam kalabalık olduğundan dem vurabilirdim ama mukayese edince Pazar günkü Old Town inlerle cinlerin top attığı bir meydan gibi gelmişti gözüme.
Aziz Vitus Katedrali. Ölçeklendirme için resmin dibinde poz kesen babamı kullanabilirsiniz...
Aylaklığa devam ederken şehirde gördüğümüz tek dondurmacıdan birer dondurma kaptık. Yüksek standartlarımızı pek karşılamadı. Birkaç incik boncuk aldık. Birer trdelnik daha gömdük ki bu seferki daha güzel geldi. Önceki gece aldığımız yere göre daha büyük ve merkezi bir dükkândan almıştık bu sefer.
Vltava Nehri’nin göbeğinde kalan ufak bir adacığa geçtik. Ada üzerinde restoran, park falan vardı. Kısa tur yapıp metroya doğru devam ettik. Geldiğimiz usulde havaalanına geri döndük. Fransa’da uğradığım Paul adlı mekânın şubesine rastlayıp atıştırmalık bir şeyler aldık. Saatimiz gelip de uçağa binerken Datça’dan müdavim bir müşterimizle karşılaştık. O da ailesiyle Prag’a gelmiş. Dünya küçük işte! Datça’dan bir küçük esnaf ile müşterisinin yolları Prag’da, havalimanında kesişebiliyormuş demek ki.
Dönüş yolculuğunda üçlü koltuğun ortasına düşmüştüm. Cam kenarında oturan kısa saçlı teyze daha uçak kalkmadan öndeki boş koltuğu gösterip istersem oraya geçebileceğimi söyledi. Kendisi için problem olmadığını, beni düşündüğünü de ekledi. Ben de uçak kalktıktan sonra geçeceğimi söyledim. Uçak kalktı ama ben geçme tenezzülünde bulunmadım. Yerim rahattı ve yarı uyur haldeydim. Uslu duramayan teyze beni tatlı uykumdan uyandırıp kolunun sakat olduğunu –beni düşündüğü yokmuş anlaşılan- ve geçmeyeceksem kendisinin geçeceğini söyledi. Ben de geç dedim. Ona yer vermek için koridor tarafında oturan Çinli abiyle –babam seyahatime sonradan dahil olduğu için biletleri ayrı ayrı almıştık- ayaklandık ayaklanmasına ama hosteslerden fırçayı yememizle geri çöktük. Henüz ayağa kalkmamıza izin yoktu. Uçak iyice havalanınca kadına geçebileceğini söyledim ama oralı olmadı. Sonuçta koyun koyuna gittik.
İşte uçaklarda böyle uyuyorum...
Prag ile ilgili bir özet yapmam gerekirse kısaca şöyle diyeyim; çok kalabalık ve çok pahalı. Kalabalığın mantıklı bir izahatı var nihayetinde o yüzden genel bir eleştiri olarak almayın ama 750 mililitrelik bir şişe su ve bir paket ıslak mendile cebimizdeki paranın neredeyse yarısını verdiğimiz için maddi eleştirilerim baki kalacaktır. Buna rağmen Prag’dan oldukça memnun ayrıldım. Bir kez daha gelme fırsatım olursa da asla kaçırmam. Gayet güzel ve asil bir şehir olduğunu düşünüyorum. Nispeten küçük bir şehir olduğundan ötürü yüksek tempoyla 1 gün içerisinde dahi şehir turunu tamamlayabilirsiniz. O nedenle günübirlik bile gelmekten çekinmeyin. Sabah erken saatte gelip geç saatte bir uçakla dönerek şehrin tadını çıkarmak mümkün.